Akar
Küçüklükten beri yükseklikten korkardım. Bunun nedeni tehlikeli olması ve düşme vaziyetimin olmasından kaynaklı değil. Ben tehlikeyi veya her türlü kuralı çiğnemeyi seven kötü bir çocuğum.
Korkumun asıl sebebi bu derin boşluğun görünenden daha derin olduğuna inanmamdır. Bulunduğum konumda derin bir iç çektim ve yüzümdeki yaraların verdiği sancıyı umursamadan gökyüzü rengindeki bakışlarımı uçurumun aşağısına sabitledim. Korkuyordum, şayet bu yüksekliğin dibi gözükse de kendimi bu boşluğa bıraktığımda aynı şeyi hissetmeyecektim.
Aşağıya kaçamak bakışlar atmak yerine, uçurumun dibinde keskin dişleri andıran dikitleri daha bir özenle süzdüm bu sefer. Eğer bir adım daha atarsam düşecek ve bu bitmek bilmeyen derinlikte beni bekleyen ölüme maruz kalacaktım. Böyle yapamazdım... Olmazdı. Aşağıya bakmak bana sadece korku veriyordu. Bu yüzden bakışlarımı yukarıya doğru kaldırdım. Gözlerimle aynı kaderi ve rengi paylaşan gökyüzüne... Yaşadığım onca acı da hemen beraberinde aklıma doluştu. Yediğim dayaklar, işittiğim iğrenç sözler.. Kendi öz babam tarafından dışlanmam... Tüm bu kötü anılar sanki benim intihardan vazgeçmeyeceğimden emin olmak istercesine zihnime akın etmişlerdi.
Gözlerimi sıkıca kapattım o an, fakat göz kapaklarım ardından bir ışık seziyordum hala. Güneşin parlaklığı bir şekilde içeriye sızmayı başarıyordu işte. Şimdiyse hazırdım. Korkusuzca kendimi bu boşluğa salmaya, beni bekleyen ölüme... Bir adım daha ileriye attım yönümü hiç düşünmeden ve kendimi o çok korktuğum bilinmezliğe doğru her şeyden vazgeçmiş bir insan olarak saldım.
Bedenim aşağıya doğru düşerken havanın uyguladığı şiddetli basınçla afalladım. Gözlerimi açmaya dahi cesaret edemiyordum ta ki hızım yavaşlayana kadar. Yaratıcım olan Allah'ın anlayışına ve merhametine hatırı sayılır bir güvenim var ve böyle bir yola girmişken ölmem gerektiğine de eminim.
Olan biteni anlamak için gözlerimi usulca açtım. Gerçekten yavaşlamıştım. Etrafımı hızla tararken ortada hiçbir yanılgı olmadığından emin olmuştum. Ben olanları idrak etmeye çalışırken birden yüzüme doğru sert bir rüzgâr esti ve göğsüme şiddetli bir ağrı çöktü. Hemen arkasından ise etrafımdaki her şey seçilmez bir hale büründü, hafifçe kayıp giden, pirinç ve fildişinden bir anafor gibi, sanki bir ikincisinin hayaleti gibi göründü ve gözlerimin önünde yok oldu. Rüya gibi sanki ya da bir lambanın sönüşü gibi gece geldi anlamadığım hızda, sonraki anda da yarın oldu belki de dün... Emin değilim. Altımdaki dikitler silikleşti, puslandı, giderek soldu. Dünün kara gecesi indi, sonra tekrar gündüz, yeniden gece,
tekrar gündüz... Bu sefer yavaş değildi. Daha, daha hızlıydı. O an girdap gibi dönen bir mırıltı
doldu kulaklarıma ve zihnime tuhaf, bir dağınıklık çöktü.
Ben bu olağanüstü hızımı arttırdıkça gece, kara bir kanadın çırpışı gibi günü izliyordu, zaten etrafımdaki dağların belli belirsiz görüntüsü çok geçmeden benden uzaklaşmıştı, sonra güneşin gökyüzünde hızla düştüğünü gördüm; her dakika başı aşağıya doğru düşüyor ve her dakika bir günü belirtiyordu. Bu kabus dolu anlarda açık bir havaya çıkmıştım. Bir iskele
gördüm sanki, ama hareket eden herhangi bir cismi ayırt
edemeyecek kadar hızlı gidiyordum. Yaşayan en yavaş tembel hayvan bile yanımdan uçuyor, karanlık ve ışık göz kırpar gibi ardı arkasına yok oluyordu. Derken, gelip geçen gün dönümlerinde , ayın hilalden dolunaya kadar tüm evrelerinden çabucak geçtiğini gördüm ve onu çevreleyen yıldızları yakaladım göz ucuyla. Derken, artık manzara sisli ve bulanık bir hal almaya başlamıştı iyice. Üzerinde bir an durduğumu gördüğüm yamaç ise gri ve puslu, kâh yükselip kâh küçülüyordu. Ardından ağaçların gittikçe büyüdüğünü gördüm. Bir an yeşil gibiyken diğer bir an sarıya dönüyor ve olabildiğince bir hızla yayılıyordu. Artık o alışık olduğum koca koca binalar da yoktu gözümün önünde. Hepsi birer birer kaybolmuştu. Tıpkı Dünyanın tüm yüzeyinin gözlerimin önünde değişip erimesi gibi akıp gitmişlerdi.
Başlangıçtaki o tatsız ve acı hissiyatta yoktu artık üzerimde. En azından o kadar şiddetli değildi. Şayet aklım bu yaşadıklarımın şaşkınlığı ve korkusuyla ilgilenemeyecek kadar karışıktı. Biraz sonra ise gece ve gündüzün geçişi, yerini sürekli bir griliğe bıraktı; gökyüzü, ilk alacakaranlığınkine benzeyen muhteşem aydınlıkta bir renge, eşsiz derinlikte bir maviliğe büründü; dünyam silikleşmişti sanki. Her şey gözlerimin önünde eriyip gitmişti ve uzunca bir süre sonra ben hızımı kaybedip bir görüş kazanmaya başlamıştım.
_____________________________________
Korkudan kısılmış gözlerimi açmaya uğraştım. Burnum acıyordu ve ellerimin altında kuru toprağı hissediyordum. Ben daha olayları idrak edemezken etrafımdan bir anda cehennemi andıran bağışlar yükseldi. Ben... Cehenneme mi düştüm? Eh yani intiharın sonucu budur dedim hala acıyan burnumu tutarken. Ben de cehennemin şanssız bir sakini olarak bu işkencenin sadece burun acısıyla kalmayacağına emindim.
Etrafımdaki her şeyi bulanıklaştıran görüşüm kendine gelmeye başlamış ve zihnim açılmıştı. Bulunduğum durumu sorgulama yetim de beraberinde gelmişti. Muhtemelen günahlarımdan arınana kadar acı çekip sonunda cennete alınacaktım. Ama cennete girene kadar birisi hükmümün ne olacağını söylese hiç de fena olmazdı sanki. Aslında tamamı ile benim hatamdı bu bilinmezlik, şayet din dersini daha iyi dinlemiş olsaydım göreceğim muamele hakkında en azından biraz bile olsa fikir sahibi olabilirdim. Eşcinsellik artı intihar... Suç dosyam bayağı kabarık.
Bu bilinmezlikle içimde yükselen öfkeyi ve korkuyu bastıran şey, ayağıma giren sancı olmuştu. Bilek kısmına yakın yerde şişlik ve morluk vardı. Tanrım! Bu sancı uyluğuma kadar giriyordu resmen! Öyle ki burnumun sancısını bile unutmuştum. Vaziyetin kötülüğünü anlamak için deneme amaçlı elimi aşağıya doğru uzattım. Fakat bir şeyler tersti. Şayet elim uzattığım anda sert bir şeye değmiş ve parmaklarım ıslanmış, karmakarışık bir saça dolanmıştı.
Yüzüme vuran sıcak buhrandan kurumuş dudaklarımı aralarken yüksek sesle inledim. Bir şeyler yanlıştı. Etrafıma hızla göz gezdirdim. Kil ve topraktan yapılmış evler gördüm. Ardından sokaklarda kaçışan insanlar ve yanımda da yüzü dahi zor tanınan cesetler... Korkuyla kendimi kenara attım. Yanılmıştım. Burası cehennem gibi olsa da ben ölmemiştim. Yerde yatan ağır yaralı ve ölüler haricinde ben yaşıyordum. Kendimi bir yerden tutunarak kaldırmaya çalıştım lakin inanılmaz şekilde güçten düşmüş hissediyordum kendimi.
Kavurucu sıcaklıkla beraber esen sert sıcak rüzgarlar ilerimde yankılanan bağrışları ve inlemeleri taşıyordu. Bu kaçışan insanların arkasından da bir avcı misali atlarla kovalayan sert, cesametli, iri yarı, hayvan postlarıyla bezenmiş, hafif gözleri çekik adamlar gözdağı vermek istercesine bağırıyor önüne kattıklarını kılıçtan geçiriyorlardı.
Ben ise tutunup kalkmaya çalıştığım duvar dibine sinmiştim resmen. Şayet başıma gelenleri öğrenmek için elimi attığım yerde tek bir yaşayan dahi yoktu. Hepsi ya ölmüş ya da ölüme bir nefes uzaktaydı. Gözlerimi bunların bir kabus olması umuduyla sıkı sıkıya tekrardan kapattım.
"Aradığım armağan bu mudur merak ederim." o an hiç de tanıdık olmayan, kendine has baskın bir tona sahip adamın sesini duydum. Gözlerimi hızla açıp kim olduğunu anlamak istedim. Karşımda elleri ve üstleri kanla kaplı üç adam rahat bir edayla duruyordu.
Burası cehennem mi bilmem ama şuan bildiğim, daha doğrusu kavradığım, bir şey var ki bu zebaniler beni de öldüreceklerdi. Korkuyla dizlerimi kendime çekip sindiğim duvara iyice yapıştım. Ardından aralarında en heybetli ve korkutucu duran adam bu hareketime karşılık binmiş olduğu atından hızla indi. Kanla kaplı kılıcını ait olduğu yere sokup yüzünde garip bir gülümsemeyle dibime kadar yaklaştı.
Ardından arkasını bile dönme zahmetine girmeden hala atın üstünde duran kişilerden birine eliyle gitmesi için işaret verdi. "Hayatta kalanları meydanda toplayasın! De hayde!"
Muhafız olduğunu düşündüğüm kişi aldığı emirle arkasını dönüp giderken bu canavara benzeyen adam benim gözlerime bakıyor ve sanki bir şeyleri anlamak istiyor gibi hal takınıyordu.
Bir dizinin üstüne usulca çöktü. Elini bana doğru uzatırken ben refleks olarak başımı kaçırmıştım. O ise orda bile olduğunu farkında olmadığım boynumdaki siyah şeridi bir parmağıyla tutup hızla çekti. Ben korkudan titreyen bedenime hakim olmaya çalışırken o bir süre elindeki şeridi inceledi. Ardından gecenin siyahından daha karanlık bakışlarını benim mavilerimle birleştirdi.
"Adın nedir senin Hüreyre (yavru kedi) ? Buradaki araplara hiç benzemezsin. " adam kısa süreliğine şişmiş olan ayağıma oradan tekrar gözlerime dönmüştü. "Yat(ecnebi) mısın yoksa?"
Yat mı? Yok daha neler. "B-ben türküm...Adım Akar efendim."
Sesim korkudan olsa gerek kısık çıkmıştı.
Karşımdaki adam ise kendisiyle alay ettiğimi düşünmüş olacak ki sinirle kaşlarını çattı.
"Akar'dır demek adın. Ayın güzel hali... Böyle gözleri ve görünüşü olan Türk gördün mü sen Ünen?"
Arkasını dahi dönmeden at üstünde bekleyen adama sordu. Yalan söylediğimi düşünürse şayet yakışıklı görünümü bir kenara bu psikopat beni kesin öldürür! Kendimi inandırmak için ağzımı açacaktım ki arkasında at üstünde bekleyen muhafız lafa girdi.
"Kıpçak Türklerinden olabilir Hülagü Han'ım. "
"H-Hülagü Han mı?" sesimdeki korkuyu ve şaşkınlığı gizleyemezken gerçekten aklımı kaçırmış olabileceğim ihtimalini düşünmeye başladım. Yok artık. Ben geçmişe mi gittim intihar edeyim derken? Hem de tapılası derecede hayranı olduğum Moğol Hükümdarı zamanına.
Hem korkudan hem de şaşkın bakışlarım altında ağzımdan tek kelime dahi çıkmazken arkadaki muhafız lafa devam etti.
"Kıpçakları topraklarınıza kattığınızdan beri bazıları ecnebilerden yanımıza doğru göç eder. Ama haber aldım ki göç esnasında hain bir pusu kurulmuş Abbasiler tarafından. Ardından Tengri'yi terk edip Müslüman olmayı reddedenleri katletmişler. Ben hepsini öldü bilirdim lakin bazıları esir düşmüş. Elinizdeki siyah şeride bakılırsa esir alındıkları doğruymuş Han'ım."
Bu laf üzerine Hülagü Han'ın suratı asılmış ve kaşları çatılmıştı. Bir hiddetle ayağı fırlayıp adının Ünen olduğunu öğrendiğim muhafıza döndü. Ünen de Han'ın sinirini anlamış olacak ki atıyla bir kaç santim geriledi.
"İmparatorluğumun tacını ve bayrağını bu Bağdat'a asacağım! Bu zulmü benim halkıma hem de benim armağanıma reva gören hiç kimse, yoldaki karınca dahi, atlarımın nalları arasında ezilmekten kurtulamayacak! Bu halk da o halife de kudretimi ve gazabımı anlayacaklar! Yemindir Ünen... "
Ünen bir hışımla, aşınmış çakıltaşı gibi parlayan ak yeleli attan inip Han'ın önünde dizleri üstüne çöktü. "Siz emredin taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayalım Han'ım!"
Onun davranışlarından anlıyorum ki Han'ın görkemli maiyeti haricinde yanındaki askerler de korku nedir bilmiyorlardı. Ortamda tek bir ses dahi çıkmıyordu. O anda Hülagü Han'ın öfkesinden herşeyi bekliyordum. Şayet din derslerini pek dinlemesem de tarihe oldukça ilgiliydim. Öyle ki Hülagü Han'ın öldürdüğü kişi ,tahmini sayısı, dört yüz bini geçmiştir. Yani vereceği bir emirle bu sayı kim bilir daha ne kadar çıkacaktı... Özellikle Araplara ve müslümanlara karşı bir düşmanlığı vardı. Bunun sebebi basittir. Yoldan şaşmış Emevi ve Abbasilerin, Türklere ve Moğollara müslüman olmaları için baskı uygulayıp katlettiklerinden, Moğollar müslüman sevmez. Ama ilginçtir ki katlet emrini vermemişti. Ocaktaki bir ateşin sönmesi misali Han'ın yüzündeki öfke de kaybolmuştu bir anda. Kıpçakların katledildiği haberinden sonraki kızgınlığını bastırmış, dudakları arasından belli belirsiz bir gülümseme ile sormuştu Ünen'e.
"Tengri'nin kurallarını bilmez misin Ünen? Halkı katletsem bile benim derdim halifedir. O yönetici olduğundan kanını akıtamam. Tengri böyle emreder. " ve işte yine buz gibi bir sessizlik kapladı ortalığı. Bu sessizliği bozan ise yarım saat kadar önce gönderdiği adamdı. Atıyla geri gelmiş halkı meydanda topladığı haberini vermişti. Han anladığını belli eden bir tavırla kafasını sallayıp gitmeleri için ikisine de el işareti yaptı. "Halifeyi de meydana en öne koyun." demeyi de ihmal etmemişti.
Adamları başlarıyla onaylayıp ikisi de Hülagü'nün yanından ayrıldı ve orada sadece ikimiz kalmıştık. Yanımızdaki cesetleri saymazsak eğer neredeyse ikimiz...
Bakışlarını bana çevirdi tekrardan ve yine o anlam veremediğim bir dikkatle beni süzüyordu. Eski Orta Asya insanları, belki coğrafi şartlardan belki de havasından suyundan bilinmez ama oldukça asil ve görkemli duruyorlardı. Karşımdaki de büyük Han'lara yaraşır bir duruş içerisindeydi. Eğilmez, bükülmez, ağır başlı, her duruma hazır bir avcı gibiydi.
"Sen..." dedi oldukça tek düze bir tonlamayla. "Gökten mi düşmüşen Hüreyre? " Bir eliyle bana doğru uzanıp önüme düşen saçları gözlerimden öteye çekti. "Tengri'nin bana hediyesi sen misin?"