?️
17 Aralık
Kars
Gözlerimi açmadan sıcacık yatağımın içinde yan döndüm ve mırıldanarak gülümsedim. Alarm yok! Aynı saatte uyanmak, aynı saatte sofrada olma zorunluluğu yok! Kendimi cehennemden sıyrılıp cennete düşmüşüm gibi hissediyordum.
Bir anda yüksek sesli bir alarm ötmeye başladığında, olduğum yerden çığlık atarak sıçradım. Deli gibi etrafima bakıp, bu anda alarm sesinin odanın köşesinde, yukarıda bulunan hoparlörden geldiğini fark ettim.
"Olamaz ya..." diye söylenerek gözlerimi kapattım ve yüzümü ağlıyormuş gibi buruşturdum. "Yine mi alarm? Bu bir kâbus olmalı!.."
Söylenerek yerimden çıktım. Ağzımın içi çamur deryası gibi yapış yapıştı ve resmen ter kokuyordum. Alarm durana dek kulaklarımı ellerimle kapatarak banyoya doğru ilerledim.
Şeffaf banyonun içi de diğer her yer gibi siyah ve kırmızı renklerdeki eşyalarla döşenmişti. Ben yer yüzeyinde bile bu kadar lüks görmemişken, yerin altında bu denli bir lüksle karşılaşacağımı düşünememiştim.
Renat sadelikten yanaydı. Zaten renklerin onun için bir önemi yoktu ve o, evini kalbi gibi siyah beyaz döşetmişti... Baktığım her yerde onu görmek, her düşüncede nihayet onu hatırlamak ve buraya nereden, nasıl geldiğini bilememek... İşte bu fazlasıyla can sıkıcıydı.
Güzel bir duş alıp vücudumu ve saçlarımı havluyla sardım. TİM'in havluları bile siyah ve kırmızı renkteydi. Sanırım bu bir tür senboldü, TİM'in renkleri buydu.
Aklıma ilk gelen şey yemekti. Normalde böyle değildim ama şimdi yemek, yemek, yemek diye inleyebilirdim.
Dolabı açıp kısa bir bakış attım ve bu an gözüme çarpan çikolatalar ağzımın suyunu akıttı. Hemen bir paket alıp ısırarak dolabın kapağını kapattım ve dolaba doğru ilerledim. Bir yandan elimdeki çikolatayı kıtlıktan yeni çıkmışım gibi yerken, diğer yandan dolabı açıp kendime kıyafet seçmeye başladım.
Genellikle kot, tişört tarzında kıyafetlerle doluydu dolap. Hepsi siyahtı ve sanırım bir örnek giyinmemiz gerekiyordu. Dolabın alt çekmecesini açtığımda karşılaştığım silahlar, bıçaklar ve muştayla bir süre bakıştım.
Muşta ve ben?.. Yok artık. Akbaba ve benim eşyalar karışmış olabilir mi? Bir sormam gerek.
Bir diğer çekmeceyi açtığımda gördüğüm iç çamaşırları yanaklarımı kızarttı. Umarım bunu TİM'deki bir kadın seçmiştir...
Bir çift de çamaşır alıp havluyla vücudumu kuruladıktan sonra aldıklarımı üzerime giyindim. Kapının yanındaki megafonun yanına yaklaşıp üzerindeki düğmeye bastım.
"Orada kimse var mı?"
Kısa bir süre sonra yanıt geldi.
"Ben duyuyorum." bu Akbaba'ydı.
Düğmeyi basılı tutarak,
"Canım hıyar çekti de," dedim.
Omzumu duvara yaslayıp tırnaklarıma bakarken, çok geçmeden cevap geldi.
"Ayıp oluyor ama..."
İstemsizce güldüm ve başımı iki yana sallayarak, düğmeye dokundum.
"Hıyar derken seni kast etmedim, bildiğimiz salatalık olan hıyardan bahsediyorum. Canım çekti, burada var mı?"
Düğmeyi bırakıp beklemeye başladım. Yine birkaç saniye sonra cevapladı.
"Burada yok ama canın çektiyse gider alırım. Birazdan getiririm."
Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu ve omzumu duvardan ayırarak, cevap vermeden oradan ayrıldım. Renat da canım ne çekse alıyordu, Akbaba... Önemli olan bu mu sanıyorsun?
☁️
İstanbul
Zümrüt gözler usulca aralandı.
Yüzünü yavaşça yana çevirip çalan alarma baktı ve hızlı bir hareketle kapattı. Yan dönüp elini yan tarafa doğru attı ama bu an kolunun altındaki koskocaman boşluğu fark etti. Bir an uyku, ya da uykusuzluk sersemi olmuş, unutmuştu yalnız olduğunu.
Elini yumruk yaptı ve geriye çekip, yumruğunu sertçe yatağa vurdu. Sırtını tekrar yatağa serdiğinde, bakışları aynadaki aksiyle karşılaştı. Durgun, suskun bir ifadeyle bir süre kendini izledi.
Daha sonra yavaşça doğrularak oturdu ve yataktan çıktı. Ayağının altındaki yastık ve yorgana kısa bir an baktıktan sonra ayaklandı. Yere attığı, kırıp döktüğü diğer eşyaların üzerinden geçip giderken, ayaklarına batan parçalara aldırmadı.
Havuzun yanına geldiğinde, arkasını döndü ve dik bir duruşla, topukları suya dokunacak şekilde durdu. Kollarını iki yana açtı ve kendini buz gibi suların içine bıraktı...
☁️
Kars
Yaklaşık yirmi dakika sonra kapı zili çaldı. Hızlı adımlarla kapıya doğru adımladım ve bu an aklıma gördüğüm rüya gelince duraksadım. Psikolojimi öylesine bozmuştu ki, her an tetikteydim. Nedense bir gün ne olursa olsun, nereye gidersem gideyim beni bulacağını düşünüyordum.
Kapı deliğinden baktığımda maskeli bir adamdı. Herkes olabilirdi. Yeraltı üssünün içinde maskesiz gezmemiz yasaktı, ama dışarıda böyle bir zorunluluk yoktu. Yine de benim anladığım kadarıyla sadece TİM'deki kişilerin birbirini tanımaması için koyulmuş bir kuraldı.
Hemen geri dönüp silahımı aldım ve rüyadaki gibi belime yerleştirdim. Kapıyı açıp karşıya baktığımda, gözlerinden tanıdığım Akbaba elinde bir kavanoz turşuyla karşımdaydı. Uzanıp elindeki kavanozu alırken,
"Teşekkür ederim." dedim kısık bir sesle.
Hâlâ rüyanın etkisinden çıkabilmiş değildim. Çıkılacak bir rüya da değildi zaten. İçimde kötü hisler zaten varken, şimdi bu rüya beni daha da endişelendiriyordu. Hissediyordum ve hissettiklerim birer birer başıma geliyordu.
"Önemli değil," dedi Akbaba. Hemen kavanozun kapağını açtım ve turşulardan birini çıkarıp büyük bir ısırık aldım. "Sabah sabah turşu mu çekti canın?" dedi garipseyerek. Başımı onaylar anlamda salladım. "Hamile misin?" diye sordu.
Bir anlık lokmam boğazıma takıldı ve hafifçe öksürerek başımı iki yana salladım.
"Değilim, sadece turşu çok seviyorum ve ben saatleri pek umursamam." diye geçiştirdim.
"Öyle olsun bakalım," dedi kara gözleriyle gözlerimin içine bakarak. Ama sanki inanmamış gibi bir hâli de vardı.
"Şey,"diye mırıldandım. "Şu dolaptakileri," diyerek baş parmağımla omzumun üzerinden arkayı gösterdim. "Sen mi aldın?" diye sordum. Başını olumlu anlamda salladığında gözlerimi belerterek alt dudağımı ısırdım. Bu kesinlikle utanç verici!
"Bir şey olursa beş numaralı odadayım," dedi ve gerileyerek arkasını dönüp yan odaya doğru ilerledi.
Hemen kapıyı kapatıp arkamı döndüm ve diğer elimi karnıma sararak sırtımı kapıya yasladım. Camdan süzülen bir damlacık misali süzüldüm kapıdan. Yavaşça yere oturdum. Ayaklarımı üçgen şeklinde yaydım ve turşu kavanozunu önümde yere bırakıp, birkaç tanesini alıp ağzıma tıktım.
Bu an gözlerimden süzülen damlaları ellerimin tersiyle itip, kendime onun için güçlü durmam gerektiğini hatırlattım. Onun içindi her şey. O olmasaydı ben o gölden çıkmazdım zaten.
Böylesi bir ihanetle yaşamaktansa ölmek daha iyiydi elbet. Şimdi karnımdaki masumu düşünerek hareket etmekten başka bir çarem yoktu ki benim.
☁️
İstanbul
Teknenin burnunda soğuk havaya aldırmadan yarı çıplak şekilde durmuş, elindeki viski şişesini ara sıra dudaklarına yaslayarak büyük yudumlar alıyordu. O, içkiye nefret ederdi ve içerken iğrentiyle yüzünü buruştururdu.
"Sen içkiyi sevmezsin ki..."
"Seninle olan her şeyi seviyorum..."
Hatırladı ve elindeki içki şişesine bir süre baktı. Derin bir nefes aldı, ama bu nefesten ziyade bir iç çekişti... İç çeken insanların söylemek isteyip de söylemediği bir kelime vardı. 'Keşke'ydi o kelime ve insanlar onun yerine çoğu zaman iç çekmeyi seçerlerdi.
İçkiye, hatta sigaraya bile başlamıştı; bir zamanlar sağlıksız diye ekmek bile tüketmeyen zümrüt gözlü adam.
Kendini onun öldüğüne alıştırmak gibi bir niyeti yoktu, neden bu kadar üzüldüğünü da henüz anlayabilmiş değildi. Gözünü kırpmadan bir eliyle bir can alan adam, şimdi aldığı bir can için kendini harap mı ediyordu?
Ölüp ölmediği konusunda emin değildi ama hiçbir şey yapmıyordu. Çünkü, onu geri alsa, getirse bile artık onu sevmeyeceğine, eskisi gibi sarmayacağına emindi...
☁️
Kars
Anons verilmişti. Herkes kırmızı oval şeklindeki maskelerini yüzüne takmış, toplantı salonundaki daire şeklindeki masanın etrafına toplanmıştı. Herkes bir örnekti. Yirmi iki kişiydik. İki hacker, yirmi azılı suçlu. Gözler fel fecir okuyor, bakışlar tuzla buz ediyordu.
Ben buraya nereden düştüm? de demiyor değildim ama kötünün iyisi dedikleri şey bu olsa gerek diye kendimi telkin etmeye çalışıyordum.
Biraz sonra Alparslan bey elindeki dosyalar ve laptopla toplantı alanına gelmiş, masa arkasındaki yerini almıştı.
"İlk görev değil, ama bazıları için ilk görev olacak. Bu yüzden herkes birbirine destek olsun, eskiler yenileri eğitsin..." diye başladı konuşmaya.
Herkes anlaşmış gibi aynı anda başını eğdi, buna ben de dahildim ki, zaten şaşkındım.
"Siz ikiniz biz görevdeyken yakın bir yerde bizim göremediklerimizi bize gösterecek, bize haber uçuracaksınız." dedi ve bakışları beni buldu. Daha sonra soldan iki kişiden sonraki kişiye baktığında, onun da yanımda çalışacak olan adam olduğunu anladım.
"Bir buçuk saat sonra uçak kalkıyor, Riyad'a gidiyoruz. Fazlasıyla ônemli ve bir o kadar da zor bir görev bu..." dedi bakışlarıyla masanın etrafındaki herkesi kısa bir bakışla süzerek.
Herkes nefesini tutmuş, onu dinliyordu ve ağzından çıkan her kelimeyi deftere değil, zihinlerine yazıyorlardı.
"Arap şeyhlerinden birini kaçırmaya gidiyoruz..." dediğinde, maskenin altında kalan dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
Ardından yapmamız gerekenleri, mekânları ve tüm detayları en ince ayrıntısına kadar anlatmaya başladı.
Hiç kimse tepki vermedi, aynı şekilde ben de öyle. Kimsenin baş kaldırmadığı bir yerde baş kaldırmak zordu. Ayrıca ben yapmayacağım sonuçta diyerek kendimi teselli etmeyi de iyi başarıyordum. Benim de biraz bencil olmaya hakkım vardı. İyi olayım, doğru olayım derken kaç kez öldüm, kaç kez dirildim...
☁️
Suudi Arabistan-Riyad.
Havaalanında bizi karşılayan limuzine yerleştikten sonra iki gün boyunca kalacağımız otele doğru yola çıkmıştık. Kadınlar olarak hepimiz siyah çarşaflara bürünmüştük ve bir an yadırgasam da bu çarşaflar bayağı hoşuma gitmişti. Erkekler ise gömlek tarzında, yandan yırtmaçlı uzun kollu bir şey ve altına da siyah pantolonlar giyinmişti. Kadınlar yüzlerini peçelerle saklarken, erkekler başlarına bağladıkları kalın eşarp gibi şeyle yüzlerini kapatmışlardı. Herkesin sadece gözleri görünüyordu.
En belirgin gözler Akbaba'nın simsiyah, Alparslan beyin masmavi gözleriydi.
Soğuk bir yerden sıcak bir yere gelmiştik. Burada buraya alışacak kadar kalmayacaktık ama Türkiye'den iki günlüğüne de olsa uzaklaşmak daha şimdiden iyi hissettiriyordu. Renat'la farklı ülkelerde olmak, endişemi biraz olsun hafifletiyordu.
Bu yirmi iki kişinin arasından beni alıp götürecek güce sahip mi, değil mi bilemiyordum. Ama onun gücünün her şeye yeteceğini de göz ardı edemezdim.
Kısa bir yolculuğun ardından otele varmış, ayrı ayrı odalara yerleşmiştik. Sahte kimlikler ve sahte pasaportlarla burada bir süre idare edebilirdik. Lakabı Papağan olan biri vardı ve o, Arapça dahil on yabancı dilde konuşabiliyordu. İletişim sorununu onun sayesinde halledebilmiştik.
☁️
18 Aralık.
Sabah uyanır uyanmaz ilk yaptığım şey odanın içindeki buz dolabına saldırmaktı. Aklıma gelen tek kişi ise Renat'tı. Kilometrelerce öteden onu düşünen bir kadını kendi elleriyle öldürecek kadar caniydi. Hiçbir şeyi hak etmiyordu.
İnanıyordum. Birgün hayatımdan çıktığı gibi aklımdan da çıkacağına tüm kalbimle inanıyordum.
Buz dolabında bulduğum tüm meyveleri bir kaba doldurmuş, yerde oturarak kıtlıktan çıkmış gibi yiyordum. Kapı çaldığında parmaklarımı yalayarak ayağa kalkıp hızla kapıya doğru adımladım. Kapının yanındaki dolabın üzerinde duran eşarbı hızlı şekilde kafama geçirip, kapıyı usulca araladım.
"Günaydın," dedi Akbaba.
"Günaydın," dedim heyecansız bir sesle.
"Başkasını mı bekliyordun?" diye sordu sitem edermiş gibi.
"Hiç kimseyi beklemiyordum, senden başka biri gelecek değil ya..." dedim bakışlarımı umursamazca kaçırarak.
"Bak sana ne getirdim." diyerek elindeki poşeti bana uzattı. Poşeti elinden aldığımda, "Benim yapmam gereken işler var. Öğleden sonra altıda hazırlanıp restorana in, dokuz numaralı masa senin için ayrıldı. Gerekli tüm malzemeleri yanına al..." dedi ve ben başımla onayladıktan sonra arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı.
İçeriye girip kapıyı kapattım ve hemen elimdeki poşeti açtım. Poşetin içindeki şeffaf kabın içerisindeki çilekleri ve yanındaki çikolata paketini görüp gülümsedim. Yutkundum. Canım çekiyordu ve ben çilekle nihayet kavuşacaktım.
Çilek istediğimi Alparslan beyin yanında söylemiştim. Öyleyse, bunları almasını Akbaba'dan o istemiş de olabilirdi.
Hemen yüzümdeki gülümsemeyi sildim ve başımı kaldırarak camdan dışarıya baktım. Parmaklarım titremeye başladı. Düşünceli davranışlara ihtiyacım yok... Bana sadece onu hatırlatmaktan başka bir şey yapmıyor.
Bir kere düşen insan bir şekilde kalkar, toparlanır ve devam eder. İki kere düşen insan büyük zede alır ve kalkması zordur. Ama üç kere düşen insanın toparlanma ihtimali bile yoktur...
☁️
19:00
Simsiyah çarşafların içinde, restorandaki dokuz numaralı masada oturuyordum. İlerde, sol çaprazımdaki masada Şeyh Muhammed Hüseyin Ali Al Amudi oturuyordu. Dünyanın en zengin şeyhleri sırasında ikinci sırayı kendi elinde tutmayı şu a'na dek başarmıştı. Ama yakın zamanda parasının bir miktarını bizimle paylaşmak zorunda kalacaktı.
14.3 milyar dolarlık servet bu yaşta adam için biraz fazla değil miydi? Sonuçta mezara götürecek değil ya...
Kusura bakma amca!
Kulaklığıma gelen sesle irkilsem de, etrafa kısa bir bakış atıp kendimi toparladım.
"Kameraları hallettin mi?"
Çarşafın içinden mikrafonu dudaklarıma yaklaştırıp, yanımdan geçen garsonun gitmesini bekledikten sonra, "Otuz saniye sonra hazır," dedim kısık bir sesle.
"Anka tıkınmakla meşgûl." dedi Akbaba.
Ara sıra yemeklerden alıp peçenin altından ağzıma tıkıştırıyordum. Bana ne sonuçta, hamileyim ben. Görev falan dinlemem, canım çekti yerim!
"Elinizi çabuk tutun, biz giriyoruz." bunu diyen Alparslan beydi, hepimize sesleniyordu.
Hep bir ağızdan, "Tamamız." diye fısıldadık.
Garson yanıma yaklaşıp arapça bir şeyler söylediğinde, öğrendiğim tek kelimeleri söyledim. Yemek getir! Tam üç saattir burada oturuyordum. Sanırım çatlayana dek yiyecektim.
Garson bana garip bakışlar atarak uzaklaştığında, kapattığım laptopu tekrar açtım ve, "Hazırız." diye mırıldandım. Bir anda restoranın ışıkları kapandı ve etraf karanlığa gömüldü. Dışarıdan sızan ışık hariç içeriyi aydınlatan hiçbir ışık yoktu.
Şeyhin o kadar koruması vardı ki, bizim yirmi kişinin yeteceğinden emin değildim.
Küçük bir arbedenin yaşandığını anladım ve ufak ufak inleme seslerini işittim. Ne yapacaklarını bilmiyordum ama bir şeyler yaptıklarını gelen seslerden anlıyordum. Kulaklığa garip hışıltı sesleri gelmeye başladığında, yüzümde sinsi bir ifade yayıldı.
Üç dakika sonra Alparslan beyin sesini hep beraber işittik. "Işıkları açın. Kameralar için son yirmi..." onu onaylayarak içimden saymaya ve hafiften toparlanmaya başladım.
Işıklar açıldığı anda gördüğüm görüntü karşısında peçenin altından gülümsedim. Şeyh yoktu ve tüm korumaları iki seksen yatıyorlardı.
"Ben böyle rezalet görmedim!" diye bağırarak ayağa kalktım ve beş yüz doları masanın üzerine fırlattım. Laptopumu kucağıma alıp, masadaki meyve tabağından tüylü şeftaliyi aldıktan sonra arkamı dönerek keyifli bir ifadeyle oradan uzaklaştım.
Odama çıkıp eşyalarımı toparladıktan sonra aşağıya inip, şikayetlenerek otelden çıktım. Otelin önündeki bir taksiye atlayıp, elimdeki adres yazan kâğıdı taksiciye uzattım.
Kırk beş dakikalık bir yolculuğum vardı. Aldığım şeftaliyi iştahla yerken, telsizden onlarla iletişime geçmeye çalıştım.
"Mekân değişmedi değil mi?"
"Hayır, kendine dikkat et. Biz de oraya geçiyoruz." diyen kişi Akbaba'ydı.
Gülümsedim ve şeftaliden büyük bir ısırık aldıktan sonra ağzı dolu şekilde cevapladım.
"Bana bir sey olmaz Karababa, asıl sen kendine dikkat et..."
"Onu biliyoruz Anka, sen her şekilde kaçarsın." dedi neşeli bir sesle.
Her şey planlandığı gibiydi ve keyifler yerindeydi. Kötü bir şey düşünmek istemiyordum, çünkü kötü düşününce kötüyü mıknatıs gibi çekiyordum.
☁️
Taksiden indikten sonra telefonumdaki konuma bakarak ilerlemeye başladım. Burası eskiden beridir hiç değişmemiş gibi görünüyordu. Büyük bir çarşının ortasından geçiyor, bir yandan ilerlerken, bir yandan da etraftaki ürünlere bakıyordum.
Gecenin karanlığında siyah çarşaflarla kendimi bir garip hissediyordum ama işimiz tehlikeli olmasının yanı sıra eğlenceliydi de. En azından bana bir şeyleri unutturuyordu.
Gezmek için gelmediğim yere böylesi bir görev için geleceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Durup tezgahlardan birine yaklaştım ve yukarıdan asılan boncuk kolyelerden birini parmak uçlarımda kavradım. Üzerindeki işlemeler sadece buraya ait olduğunu basbas bağırıyordu. Otantik şeyleri seviyordum.
Diger elimi karnımın üzerine koydum ve gülümsedim.
"Anne bunu senin için hediye ve buraya olan seferimizden kalan hatıra olarak alacak." Diye mırıldandım.
Sıcak bir rüzgâr yüzüme doğru çarparken, getirdiği sarı kumlar bir anda gözlerime doldu ve yüzümü hızla diğer tarafa çevirip, kirpiklerimi sıkça kırparak gözlerimi temizlemeye çalıştım.
Kirpiklerim güçlükle araladığında, tezgahın diğer tarafından geçerek bana bakan adamı gördüm. Simsiyah kıyafetlerinin içinden bir tek gözleri görünüyordu ve görüntü netleştiğinde, o gözlerin zümrüt olduğunu fark ettim.
Tüm bedenimi saran korkuyla parmaklarımın ucundaki kolyeyi bıraktım ve arkamı dönüp tüm gücümle kaçmaya başladım.
Korku vücudumu ele geçirdi. Bu ölüm korkusuydu. Nefes almaya zaman yoktu.
Kucağımdaki laptopu göğsüme bastırarak arkama bakmadan koşuyordum. İnsanlara takılıyor, büdrüyor, korkudan nefes alamıyordum. Çok kısa bir süre sonra sert bir göğüse tosladım ve çarptığım adam büyük ellerini kollarımın etrafına sarıp, beni pençelerinin hapsine aldı.
"Nereye böyle?.."