4

1684 Kelimeler
Özgürlüktü adım, ancak ne ruhum, ne de bedenim onunla tanıştığım andan itibaren hiçbir zaman özgür olamadı. Olamadık. "Git o patronun olacak adama söyle, artık sizinle iş falan yapmak istemiyorum! Dediğimi yap!" dedim gözlerinin içine bakarak. O, ne demek istediğimi anlayacak kadar zeki bir adamdı, tıpkı Alparslan gibi. "Sen tüm şartları kabul ederek buraya geldin, öyle değil mi?" diye sordu gözlerime bakarak. Kara gözlerini kısmış, bakışlarıyla göz bebeklerimi delmek istercesine bakıyordu. "Kolumu bırak, bana şiddet uyguluyorsun farkında mısın?" diye sordum, gözlerimi iyice kısıp, kolumu çekiştirerek. Bu adam beni ufacık bir hareketiyle bile delirtmeyi başarıyordu. Başını iki yana salladı. "Ben de bu cevabı bekliyordum," dedim ve ani bir hareketle dizimi erkekliğine geçirdim. Bu darbe bir erkek ne kadar güçlü olursa olsun her zaman etki ediyordu. Elimi koluma sardığı elinin etrafına dolayıp bir saniye bile nefes almasına izin vermeden dizimi yüzüne geçirip, dudaklarının kana boyanışının zevkini hissettim. Parmaklarını kolumdan hâlâ çekmemeye devam edişine sinirlenip, ayağımı kaldırıp tüm gücümle karnına sert bir tekme indirip, geriye doğru düşmesine neden oldum. Nihayet parmakları kolumdan sıyrılmıştı. "Sen dövüşmeyi biliyor muydun?" dedi düştüğü yerden hafifçe dirseklerinin üzerine yükselerek. Sesi gülüyormuş gibi çıkıyordu. Benden dayak yemek ona zevk veriyormuş gibi, karşı gelmek yerine keyiflenmişti. "Ben sizden bir şey öğrenmeye gelmedim, sizin beni korumanıza ihtiyacım da yok. Ben buraya para için geldim!" dedim, dik bir ifadeyle. "Harika," dedi ve yavaşça ayağa kalkarak tekrar karşıma dikildi ve parlayan gözlerini gözlerime dikti. "Burada kesinlikle olmalısın, seni bırakabileceğimi sanmıyorum..." dediğinde, yüzümde onun göremediği bir şaşkınlık peyda oldu. "Nece konuşuyorum ben?" Diye sordum sinirle kaşlarımı çatarak. "Beni Karabatak'ın yanına götür diyorum sana!" Diye bağırdım. Zaten normalde pek sabırlı biri değildim ve şimdi hormanlar beni iyice altüst ediyordu. Yavaşça yanıma yaklaşıp, aramızdaki mesafeyi tekrar kapattı. Kara hareleri gözlerimin arasında mekik dokurken, kendi isteğiyle bunu yapmayacağını anladım ve ani bir hareketle başındaki siyah kar maskesini çıkardım. Kumrala yakın sarı saçları alnına döküldü ve yüzü gözlerimin önüne serildi. Şaşkın değildi, bunu bekliyordu ve kıpırdamamıştı. Kumral sakallarının ve bıyıklarının sakladığı dolgun dudakları, tahmin ettiğim gibi ukalaca kıvrılmıştı. Sağ kaşında ufak bir iz vardı. Sert elmacık kemiklerinden birinin altında da kesik izi vardı. Bakışlarımı yüzünde usulca gezdirip, tamamem ezberledikten sonra tekrar gözlerine baktım. "Yüzün bende Akbaba, bu yüzü unutmam! Ben hiç kimseyi ve bana yapılan hiçbir şeyi unutmam!" "Ben unuturum," dedi ve aniden o da benim başımdaki kar maskesini çıkardı. Saçlarım tel tel yüzüme dökülürken, bakışları dudaklarıma düştü ve başını hafifçe yana yatırdı. "Öldürdüklerimi, diri diri gömdüklerimi unutmasam, hâlâ hayatta olamazdım." dedi ve bakışlarını tekrar gözlerime dikti. Bakışlarım dudağının kenarına indi, patlamıştı. Tekrar gözlerine bakıp, ifademi milim kıpırdatmadım. "Ona öyle bir şey söyleyeceğim ki, emin ol beni kendi elleriyle salacak." dedim sakin bir sesle. Bir süre yüzüme baktıktan sonra başını belli belirsiz salladı ve elimdeki kar maskesini alıp başına geçirdi. Yana doğru geçip, kapıyı açmasını izledim ve o çıktıktan sonra peşine takıldım. Beni nihayet Alparslan'ın odasına götürüyordu. Üzerinde 4 yazan odanın önünde durduğumuzda, kapıyı çaldı. Çok az sonra kapının yanında duran küçük hoparlörden sinyal sesi geldi ve devamında kapı kendiliğinden açıldı. Akbaba kenara çekilip ellerini arkada birleştirerek geçmemi bekledi. Ona ters ters bakıp yanından geçerek içeriye girdim ve hemen ardımdan kapı kapandı. Durmadım ve koridorda ilerlemeye devam ettim. Çıktığım yer salon gibi bir yerdi ve bir köşedeki çalışma masasının arkasında Alparslan bey oturuyordu, önündeki dosyalardan birini hızlı bir bakışla okuyordu. Yüzünde siyah parlak bir maske vardı, lastiği siyah saçlarının arasına karışmıştı. "Hoşgeldin," dedi. "Buyur geç otur." "Hiç hoş bulmadım!" dedim sert bir ifadeyle. "Sen bana burada bu tip çirkin işler yaptığınızı söylesen buraya gelmezdim ve ben sana güvendim! Elbette zeki olduğun aşikâr, burada ne olduğunu söylesen zaten seninle gelmezdim. Akıllıca..." Başını kıpırdatmadan sadece mavi harelerini gözlerime çevirdi. Kaşlarını çattığına emindim. Umursamazca tekrar önündeki dosyaya döndü. "Akbaba işi anlatmış olmalı," dedi boğuk sesiyle. Histerikçe gülerek gözlerimi devirdim. "Ve buraya katılan kişilerin, bir daha buradan ayrılmayacağını da..." "Sen beni şimdi kurtarmış mı oldun? Sen beni böyle mi kurtardın? Renat'la daha az tehlikedeydim ben!.." "O zaman onunla kalsaydın." dedi. "Köpeğine söyle, ben gidiyorum!" deyip arkamı döndüm ve kapıya doğru ilerledim. "Anka!" diye bağırdı gür sesiyle. Adımlarım durdu ve yavaşça arkamı döndüm. "Gidemezsin, zorlama!" "Görürüz bakalım..." diye fısıldadım. Devam edip kapıya doğru ilerledim ve kapıya ulaştım. Tam elimi kapının kulpuna koyacakken kapının kilit sisteminin sesini duydum, kapı üzerinde bir mekanizma vardı ve yan taraftaki cihaza bağlıydı. Şaşkın şekilde kapıya bakıp, hırslı soluklar verdim ve elimi karnımın üzerine koydum. Sen benim çocuğumsun, anneye ne olursa olsun yaşayacak kadar güçlüsün biliyorum! Adım seslerini duyup hızla arkamı döndüm. Alparslan bana doğru yürüyordu. Ürkütücü görüntüsü karşısında bir an aklıma Renat geldi. Renat bana daha iyi geldi. Ama o beni öldürdü. Bizi öldürdü. Ve beni hiç sevmedi. Alparslan aramızda bir metre mesafe bırakarak durdu ve kollarını göğüs hizasında bağladı. Kıstığı gözleri yüzümde dolandı ve gözlerime sabitlendi. "Benim odam içindeki dosyalar nedeniyle en iyi korunan oda ve kapının üzerindeki mekanizma da en iyisi... Eğer, kapıyı açabilecek kadar iyiysen, gitmene izin veririm..." dedi, gözlerime bakarak. "Herkesin bir sınavı vardır, seninki de bu olsun. Özgürlüğün benim değil, senin elinde..." Omzumun üzerinden geriye dönüp kapıya ve yanındaki cihaza baktım. Derin bir nefesi dudaklarımın arasından dışarı verip, tekrar önüme döndüm ve gözlerine bakarak, "Kabul." dedim. Emin değildim, en azından bu kapı konusunda ama tek şansım buysa değerlendirecektim. "İçeride istediğin her şey var," diyerek arkasını döndü ve umursamazca içeriye doğru ilerledi. Arkasından ilerleyip, gösterdiği yere doğru yürüdüm ve büyük, cam kapaklı dolabı açarak içindekilere baktım. Boy boy laptoplar, dinleme cihazları, büyükten küçüğe kameralar, kulaklıklar ve daha fazlası... İşimi görecek her şeyi toplayıp kapının önüne taşıdım. Bu ara Alparslan viskisinden yudumlayarak dosyaları okumaya devam ediyordu. Viskiyi görünce aklıma Renat'ın gelmesi garip değil mi? Hatta gördüğüm her şeyde ve her yerde aklıma onun düşmesi fazla can yakıcı ama eminim ki, daha erken ve düzelecek. Unutacağım. "Çilek var mı?" diye sordum. Yerde bağdaş kurmuş, kucağımdaki laptopu cihaza bağlamıştım ve şifreyi kırmak için bir süre beklemem gerekiyordu. "Elma var," dedi. Başımı iki yana salladım. "Yakala!" dediğinde hızla yana dönüp, bana attığı kırmızı elmayı havada yakaladım ve ona öfkeli bakışlar attım. "Kız hâlim gibisin, çeviklik her zaman hayat kurtarır." dedi. Bakışlarımı elmaya indirdim ve önüme dönerek, elmadan büyük bir ısırık aldım. Tam bu an aklıma gördüğüm rüya geldi. Isırdığım elmaya bir süre baktım, "Her zaman kurtarmaz," diye fısıldadım, acı çeker bir sesle. Yüzümde oluşan tüm tebessümlerin nedeni O'ydu. Acıların da, tatlıların da, burukların da, yalanların, dolanların da. İçime çektiğim derin nefes ciğerlerimi sızlattı. Beklerken aklıma onunla olan anılarım düşüyordu ve o, beni öldürmeden önce hiç olmadığım kadar mutlu etmeyi başarmıştı. "Hazır mısın?" Diye sordu, gülümseyerek başımı onaylar anlamda salladım. "Nefesini tut!" dedi ve aynı anda nefeslerinizi tutarak yeniden derinliklere daldık. Aşağıya doğru yüzmeye başladığında, elimden tutmuş, beni de derinliklere çekiyordu. Nefes almayı değil, nefes tutmayı öğretiyordu bana, neden olduğunu bilmesem de. Vardı bir bildiği herhalde. Ayaklarımız yosunların üzerine ulaştığında, tüyden bile hafifmiş gibi olan bedenlerimiz birbirine yaklaştı. Ellerini belime dolayıp, aramıza sızan suları kenara itti ve bedenlerimizi bir bütün hâline getirdi. Bu tuttuğumuz son nefesimizdi. Bir ayağımız yerde, bir ayağımız havadaydı. Yüzüme doğru ağır çekimde eğilip, dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Gözlerimi kapatmadım. Onu izledim. O ise gerçek bir âşık gibi kapatmıştı gözlerini. Dudaklarımızı ayırdı ve yerden sıçrayarak yukarıya doğru yüzdü. Belime doladığı koluyla beni de yukarıya doğru yüzdürüyordu. Yüzeye çıkarken bedenlerimiz suyun içinde dans edercesine dönüyor, kıpırdattığımız bacaklarımız birbirine dolanıyordu. Ben Deniz Kızı'ydım, o Balıkçı'ydı. Tekrar su yüzeyine çıktığımızda nefes nefese ellerimi omzuna koydum ve ıslak siyah kirpiklerinin arasından parlayan, zümrüt gözlerine âşık âşık baktım. Güldüm. İçten şekilde güldüm. Tüm samimiyetimle, hayranlıkla ve büyük bir mutlulukla güldüm. Kapının açılması sesi kulaklarımda yankılandığında gözlerimi araladım ve başımı yana, yukarıya doğru kaldırıp kapıya baktım. Laptopu yere bırakıp ayağa kalkarak kapıyı açtım ve arkamı dönerek bana bakan Alparslan'a baktım. Omuzlarımı silktim ve burukça gülümsedim. "Hadi bana eyvallah!" Ayağa kalkıp ağır adımlarla yanıma geldi ve kollarını göğsünde bağladı. "Sence bu kapıyı açabilecek kadar iyi birini bırakır mıyım?" diye sordu. Sinci bi kipiyi... Neyse üşendim. Bir anda yüzüm soldu. Allah'ım sınanıyor muyum? Eğer, sınanıyorsam haber ver de bileyim! "Neden bahsediyorsun? Sözünü tutmayacak mısın?" Diye sordum sinirli bir ifadeyle kaşlarımı çatarak. "Bu bir sınavdı," dedi. "Akbaba'nın söylediklerini unut! Hırsızlık gibi küçük şeylerle ilgilenmeyiz biz, ne de ki, suçu olmayanlara bir şey yapmayız! Yarın sabah ilk görev için Arabistan'a uçuyoruz, dinlensen iyi olur..." Bir anda içim rahatladı ve bu yüzüme de yansıdı. Nedense onun kötü bir adam olmadığına kendimi inandırmıştım. Çünkü, kötü bir adam olsa beni o gün kurtarmaz, sadece parasını alıp giderdi. Elini bana uzattı. "TİM'e hoşgeldin." sesindeki neşe içime işledi. Yavaşça elini sıktım. "Arabistan'da ne işimiz var peki?" diye sordum. Elini elimden çekip, kollarını tekrar göğsünde bağladı. Yüzünü görmesem de gözlerindeki parıltı merakımı daha da arttırıyordu. Orada ne yapacaktık bilmiyordum ama gözlerindeki ifadeye bakılırsa, çok eğleneceğimiz kesindi... 20 Aralık. Davut yıkık adımlarla Renat'ın odasına inen merdivenleri teker teker iniyor, destek almak istercesine trabzanlara tutunuyordu. Merdivenlerin son basamağında durdu ve işten geldiği gibi eşofmanıyla tişörtünü giyip yatağına giren Renat'a baktı. Cennet'in yastığına sarılmıştı. Koklayarak uyumuştu. Davut biliyordu, Renat çok özlüyordu. Boğazına oturan yumru yutkunmasını engelliyordu. Davut Cennet'i o kadar seviyordu ki, ona yaptıklarından dolayı pişmanlıkla kavruluyordu tıpkı Renat gibi. Renat Davut'a Cennet'i öldürüp göle attığını söylemişti, o an berbat görünüyordu ve Davut duyar duymaz büyük bir şok geçirmiş, âdeta sarsılmıştı. Renat'ın hâlini görüyordu. O, ne yapıyorsa kendine yapıyordu. Acı çekmeyi seviyordu. Son basamağı da indi ve yatağın yanına doğru yaklaştı. Birkaç adımlık mesafe bıraktı. Elleri titriyordu, sesi de öyle. Nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Gölü aratmıştı. Dalgıçlar bir kadın cesedi bulmuştu ve Davut bu haberi ona vermek için gelmişti. "Renat..." dedi. Davut ona kızdığı zamanlar abi diye hitap etmezdi. Ölümden korkmadığı için güvenirdi Renat ona. Defalarca onun önüne atlamış, onun yerine kurşunların hedefi olmuştu ve Renat ne kadar terslese de, kardeşi bellemişti onu. "Hmm?" diye cevapladı Renat. Uyumamıştı. "Cesedi bulduk." dedi Davut. Zümrüt gözler anında aralandı ve bakışları tavandaki aynadan ona yansıyan görüntüye sataştı. Sadece sustu ve kendine baktı. Baktı ve bir kez daha nefret etti; kendinden, yüzünden, rengini göremediği gözlerinden, kurallarından, soğukluğundan ve onu o yapan her şeyden. Lakin, o da biliyordu pişmanlığın fayda etmediğini. Bu yüzden gözlerini kapadı, kendisini görmeye bile tahammülü kalmamıştı. "Gömün o zaman!" dedi duygusuzca. "Emin misin?" diye sordu Davut. Renat cevap vermedi ama Davut cevabını aldı ve uzaklaştı. O, güçlüydü. O, her zaman en güçlüydü ve öyle de kalmalıydı. Gözyaşını, üzüntüsünü ve kaybedişini sadece kendisine saklamalıydı...
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE