Eskiden her Allah’ın günü girdiğim bu evin kendine has bir kokusu olurdu. Kalın taş duvarlarından yayılan kireç badanasının kokusu içeri girer girmez kendini belli ederdi. O garip ama huzur veren koku artık yoktu. Ayaklarım taş zemine bastığında ilk fark ettiğim buydu. Burnumun direği sızladı, gözlerim nemlendi. O kadar önemsiz bir detay gibi görünse de, benim için fazlasıyla önemliydi. Dedim ya, o dönem duygularımı kontrol edemiyordum. Ben, bende değildim.
Aslında o kokuyu alamadığımdan değil, umduğumu bulamadığımdandı. Onun burada nasıl yaşadığını düşünürken bambaşka bir sahne hayal etmiştim. Özenle serdiğim etamin işlemeli örtüler somyanın üstünde olmalıydı, yere saçılmış olmamalıydı. Tamam, biraz kırışmış ya da kirlenmiş olabilir ama asla bu kadar dağınık olmamalıydı. Somyanın kırlentleri sırta dayanacak şekilde dizili kalmalı, Kağan ise ayak ayak üstüne atmış halde oturmalıydı. Elinde kahvesi, yönü bizim mutfağın penceresine dönük olmalıydı. Yüzünde o hafif muzip gülüşüyle beni izlemeliydi. Hayalimdeki görüntü buydu.
Ama karşılaştığım manzara, bu hayalin tam tersiydi. Tek iyi olan şey, buram buram kokan Kağan kokusuydu. İçeri girmeden önce dağınıksa toplarım demiştim ama bu kadarını beklemiyordum. Odanın hâlini görünce içim burkuldu. O an içimde bir şey kırıldı. Ama onun da dediği gibi, tam bir ev sahibesi gibi davranmak istedim. Ben odanın vahim hâlini incelerken, o elleri cebinde bana bakıyordu.
“Berbat etmişim, değil mi?” dedi. Sesi yumuşak, yüzünde mahcup bir ifade vardı. Ama bu mahcubiyetin içinde hafif bir serserilik de seziliyordu.
Gözlerimin içine bakarak sorunca nasıl cevap vereceğimi bilemedim. O yaşıma kadar konuşacağım şeyler hep sıradandı, neyin hesabını yapacaktım ki? Ama Kağan’ın karşısında durum hiç öyle değildi. Yahu, ben kendi ayaklarımla bu adamla tanışmak, konuşmak, hatta açıkça sevgili olmak için gitmiştim.
Şayet Kağan’ı özüme katmak istiyorsam, kendim gibi olmalıydım. Hatta o, içimden geldiği gibi davranmamı söylemişti.
“Berbat etmek ne demek! Bildiğin içine etmişsin,” dedim. Dedim ama bunu sanki içimden biri bir çırpıda söylemişti.
“Estağfurullah, ne berbat etmesi! Bildiğin içine etmişsin.”
Ne tepki vereceğini görmek için gözlerimle yüzünü taradım. Belli ki böyle bir cevabı hiç beklemiyordu. Şaşırdı. Kaşları havalandı, dudakları hafif yana kıvrıldı.
“Kısacası, öyle de söylenebilir diyorsun,” dedi.
Kısası uzunu mu vardı? Mümkün değil, aklımı toparlayamıyordum. Salak kafam işte. Müsait değilsin de çık git, neyi kime anlatıyorum? Lakin ömrüm dağınıklık toplamakla geçmiş benim. İnsan hiç alıştığından geri kalabilir mi? Oysaki dışarıdan görüntüsü ne muhteşem gözüküyordu. Tek kendine temizdi, anlaşılan.
Etrafı toplamayı teklif etmeyi düşünürken ayrıca direniyordum. Kendimce akıllık ediyordum. O beni zaten sürekli iş yaparken, paspal hallerimle görüyordu. Gezmelik elbisemle, saldığım saçlarımla, yüzümdeki allıkla ev mi toplayacaktım? Az da olsa farkım neredeydi? O farkı göstermek için gelmiştim.
Omuzlarımı dikleştirdim. İşaret parmağımı bilir kişi edasıyla etrafta gezdirerek, “İstersen evi toplayabilirim,” dedim.
Beyefendi zaten dünden hazırmış buna. “Vallahi çok güzel olur. Büyük bir iyilik yapmış olursun,” dedi. Gücüme gitti. İşte, farkım onda bu kadardı. Ama çabucak pes de etmedim. Gözümün açılacağı Kağan’a kısmetmiş.
“O zaman başlayalım,” dedim. Şaşırarak, aynı benim gibi işaret parmağını kendine çevirdi.
“Birlikte mi?” diye sordu. Böyle sorunca bu kez de kızmaya başladım.
“Tabii birlikte. Ahıra çeviren sensin, ben değil!”
Karşısında öyle dik dik konuşunca, sanki beni ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu. Tabii ben de kendime inanamıyordum. Bana ne denildiyse “tamam yaparım” diyen ben, şimdi acısını Kağan’dan çıkarıyordum.
Nazımı çekeceğine inandığımdan mıydı, nedir, henüz o sıra bunu ayırt edemiyordum.
“Aycan, bence bu iyi bir fikir değil. Çünkü ben bu işlerden pek anlamam,” dedi.
Kaşımı havaya dikip ellerimi belime koydum.
“Emin ol, dağıtmaktan daha kolay,” diyerek ekledim. “Başlayalım mı?”
Kağan o gün beni keşfe çıkmıştı. Yüz ifadelerinden bunu çok iyi anlamıştım. O da benim gibi birden fazla duyguyu aynı anda yaşıyordu. Ensesini kaşıdı, gözlerini kaçırdı. Etraftaki dağınıklığa bir de benim gözümle bakacak olmalı ki yüzünü buruşturdu. Sonra kararını verip konuştu.
“Sanırım fazlasıyla haklısın. Pekâlâ, ne yapmam gerektiğini bana söylemen gerekiyor,” dedi, tatlı tatlı gülümseyerek. İnsan böylesine kıyamıyordu. Yedi kat yabancı sanki koynunda büyüttüğün çocuk misali gözünün içine bakıyordu.
“Yahu, sen ömrünce hiç mi çıkardığını kaldırmadın? Sanırsın dört tarafın hizmetçilerle büyütülmüş gibi davranıyorsun,” dedim, ardından kahkahalar atarak şakalaşmak istercesine.
Ben güldüm, o gülmemişti. O an hiç işkillenmedim hallerinden. Ben dediğime karşı bozuldu sanmıştım. O bozulunca, önceliğim somyanın düzeni, ona da banyoyu işaret edip konuyu dağıtmaktı.
“Ben başladım bile. İstersen önce çıktığın banyoyu temizleyebilirsin. Bak, orada tahtadan bir raf var. Şu yerdeki şampuanları oraya koyup köpüklediğin duvarlara maşrapayla su dökebilirsin.”
Gösterdiğim yere bakarken suratını ekşitti. Bir şey arıyormuş gibi etrafına bakındı.
“Maşrapa ne, Aycan?” diye sordu.
İnsanın kalbi birine gülünce, dudaklar kahkahalarla hunharca harcanır. Öyle bir gülmüşüm ki sanırsınız saatlerce fıkra anlatmışım. Oysa ne bilsin halk dilinde banyo tasını. Ya da bilirdi de kim bilir onlar ne derdi.
“Sen beni güldürdün, Allah da seni güldürsün. Maşrapa demek şu kovanın içindeki plastik tas var ya, o. Tas diyorum ama onu bildin değil mi?” Bunu gülerek soruyordum.
Gözlerini devirdi ama dudakları eğlendiğini gösterircesine kıvrımlıydı. O kovanın içindeki maşrapaya su doldurup gelişi güzel duvarlara serperken beceriksizliğine karşı sürekli uyarıyordum. Bu da aramızdaki samimiyeti artırmış, karşılıklı gülerek eğlenmemize neden olmuştu.
Kağan dar banyoyu toparlarken bir yandan kendi yorumlarını sıralıyordu. "Madem ev yaptınız, neden bu kadar dar banyo yaptınız? Ve niçin oturma odasının içine gizleme gereği duydunuz? Ayrıca susuz banyo mu olur canım! Kovalarla su taşıyacağım diye canım çıkıyor. Neyse ki su ısıtıcısı aldım da rahatladım," diye söylendi.
Bunları dile getirirken fark ettim ki, ben bile aslında bu soruların cevabını tam bilmiyordum. Yokluk desen, koca ev yaptırmışlar. Banyoya taş dizmeyi mi çok görmüşler? Bilemiyorum. Bildiğim ve hatırladığım kadarıyla ninemler eski düzenlerini bozmaya hiç yanaşmazlardı. Babam kaç kez yenileme teklif etmişti ama onlar hep aynı şeyi söylerdi: "Biz böyle gördük geçirdik, bu yaştan sonra bize masraf yapmayın. Onun yerine çocuklarınıza harcayın."
Kısa bir an, buna cevap vermeyi düşündüm ama sonra durdum. "Şimdi banyonun darlığını mı tartışacağız?" dedim kendi kendime ve konuyu kapattım.
Ben bir yandan yattığı yatağı topladım, kirli çarşafları bir köşeye ayırdım. Yüklükten işlemesiz, daha sade çarşaflar çıkardım. "Akşam yatmadan önce bunları serersin," diyerek gösterdim.
Kağan, elinde su kovası ve maşrapayla dönerek, "Tamam, öyle yaparım," dedi.
Evi dağıtmış, benim onun için serdiğim kıymetli örtülere fazla kıymet vermemiş olsa da, işin ciddiyetine uygun hareket etmesi hoşuma gitmişti. Artık işini bitirmiş olmalıydı ki kovadaki son suyu yere döktü, sonra kovayı taburenin üzerine ters çevirerek bıraktı. Maşrapayı da kovanın üstüne ters çevirip yerleştirince heyecanla yüzüme bakması gözlerime şenlik oldu.
"Bence muhteşem oldu," dedi.
"Bence de. Ellerine sağlık," dedim.
“Sırada ne var, Aycan Hanım?” diye sordu.
Kıkırdayarak pencerenin önünde biriken en az elli karton bardağı gösterdim.
“Sahiden ne pis bir adammışım ben ya,” derken hem utanıyor hem de şaka yapıyordu.
“Bence, geldiğin günden bugüne kadar biriktirdiklerin bunlar. Bunu yeni mi anladın?” diye sordum.
Tam da o sırada kalbimi yerinden zıplatan o cümleyi kurdu.
“Sanırım senin berraklığın ve duruluğun odanın içine yayılınca fark ettim.”
Bu söz beni utandırmıştı. İlk geldiğim anki özgüvenli hâlim, utanınca kıvranmaya başlamıştı. Karşısında fazla durmamaya gayret göstererek, yerdeki fazlalıkları toplamaya eğildim.
“Ben çöpler için poşet ayarlasam iyi olur,” diyerek dışarı çıkarken, onun sesi tuhaf çıkmıştı.
Ben sadece bedenen değil, gönül işlerinde de her şeye yabancıydım. Zannediyordum ki onun bu halleri de benim gibi hiç deneyimlemediğindendi. Ama bunu acı bir tecrübeyle çok sonra öğrenecektim. Kağan bakir değildi. Onun derdi, benim karşısında yönetemediği duygularını dizginleyememe korkusuydu. Bunu kendisi bana itiraf edecekti.
Kağan çöpleri toplarken, ben de bizim evden gelen, üst üste yığdığı bulaşıkların başına geçtim. Annemden bile pisti bu adam. Tabakların içindeki kokmuş artıkları bir tabağa sıyırıp, evde yıkamak için hepsini tepsinin üstüne iç içe koydum. Sıra valizin içinden sağa sola dağıttığı kıyafetlerde diyecektim ki, gözüm sandığın kenarındaki çantaya takıldı.
Annemin söyledikleri aklıma gelince, ona belli etmemeye çalışarak, "Çöpleri de attıysan, şu kıyafetlerini istersen çantana yerleştirelim," dedim. Maksadım, çanta dolu mu boş mu onu öğrenmekti.
Sanki azıcık telaşlanır gibi oldu. Ben yine de kıyafetlerinin içinde özel eşyaları olduğuna yoruyordum. Bunu belli edercesine, yerdeki kıyafetlerini bir çırpıda kucağına doldurup kenara koydu.
“Bunları ben halletsem daha iyi olur. Kirlileri temizleri ayırt etmem gerekecek,” dedi. Haklı olduğuna yüzde yüz garanti vererek üstelemedim.
“Sahi, kirlileri nasıl yapıyorsun? Burada makine yok. Bak, bu daha önce hiç aklımıza gelmedi,” dedim.
Yine, yeniden utanarak gözlerini kaçırdı. Ağzının içinde cevap verdiğinde hayretler içinde kaldım.
“Çöpe attıklarım dışındakileri, merkeze gittiğimde kuru temizlemeye veriyorum.”
“Ne?!” diye bağırmışım karşısında. O ise bu konuyu da kapatmak istercesine hemen yön değiştirdi.
“Bence biz kirliyi ve temizi bir kenara bırakalım. Etraf eskisinden çok daha iyi olduğuna göre artık oturup birer kahve içebilir miyiz?” dedi.
İşte beni kandırmak bu kadar kolaydı. Zaten bunun için gelmiştim. Üstelik vaktim de daralıyordu. Ben yine temizlik dışında kendim için hiçbir şey yapamamıştım.
"Olur, içelim," dedim.
"Sen otur, ben hemen hazırlıyorum," dedi. Isıtıcıya su koydu, sonra yeni aldığı karton kutudaki çift kupaları çıkardı.
"Şanslısın ki, evdeki temiz kupaları açmak sana kısmetmiş," dedi.
Kupalar çiftti ama figürleri tamamen farklıydı. Biri beyazdı, üzerinde yemyeşil bir ağaç vardı; diğeri ise siyah ve üzerinde beyaz bir kuru kafa. Bardak dediğin düz olurdu, çiçek böcek desenli olurdu. Benim gördüklerim hep öyleydi.
"O bardaklar niye böyle?" diye sordum. Figürleri kendine çevirip baktı.
"Biri yaşamı, biri ölümü anlatıyor. Çok hoş değil mi? Severek aldım," dedi.
Hazır kahveyi kupalara döktü, üzerine sıcak su ekledi. "Şekerim yok," dedi.
"Benim için gerek yok," dedim.
Halbuki ben şerbet gibi tatlı kahve severdim. Üstelik kahve değil, çay içerdim. Ama bunu dile getirmedim.
Yaşamı anlatan kupayı, "Sana bu yakışır," diyerek uzattı.
"Keşke başka bir bardağa koysaydın. Sana şimdi ölüm mü yakışır?" dedim. Suratım asılmıştı. O ise tam tersine, yüzüme bakıp gülümsedi.
"Başka temiz bir bardak yok. Şimdilik idare edelim," dedi ve ilk yudumunu aldı.
Fal bakanlar kahve fincanının içinden geleceği görüyordu. Bizim falımızda, geleceğimiz o gün dışarıdan okunmuştu da bunu henüz anlayamamıştık.
Kahvesini yudumlayarak karşıma oturdu. Fincanın üstünden bana baktığını gördüm. Ben kupayı iki avucuma almış, öylece yudumluyordum. Dizlerim birbirine yapışmış vaziyette, dikkatle düz otururken, o bacak bacak üstüne atmıştı.
"Beğenmedin mi?" diye sordu.
Acımtırak, sert bir kahveydi. Hiç beğenmemiştim.
"Ben kahveyi fazla sevmem. Annem günde en az iki kez keyif kahvesi içer. Ona yaptığımda bazen bir fincan kendime de yaparım. Ama illaki de olsun demem," dedim.
Onunla böyle, ilk kez sırf konuşmak için konuşuyorduk.
"Çayı seversin o zaman," dedi.
"Aynen, çayı severim ben," dedim.
Anladığını belli edercesine başını salladı ve kahvesini bitirdi.
"Keşke çay demleyebilseydim. Fakat biliyorsun, malzemelerde sıkıntımız var. Ama istersen soğuk bir şeyler verebilirim."
Ayağa kalkacağı an durdurdum. "Yok, istemem bir şey. Zaten öyle bir şey içmek için gelmedim ki. Öyle olsaydı, evde demler getirirdim."
Konuşmayan dillerimin bağını çözendi Kağan.
Sorulmadık yerden cevapları şakıyandı dilim.
O an bana “O zaman neden geldin?” dese, onu bile söyleyecek haldeydim.
Allah’tan irdelemedi. Bıraktı çayı, kahveyi.
Elindeki kupayı, az önce karton bardakları biriktirdiği pencereye koydu.
Hatta koyduğu yeri kaşıyla işaret ederek şöyle dedi:
"İlk işim onu yıkamak olacak, merak etme."
"Eminim yıkayacaksındır," dediğimde kıkır kıkır gülmeye başladım.
O da gülmüştü.
Ama... karşılıklı gülüşürken gözümün içine derin derin bakıyordu.
Aniden yaşımı sordu.
"Kaç yaşındasın sen, Aycan?" dedi.
İlk kez hakkımda bir soru soruyordu. İşte başlıyoruz, dedim içimden.
“Yirmi üç yaşındayım,” dedim.
“Hadi canım! Sahiden var mısın o kadar?” dedi.
Bunu iltifat etmek için söylemediğini anlamıştım. Sahiden şaşırmıştı.
“Annemin yalanı yoksa varım o kadar,” dedim, gülümseyerek.
“On sekizine yeni basmış gibi duruyorsun,” dediğinde, abarttığını göstermek için ona bakıp cevap verdim.
“Yok ya! O kadar da değilim.”
Oturduğu yerden kalktı. Köşede duran tahta sandalyeyi tek hamlede çekip ortaya, tam karşıma koydu. Sandalyeye ters oturup kollarını dayayarak, sanki yaşımın gerçekliğini tartıyormuş gibi yüzüme dikkatle baktı.
“O kadar doğalsın ki. Yüzünde gram makyaj yok. Şu hâlinle daha küçük gösterdiğini bile söylerim fakat kadınsı hatların mâni oluyor,” dedi.
İşte o an ürpermiştim. Açıkça vücudumun kıvrımlarını diline aldığında. Olduğum yerde huzursuzlanıp kıpırdamaya başlayınca, o da anlamıştı.
O dikkatli bakışlarını kaçırıp telaşla açıklama gereği duydu.
“Yani boyun ve kilo orantın demek istedim.”
O an yavaş yavaş çözmeye başlamıştım onu.
Aslında beni fark etmiyor sansam da, bana karşı daha farklı konuştuğunu fark ettim. Annem, babam veya kardeşlerimle konuşurken daha dikkatliydi, daha ölçülüydü.
Bana karşı asla saygısızlık yapmış değildi, ama aramızdaki konuşmaların tonu, mahrem anların ağırlığını taşıyor gibiydi.
Belki de ben onu böyle görmek, böyle duymak istediğimden, söylediklerini farklı algılıyordum.
Karmakarışıktım.
Kendimi onun yanında asla kontrol edemiyordum.
O an, karşısında kendi isteğimle bulunmama rağmen aniden kalkmak istemem de yine kendi tercihimdi.
"Ben artık kalksam iyi olacak," dedim ve aniden ayağa kalktım.
O ise ters oturduğu sandalyede yavaşça doğruldu. Bacaklarının arasından sandalyeyi çekip kenara koydu. Kalsaydın demedi. Ama giderken arkamdan bıraktığı kelimeler, geleceğe dair bir söz gibi düştü içime.
"O zaman şimdilik böyle olsun. Bir daha geldiğinde, çay için malzemeleri en kısa sürede temin edeceğim," dedi.
Bunu düşünmesi hoşuma gitti. Onun zihninde artık bir sonrakine dair bir şey vardı.
Evdeki araç gereçleri zihnimde hızlıca tarttıktan sonra kapı ağzında cevap verdim.
"Milangaz burada vardı. Evden yedek çaydanlık getiririm. Çay alsan yeterli," dedim.
"Milangaz?" diye anlamadığını belirtircesine sordu.
Bunu nasıl bilmez?
Sonra fark ettim ki bunu sadece biz biliyorduk.
Bazı şeyler, köylerde sadece ilk markalarıyla anılıyordu.
Mesela, toz deterjana hâlâ 'Tursili getir' denirdi. Markası ne olursa olsun, onun adı Tursil'di.
Dört göz ocak da bu kategoriye dahildi.
O an bunu fark edince, sanki çok mühim bir sır vermiş gibi cevap verdim.
"Ben başka zaman geldiğimde gösteririm. Şimdilik sır olsun."
Gülerek başını salladı.
"Tamam, öyle olsun bakalım. Merakla senin açıklamanı bekleyeceğim. İnternete de bakmayacağım bak. Söz."
Bunu söylerken, yüzünde tuhaf bir rahatlık vardı. Aramızda bir şeylerin şekil değiştirdiğini ikimiz de biliyor ama adını koyamıyorduk.
O, dünyanın içindeki küçük bir detayı öğrenmek için sabırsızdı.
Benim dünyam ise onun kapısını açtığım an gördüğümdü.