PROLOG

1302 Kelimeler
Ben Nare. 16 yaşındayım ve İzmir ’de büyük bir apartmanın bodrum katında yaşıyorum. Apartman kocaman, parlak, belki başkasının gözünde lüks sayılacak türden ama bizim için burası sadece rutubetli, soğuk bir bodrum. Dayımın evi yukarıda, yüksek katlarda. Biz, annemle birlikte bodrumu paylaşıyoruz. Anneme göre eve alınmamıza şükretmeliyiz. “Kızım, bir çatı üstümüzde var, şükret.” der her zaman. Ama ben şükretmeyi zor öğreniyorum. Bodrumun köşelerindeki nemden kabarmış duvarlar, çatlaklar ve karanlık köşeler benim dünyamın sınırlarını çiziyor. Kapı her zaman bize kapalı. Dayımın ailesinden biri apartmanda yoksa, merdivenleri bile temizlememiz yasak. “Koca kapısından dönene kapı açılmaz ama. Kızın var, acıdık ev verdik, aş verdik.” Bu söz, 11 yıldır kulaklarımda yankılanıyor. Günlerimiz genellikle hizmetçi gibi geçiyor. Çamaşırları yıkıyor, yemek hazırlıyor, yerleri siliyoruz. Annem sessiz, ben hızlı. Dayımın evinde tek bir adım bile yanlışı kaldırmaz. Şiddet sadece dayımın öfkesi değil, ailesinin küçümseyici bakışları, komşuların içten içe kınayan sözleri de ekleniyor. Evimiz küçük, ama içimizdeki boşluk o kadar geniş ki… Ama tüm bunlara rağmen ben içimde bir kıvılcım taşıyorum: hayat dolu bir kızım. Bodrumda sessizim, çünkü anneme zarar gelmesini istemem; ama okulda, arkadaşlarımın yanında gülüp eğlenebiliyorum. Ders çalışıyor, gizlice dışarı çıkıp arkadaşlarımla küçük kaçamaklar yapıyorum. Hayatın küçük sevinçlerini yakalamayı biliyorum. Bir zamanlar dayıma da ters çıkardım ama o zaman annem dayak yiyor. Bir terbiye edemedin oluyor. O yüzden evde susmayı öğrendim. Okul, benim için nefes alabileceğim bir alan. Kitaplarımı açıyor, defterlerime hayallerimi karalıyorum: başka bir şehir, kendi hayatımız, annemle birlikte… Üniversite kazanmak, kendi paramı kazanmak, meslek sahibi olmak… Bodrumun karanlık duvarlarından uzaklaşmak… Bu hayaller, günün tek güneşi gibi parlıyor gözlerimde. Bazen hayal kurarken annemin sessizce yanımda oturduğunu görüyorum. Gözleri doluyor ama bir şey söylemiyor. Belki biliyor, belki de susmayı seçiyor. Onun için bile bir çıkış yolu olmalı… Ve ben o çıkış yolunu bulacağım. Bodrumun rutubetini, dayı dayağını ve 11 yılın ağırlığını ardımda bırakacağım. Bir gün… Ama bugün hala buradayım. Rutubetli bodrumda, kocaman apartmanın gölgesinde. Ve ben, Nare, haça hayal kuruyorum. Belki bir gün, şükretmeye zorlanan bir kız değil, kendi hayatını yaşayan bir kadın olacağım. .... O gün sıradan bir gün gibi başladı. Bodrumun soğuk taşları ve rutubetli duvarları arasında uyanmak artık alışkanlık haline gelmişti. Gözlerimi ovuştururken kapıdan sesi geldi. “Sen hala yatıyor musun? Arkadaşlarım gelecek. Odamı temizle, kurabiye falan yap.” Dayımın kızıydı bu, yüzünde alaycı bir ifade ve emir verme havası. Mecbur kalktım. Hafta sonu bile yok bana; özgürlük, tatil benim için kelime bile değil. Dayımın üç çocuğu vardı. En büyük oğlu askerdeydi, pek kimse fark etmiyordu yokluğunu. Kızı benden iki yaş büyük, kendini beğenmiş ve zalimce bir gururla her zaman benim üzerimdeydi. En küçük oğlu ise 13 yaşında, okuldan geldikten sonra oyun oynamak yerine bana emir verir gibi bakardı. Özel okula gidiyor, öğretmenleri onları övüyordu; ben ise karnımı doyurduğum için bile şükrediyordum. Ama bir tek teyzem vardı. O, benim için küçük bir umut ışığı gibiydi. Liseye gitmem için teyzem ikna etmişti. “Hayır, bu kız çalışacak, okuyacak, kendi yolunu çizecek,” demişti. Onun sayesinde okulumu sürdürebiliyor ve hayallerimi kurabiliyordum. Dayıma kalsa babasız kızdım. Kötü yola düşerdim. Kek ve kurabiyeleri fırından çıkarıp tepsilere dizdim, mutfağı toparladım. Şimdi sıra dayımın kızının odasını temizlemekteydi. Tozları alıyor, çarşafları düzeltiyor, kıyafetlerini yerine koyuyordum. Kapı hızla açıldı, dayımın kızı arkadaşlarını sürükleyerek odaya girdi. Ben sessizce çalışıyordum. Arkadaşlarından biri merakla bana baktı: “Bu kız kim?” Dayımın kızı alaycı bir gülümsemeyle omzumdan hafifçe iterek: “Hizmetçinin kızı işte. Siz geçin. Gider o. " dedikten sonra bana döndü. "Bir işi bitiremedin, sonra gelirsin!” Beni ittiğinde birkaç adım geri savruldum. Ellerimden bez yere düştü. Arkadaşları hafifçe kıkırdadı, dayımın kızı ise zafer kazanmış gibi sırıtıyordu. İçimde bir sıkışma hissettim, ama hemen toparlandım; çünkü anneme zarar gelmesini istemiyordum. Sessizce köşeye çekildim. Dayımın kızının arkadaşları odasında gülüşüp sohbet etmeye devam ederken, ben sessizce aşağıya, bodrum katın soğuk ve rutubetli köşelerine geri döndüm. Ellerimde tepsilerden kalan kek kırıntıları vardı; kendimi mümkün olduğunca görünmez yaparak merdivenlerden indim. Bodrum, benim dünyamın sınırlarıydı artık. Yukarı katlar, dayımın evinin lüks odaları… benim için sadece ulaşılması imkansız bir yerdi. Arkadaşlarım gelemezdi buraya. Yasaktı. Kapı kilitli, bodrum soğuk… ama görünmez bir duvar daha vardı: dayımın apartmanı içinde bile sanki sığıntıydım. Evimiz, sadece bir çatı, sadece bir barınak… ama hiçbir zaman “bizim” olmadı. Kendi arkadaşlarımın yanında gülebileceğim, sohbet edebileceğim, ders çalışabileceğim bir alan yoktu. Defterime bakarken ellerim hala titriyordu; tüm aşağılanmalar, itilmeler ve alaylar birikmişti içimde. Ama kalbimin en derin köşesinde, hala küçük bir kıvılcım vardı: başka bir şehir, kendi hayatım, annemi yanımda almak… Belki bir gün… belki çok uzak bir gün. Üniversite hayali… Sadece bir kaçış değil, kendi kimliğimi bulmak demekti. Öğretmenlerimden duyduğum “Senin zekan var, çalışırsan her şey mümkün” sözleri beynimde dönüyordu. Ben mühendis olmak, şehri planlayan, köprüler ve binalar tasarlayan biri olmak istiyordum. Ya da belki öğretmen olmalıydım; çocuklara umut vermek, onları cesaretlendirmek… Böylece annemin yıllarca susturduğu sesi biraz olsun duyulabilirdi. Defterimi açtım, matematik problemlerini çözmeye çalıştım. Zihnim hala okulda, arkadaşlarımla yaşadığım küçük kaçamaklarda… İstanbul hayalimde bir kez daha canlandı: Boğazın mavi suları, vapurlar, kalabalık sokaklar… Ve ben, annemle birlikte, kendi hayatımızı kuruyorduk. Bodrumun karanlığı yok, dayımın baskısı yok, özgürlük var. İstanbul hayallerimi kurarken aklıma o geldi. Sınıfın, hatta okulun en yakışıklı çocuğu… Evet, onun da varlığı vardı hayatımda. Ama gerçek şu ki, o bana ilgi göstermiyordu. Sadece kopya almak için konuşuyordu benimle. Matematikten tarih sorularına kadar, her soruyu çözmemi bekliyor, ben de sessizce yardım ediyordum. Ama buna rağmen içimde istemsiz bir sıcaklık oluşuyordu. Hoşlanıyordum ondan. Bu, tam bir çelişkiydi. Beni fark etmeyen, sadece çıkarları için yanımda duran bir çocuktan hoşlanmak… Ama kalbim bunu dinlemiyor, sadece varlığını hissediyor, küçük bir umut kıvılcımı gibi yanıyordu. Bodrumun soğuk taşları ve dayımın evindeki karanlık arasında, bu küçük duygu içimde bir sıcaklık yaratıyordu. Ama biliyordum, bu his sadece bir yanılgıydı. Onun benden istediği şey sadece kopya, benim ise kalbimde beslediğim küçük bir hayaldi. Ötesi yoktu. Ama yine de, ders çalışırken ve hayallerimi kurarken, onun varlığı bana bir anlık mutluluk veriyordu; küçük, sessiz ama gerçeğe dönüşmeyecek bir mutluluk. Yine de biliyordum ki, benden hoşlansa ne olurdu ki? Dayımın kemikleri kırar, annemin gözleri dolar, evdeki gölge daha da karanlık olurdu. O yüzden böyle uzaktan… sadece uzaktan güzel. Onu hayal etmek, ona bakmak, ama hiçbir zaman ona dokunamayacak olmak… Bu, güvenli bir mesafe sağlıyordu bana. Acı yok, zarar yok. Ama bir parça mutluluk vardı; küçük, sessiz ve geçici bir mutluluk. Belki de zaten olmayacağı için onu seçtim. Yoksa aşkından kendini kullandıran biri değilim. İnadına onu konuşturuyorum kopya için. Yoksa başka bir sınıf arkadaşım bu derse çalışamadım dese yetiyor kopya vermeme. Onu biraz süründürüyorum. Hatta bazen bir şeyler aldırıyorum. ... Benim hayatımda sürpriz falan olmaz. Her şey sıradan, her gün aynı döngü. Sabah kalk, temizlik yap, yemek hazırla, ders çalış. Okula git.. Ama o günün akşamında, birden her şey değişti. Akşama doğru, beklenmedik bir şekilde, dayım kapımıza geldi. Dayım genelde bodrum katın kapısını kendi ayağıyla çalmazdı. Dövmek ya da bir azar vermek istese bile, ufak oğlunu gönderirdi ayağına çağırmak için. Ama bu sefer farklıydı. Yemeği çoktan hazırlamıştık, mutfak işleri bitmişti, yani yukarıda bir işimiz yoktu. Dayımın yüzünde alışık olduğum sinir, öfke ya da küçümseme yoktu. Sadece… sanki bir plan, bir hesap vardı. Kısa ve kesik sesiyle kapıya yaklaştı: “Yukarı gelin.” Annem hafifçe başını salladı: “Tamam.” Dayım ekledi. “Düzgün giyinin.” Sanki düzgün giyinecek bir şeyimiz varmış gibi… Bodrumun karanlığı, eski, yıpranmış giysilerimiz… Bizim kıyafetlerimiz onların atıkları. Yine de elimizden geldiğince düzgün giyindik. Elimizden geleni yaptık ve yukarı çıktık. Merdivenleri ağır adımlarla tırmandım; her basamakta kalbim hızla çarpıyordu. Üçüncü kat, dayımın büyük, lüks dairesi… her adımda bana ait olmayan bir dünyaya yaklaşıyordum. Kapıyı açtığımızda, iki erkek bizi bekliyordu. Annem onları görünce yüzü bembeyaz oldu. Elleri titredi, dudakları hafifçe aralandı ama kelime bulamadı. Ben ise bodrumun alışık olduğum soğuk karanlığından çıkıp, bu üst katın aydınlığına ve yüzlerdeki ciddi bakışlara bakarken, içimde hem korku hem de şaşkınlık hissettim. O an fark ettim ki, sıradan bir gün sandığım bugünün akşamı, hayatımda belki de hiçbir zaman unutamayacağım bir dönüm noktası olacaktı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE