DİNÇER
Son bir haftadır başım çatlayacak derecede ağrıyordu. Hiç kimsenin hayatı dışarıdan göründüğü gibi kolay değildir. Benimki de öyle kolay değildi. Koşuşturmalar, planlamalar, her şey ama her şey son zamanlarda üstüme geliyor gibiydi. Son dizi projesi umduğumuz gibi gitmiyordu. Yayından kaldırılması gündeme geldiğinden beri uykularım kaçıyor ve oluşan açığı nasıl kapatacağımızı kara kara düşünüyordum. Dizi sektörü son yıllarda adeta can çekişiyordu. Dizilerin tutup tutmaması biraz da şansa bağlıydı aslında… İzleyiciyi can damarından yakalamak maalesef her zaman mümkün olmuyordu. Bir önceki dizi bize büyük bir kâr sağlarken, yayındaki son dizi belimizi bükmüştü. Ve ben nasıl bir çıkış yolu izlemem gerektiğini bilemiyordum. Gecem gündüze, gündüzüm geceye karışmış ve hayatım karımın deyimiyle rayından çıkmış durumdaydı. Onun ise dünya umurunda değildi. Ya da işin özü umurunda olmayan şey bendim.
Burçak yirmi gündür asistanlığımı yapıyordu. Onunla ilk atıştığımız gün, sizli bizli konuşurken eskisi gibi olacağımızı umut etmiştim. Ama laf sokmaları hâlâ devam ediyordu. Aslında düşününce karım eskiden de böyleydi. Yalnızca ben onu, o sıralar farklı bir gözle görüyordum galiba. Benimle yaptığı sekreterlik, asistan kavgasını ve Seval olayını aradan yıllar geçse unutamazdım. O günü şimdi düşündüğümde karımın cadı halleri o zamanlarda da hüküm sürüyordu. Oysa ben o sıralarda onun güzelliğine kapılıp gitmiştim.
***
Yeni haftanın ilk günü oldukça yoğun geçecekti ve benim başımı kaldıracak vaktim yoktu. Yine de aklımı bir türlü yeni asistanımdan ayıramıyordum. İki haftanın sonunda sekreter değil de, asistan olduğunu iddia etmesi hâlâ ahmakça tebessüm etmeme neden oluyordu. Kahvemi getirdiği bir sabah mavi gözlerini kısmış, dudaklarını tebessüm etmeye zorlayarak karşıma dikilmişti.
“Benim bildiğim sekreterler, patronlarının arkalarını toplamazlar. Onun peşinde oradan oraya sürüklenmezler. Ben sizin sekreteriniz değil, asistanınız olmaya daha uygun olduğumu düşünüyorum.”
“Sekreter ya da asistan! Ne fark eder ki?” diye sormuştum eğlenerek. İki haftada Burçak’ı ucundan, kıyısından tanımaya başlamıştım. Kesinlikle becerikliydi ve verdiğim her işin altından kalkmayı başarmıştı. Yoğun bir günde bile eski sekreterlerime inat oldukça sakin kalmasını başarabiliyordu. Davranışları ölçülü, nasıl davranacağını bilen ve benim aklımı işlerden uzaklaştıran biriydi. Bir de laf ebesiydi ki, bazen ona verecek karşılık bile bulamayacak durumlarda kalıyordum. Tıpkı asistanım olduğunu iddia ettiği gün de olduğu gibi. Soruma verdiği karşılığa diyecek bir şey bulamamıştım.
“Asistan kulağa daha hoş geliyor.” Ve bu cevabına herhangi bir karşılık bulamayınca kırk yıllık sekreter, evrim geçirip asistan olmuştu. Tek nedeni de kulağa daha hoş gelmesiydi.
Yeni dizinin bütçe toplantısı bittikten sonra, bir saat boyunca da oyuncuların kim olacağı üzerine tartışmıştık. Nihayet odamdan içeriye girdiğimde, günün yorgunluğu başıma vurmuştu. Sanki beynimin içinde kazanlar kaynıyor, atlar tozu toprağa katarak final çizgisine koşuyor gibiydi. Koltuğuma gömülüp başımı arkaya yasladım ve kollarımı başımın etrafına sardım. Sanki kafamı kollarımın arasında kuvvetle sıkarsam suyu çıkacak ve ağrısı dinecekmiş gibiydi. Kapı tıklatıldı ve Burçak tüm ihtişamıyla içeriye girdi.
İçeriyi saran egzotik havayı siz de fark ettiniz mi? Bu kadın kesinlikle benim sonum olacaktı. Ne zaman odamdan içeriye adım atsa içeriyi bambaşka bir hava çevreliyordu. Sanki rüzgâr içeriye giriyor ve tropikal ülkelerin karışık mistik havasını odama taşıyordu. Denizin tuzlu, meyvelerin karışık aroması ve denizle bütünleşen ormanların toprak kokusu burnumdan içeriye akın ediyordu. Burçak, bana içinde kaybolmak isteyeceğim bir dünya vaat ediyordu. Onun gülen yüzünü görmek bile baş ağrımı hafifletmişti. Bir ağrı kesiciye değil de, onun gülüşüne ihtiyacım vardı aslında. “Sen bana bakarken hep gül be kadın,” demek istedim özgürce. Fakat içimden geçenlere nazaran, “Ne istiyorsun?” diye sordum.
Suratı ekşi limon yemişçesine bir ifadeye büründü. Sanki bana tahammül edemiyormuş gibi bir an önce söyleyeceğini söyleyip, odadan kaçmak ister hâldeydi. Onun bu hâllerine olan öfkemi, tebessümümle örtbas etmeye çalıştım. Ben onu günlerdir aklımdan çıkaramazken, o ise beni yoldan geçerken koluna çarpan bir yabancıdan daha az umursuyor gibi davranıyordu. Allah aşkına bana neler oluyordu böyle? “O senin asistanın Dinçer, tavlamak istediğin gönül eğlencesi değil.”
“Yarım saat içinde Haluk Bey ile toplantınız var. İstediğiniz gibi restorana rezervasyon yaptırdım. Bugünkü toplantılarınız bu kadar. Şey, ayrıca bugün Seval Hanım geldiler, ne kadar toplantınız olduğunu ve gününüzün yoğun olduğunu söylesem de, kendisini gitmeye ikna edemedim. Bana dün gece yanınızda boy gösteren kadının kim olduğunu sordu, ben de kendisine sevgiliniz değil asistanınız olduğumu ve özel hayatınız hakkında bilgi sahibi olmadığımı bildirdim. Verdiğim cevap hoşuna gitmemiş olacak ki, elindeki bir bardak suyu üstüme boca etti. Evet, siz burada yokken tam olarak bunlar oldu. Eğer söyleyeceğiniz bir şey yoksa…” Bu kadar çok şeyi bir anda söylemeyi nasıl başarıyordu? Sinirli olduğunu anlamamla rahat bir nefes aldım ister istemez. Umursamaz tavırları bana karşı değil, kızgınlığındandı. Seval’i kıskanıp, kıskanmadığını merak ettim. O yüzden mi böyle burnundan soluyordu acaba? Beyninin içine girip, orayı fethetmek için neler vermezdim.
“Dur,” dedim gitmesine izin vermeyerek. Kıyafetinin değiştiğini yeni fark etmiştim. Seval kıskançlık krizlerine girdiğinde gerçekten çekilmez biri oluyordu ama onunla aramda herhangi bir şey yoktu. Karşılıklı çıkar ilişkimiz birkaç ay önce bitmişti ve ona hesap verecek değildim. “Seval adına özür dilerim. Seni oldukça sinirlendirmiş.”
“Bakın,” diyerek araya girdi. Öfke içinde dişlerini sıkıyordu ve küfretmemek için kendisini zor tutuyordu. Elinde tuttuğu dosyanın altında yumruk olan avuçları ve koyulaşan gözleriyle bana, her an üstüme saldıracak dişi bir aslan havasını vermişti. “Ben kimsenin stres topu değilim. Elinize alıp havaya atacağınız ve tekrar avuçlarınızda sıkacağınız o minik toplarla bir ilgim yok. Sadece asistanınızım ve özel hayatınız, o hayatınızdaki parazitler beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İlgilendirmediği için de eski sevgilileriniz tarafından basit bir ayakçı, stres topu olarak görülmeyi reddediyorum. Size olan sinirlerini bir kez daha benden çıkarmaya çalışan bir kadın olursa, kesinlikle boş durmayacağım.”
“Sakin olur musun Burçak!” Tebessüm etmeye çalıştım. Burçak hiç susmayacak, susarsa kendi içinde patlayacak kadar öfkeli görünüyordu. Onu bu kadar öfkelendiren neydi, işte bunu bilememek can sıkıcıydı.
“Ben gayet sakinim Dinçer Bey. Emin olun çıldırmış hâlimi görmek istemezseniz.” Bu sakin hâliyse, çıldırmış hâlini gerçekten görmek istemiyordum.
“Özür dilerim.”
“Bence de dilemelisiniz,” dedi gözlerimin içine sinirle bakarak. “Kimsenin, herhangi birinin beni basit görmesine asla izin vermem. Bundan önceki yardımcılarınız nasıl sabrediyordu bilmiyorum ama ben insanların bana küstahça tepeden bakmasına sabredemem. O kadar yüce gönüllü değilim.”
“Tekrarı olmayacak, emin olabilirsin.”
“Tekrarı olursa, bende bu kadar sakin olmayacağım. Şimdi müsaadenizle.” Rüzgâr gibi bir hışımla odadan çıktı. Odanın havası eski hâline dönerken, onun yokluğunu hissetmekten çok dehşete düşmüş bir durumdaydım. Kesinlikle tapılası bir kadındı. Demek istediğim, bu ondan beklemediğim bir ataktı. Kızgınlığını, öfkesini dışa vuruş biçimi itiraf etmem gerekirse beni etkilemişti. Hırçınlığı bana tıpkı Karadeniz’i hatırlatmıştı. Uzun zamandır gitmediğim memleketimi… Karadeniz’de dalgalarıyla kükrediği zaman rengi koyulaşır, kayalıklara bir tokat gibi çarpardı. Burçak’ın hırçınlığı da tıpkı öyleydi. Kısacık sürede Burçak’ın aklıma bu kadar işlemesi beni korkutmuyor değildi ama yine de bu konuda rahattım. Sonuçta her insan yeni tanıdığı birini keşfetme isteğiyle dolardı. Burçak’a hissettiğim şey meraktı, bundan fazlası değil, sadece merak. Yalnızca yeni birini keşfetme arzusu…
Haluk ile yediğimiz yemek deyim yerindeyse zehir olup, kursağıma takılmıştı. Haluk’a o kadar kızgındım ki, şu an yanımda olsa onu bir kaşık suda boğmayı bile deneyebilirdim. Yemeğe eşiyle gelmesi beni dumura uğratmıştı. İkisinin yanında resmen sap gibi kalakalmıştım ve bütün gece onları izlemeye tahammül etmiştim.
Duştan çıktıktan sonra ışıkları kapattım ve kendimi koltuğun üstüne attım. Camdan vuran gecenin aydınlığı eve hoş bir hava vermişti. Sessizlikten faydalanarak gözlerimi kapattım. Haluk’un eşine, eşinin ona olan ilgili davranışları gözümün önünde canlandıkça içimi bir kıskançlık kaplıyordu. Şu zamana kadar evlilik aklımdan bir kere olsun geçmiş sayılmazdı, fakat bu gece o ikisini öyle mutlu görünce yalnızlığımdan utanmıştım.
Çevremdeki mutsuz evlilikler gözümü korkuturken, aşk kokan evlilikler haset etmeme neden oluyordu. Kendimi ilkokul çağında, arkadaşının son model oyuncağını kıskanan yeni yetmeler gibi hissediyordum.
Evimin içinde gönlümü hoş tutacak, yüzümün tebessümle aydınlamasını sağlayacak bir kadının olması acaba nasıl olurdu? Bekâr bir erkeğe göre evim oldukça büyüktü. Babam, annem vefat ettikten sonra ne kadar dil döktüysem İstanbul’a gelmeyi kabul etmemiş, memleketteki evde yaşamaya devam etmişti. Annem için aldığım bu evi görememesi içimdeki büyümeyen çocuğu hâlâ üzüyordu. İki göz odalı evde geçen çocukluğum, şu anki hâlimden çok daha mutluydu oysaki…
Bu gece neden bu kadar karamsarlığa kapılmıştım ki? Hepsi Haluk ve Haluk’a aşk dolu gözlerle bakan eşinin suçuydu. Bir de gözümün önünde sevecen gözlerle son ana kadar birbirlerinin elini bırakmayan annem ile babamın…
Böyle bir aşk yaşamayı kim istemezdi ki?