⚜️ 2

1017 Kelimeler
Loş odada sessizlik yeniden çökerken, dışarıdan bir karga sesi duyuldu. Uzaktaki çatıların birinden kalkmış, gecenin koyu zemininde tiz bir çığlık gibi yankılanmıştı. Lillian’ın gözleri bir an için uzaklara, pencerenin dışına yöneldi ama düşünceleri odadan çıkmamıştı. Bakışları yeniden rastgele açtığı yeni bir sayfaya düştü. “Tanrı’nın emriyle, Melek Gabriel bizi yeni evimiz olacak yeryüzüne götürürken, içimde ki his kırılgandı. Tanrı’ya itaatsizlik yaptığım için son derece pişmandım ama bilginin ve erdemin farkındalığı ile dolup taştığımda aslında bilincimde ki perdenin kalktığını anlamıştım.” diye okudu. Sözleri bu kez daha yavaş, daha bilinçliydi. “İyiyi ve kötüyü biliyordum.” Başparmağını o sayfaya koyarak cümlenin altından gecti, ardından defteri hafifçe eğip diğer sayfaları çevirmeye başladı. Hareketi bu kez daha hızlıydı; sanki kelimeler artık yetersiz kalmış, Lillian gözleriyle daha fazlasını arıyordu. Sayfalar, kurumuş yapraklar gibi hışırdayarak birbirini izledi—her biri eski bir nefes, geçmişin yankısı gibiydi. Defterde yalnızca yazılar yoktu. Sayfalar ilerledikçe, cümlelerin arasına serpiştirilmiş çizimlerle karşılaştı. Zamanla kömür karasıyla işlenmiş, kara kalemle çizilmiş sahneler… Bazıları zarif bir detayla işlenmişti, bazıları ise aceleyle çizilmiş gibi; ama hepsinin ortak bir titreşimi vardı: eski, unutulmuş ve kutsal olanın sarsıcı bir yankısı. İlk çizim, geniş bir daire içerisinde diz çökmüş yedi varlığı gösteriyordu. Figürlerin yüzleri belli belirsizdi; ama başlarının üzerindeki ışık halkaları, onların melek olduklarını düşündürüyordu. Hepsinin önünde açık kitaplar vardı, ama kitapların içinden yükselen şekiller; yazı değil, alevdi. Bir sonraki sayfada, çökmekte olan bir şehir çizilmişti. Kuleleri yıkılmış, gökyüzü parçalara ayrılmıştı. Göğün ortasında tek başına asılı duran devasa bir göz, izliyordu aşağıyı. Şehir Babil’i andırıyordu. Lillian Tunç Çağının bir dönemi o görkemli şehirde yaşamıştı. Gözün bakışı çizgilerle öyle ustaca verilmişti ki, Lillian bakarken gözkapaklarını kırpmak zorunda kaldı—sanki o göz onu da görüyormuş gibi. İlerledikçe çizimler daha da karanlıklaşmaya başladı. Tekinsiz bir çöl manzarasında, kanatlı ve boynuzlu bir varlık, ellerinde tuttuğu terazide kanlı kalpler tartıyordu. Kumların üzerine düşen gölgeler öylesine detaylı çizilmişti ki; her kum tanesi, gerçekmiş gibi gözüküyordu. Gökyüzünde, siyaha çalan güneşin etrafında kırık alfabelerle yazılmış, anlaşılmaz harfler dönüyordu. Bir diğer sayfada, Cennetin kapıları resmedilmişti. Fakat bu kapılar alışıldık bir ihtişam taşımıyordu; çatlaklarla doluydu, kenarlarında dikenli sarmaşıklar sarmalanmıştı. Kapının önünde bir kadın figürü duruyordu. Yüzü gölgelenmişti, ama elleri uzanmıştı—ya dua ediyor, ya da kapıyı açmak için yalvarıyordu. Lillian bu kadının kim olduğunu çıkaramasa da, çizimin bıraktığı duygu içini ürpertti. Sessizlik, bir anda daha yoğunlaştı. Sayfaları biraz daha hızlı çevirmeye başladı. Her çizim daha rahatsız edici, daha sembolik hâle geliyordu. Ağlayan çocukların ortasında bir taht; üzerine oturmuş, yüzü olmayan bir figür. Başsız bir melek. Üzerinde eski dillerle yazılı kelimeler taşıyan iskeletler. Lillian’ın gözleri çizimlerin içinde kendine ait bir iz arıyordu—yüz hatlarını andıran bir çehre, ateş kızılı saçların bir silueti, kehribar bir bakış… ama hiçbir şey bulamadı. Kendisini andıran tek bir imge dahi yoktu. Sayfalardan biri biraz daha farklıydı—çizim, yalnızca bir yüzün çok yakından görüntüsünü gösteriyordu. Gözler, sayfanın ortasında genişçe yer alıyordu. Fakat bu gözler, insan gözü değildi. İrisleri çatlak çatlak, damar damar bir dokuyla örülmüştü. Gözbebekleri, sanki bir girdaba açılıyormuş gibi içe doğru bükülüyordu. Lillian, fark etmeden nefesini tutmuştu. Sayfayı ağır ağır kapattı, derin bir nefes aldı. Elleri hâlâ defterin üzerinde hafifçe titrerken, zihni başka yerlere kaymıştı—kelimeler, çizimler artık sadece birer izdi; gerçek olan ise çok daha karanlık ve somuttu. **Evalyn Calthera**, iblislerden, şeytanlardan kaçıyordu—ama onlarla yalnızca baş etmekle kalmıyor, onları avlıyor, lanetli varlıkların içinde bile korku salıyordu. Onun varlığı, karanlıkların arasına saplanan bir hançer gibiydi ve bu yüzden lanetlenmişler huzursuzdu, rahatsızdı. Bir anda, odanın içinde hava soğudu, sanki görünmez bir el odanın sıcaklığını çekip almıştı. Perde, rüzgârın hafif dokunuşuyla yeniden kıpırdadı, uzun ve ağır kadife perdelerin arasından sızan ay ışığı karanlığın içine serin çizgiler çekti. Masadaki küçük mumun alevi, öyle bir ürpertiyle titredi ki Lillian’ın tüyleri diken diken oldu. Ve sonra, ansızın, alev aniden söndü; odanın içi bir anlık karanlığa gömüldü. Lambanın sarımtırak ışığı da sönmüştü; geriye yalnızca ay ışığının soğuk, bulanık huzmesi kalmıştı. Lillian, başını hafifçe kaldırdı. Gözleri yarı kapalıydı, bakışları defterin sayfalarında gezinirken, içinde karışık duygular taşıyordu—artık aradığı şey bir anlam değil, bir yüzdü. Masadan nazikçe ayaklarını indirdi. Sandalyenin dört ayak üzerine sertçe düşmesiyle çıkan gıcırtı, odaya küçük ama keskin bir sarsıntı getirdi. Lillian’ın gözleri kapı altından süzülen ince, sis gibi yayılan gölgelere takıldı. O gölgeler, ağır ağır birleşip şekil almaya başladı. İlk beliren, uzun, dalgalı ve sarı saçlardı; gece karanlığında sanki ay ışığının kendi içinde kıvrılan gün ışıkları gibiydi, her bir tutam zarifçe omuzlarından aşağı süzülüyordu. Saçlarının parlaklığı, karanlık odanın içinde neredeyse canlı bir enerji yayıyordu. Gölgenin kıvrımları belirginleşirken, beli dikkat çekici bir zarafetle ortaya çıktı; belinin hafifçe kavrulduğu, vücudunun kusursuz hatlarını nazikçe vurgulayan bir elbise giymiş gibiydi. Omuzları geniş ve pürüzsüz, boynu uzun ve başıyla uyumlu bir ahenk içindeydi. Silüetin duruşu o kadar kendinden emin ve baştan çıkarıcıydı ki, odanın havası bile onun etrafında elektriklenmiş gibiydi. Her hareketi, neredeyse görünmez bir dansın başlangıcıydı. Ve tabii, Lillian’ın gözlerini büyüleyen o ela gözler… Derin, sakin ve huzur dolu bir bakışın ardında gizlenmiş olan gizem, çekiciliğin doruk noktasıydı. O gözler, ne kadar sakin görünseler de, içlerinde yanan kıvılcımlar taşıyor; karşısındakini kendine çekmek için suskun bir çağrı yapıyordu. Lillian, o bakışın içine çekilmeden duramadı. Silüetin cazibesi, odadaki karanlığı delercesine parlak ve dokunulmazdı. Kadının varlığı, yalnızca güzel değil, baştan çıkarıcıydı; tam anlamıyla büyüleyici ve tehlikeli. İblislerin her biri güzel, çekici varlıkların silüetlerine bürünmeyi severdi. “Naemara,” diye mırıldandı Lillian, dudaklarında hafif bir tebessümle. Gözlerinde karanlık ve aydınlık arasında giden bir sıcaklık vardı. “Bana tatmin edici haberler mi getirdin?” Siluetin etrafında, sessizliğin içinde bile hafif bir parıltı vardı; sanki varlığı odanın karanlığını biraz daha yumuşatıyordu. Naemara’nın varlığı, soğuyan havaya rağmen Lillian’ın içindeki umudu cezbetmişti. Ama o anda, odadaki hava hâlâ ağır ve yoğun, gece hâlâ dipsiz bir kuyu gibi karanlıktı. Lillian sandalyeden ayağa kalktı ve Naemara’ya doğru bir adım attı; adımları sessizdi ama odanın içinde yankılanıyordu. Her iki kadının gölgeleri, mum ışığının yokluğunda ay ışığının titrek huzmesiyle iç içe geçiyordu. Oda, sanki iki eski dostun sessiz konuşmasına şahitlik eden bir mabed gibiydi. Ama Lillian efendi, Naemara ise hizmetkardı. Dışarıdaki gece rüzgârının uğultusu, eski kitapların kokusuyla birleşiyordu. Naemara, Lillian karşısında belini eğerek efendisini selamladı. Sarı saçları yüzünün çevresine dağılmıştı. Lillian elini dişi iblisin omzuna koydu. İblis başını kaldırarak, efendisine baktı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE