Şapel, karanlığın soğuk kucağında sessizce çökmüştü. Dışarıda patlayan fırtına, sanki gökyüzünün öfkesi, kükreyen bir lanet gibi uğulduyordu. Kurşuni renkli, yoğun bulutlar, kızgın bir tanrının soluğu gibi ağır ağır taş duvarlara çarpıyor, damlalar cam ve taşa birer tokat misali iniyordu. Her gök gürültüsüyle, eski ve yorgun ahşap çatının çatlakları sızlayan yaralar gibi titreşiyor, şapelin içine soğuk ve ürkütücü bir melodi yayıyordu.
Vitray pencerelerin arkasında donuk melek suretleri duruyordu; zamanın tozuyla solmuş, ruhsuz gözlerle kıpırdamadan bakıyorlardı. Onların yüzlerinde ne merhamet vardı ne de bir umut ışığı. Renkli camlardan süzülen loş ışık, içeriyi titrek ve aldatıcı bir şekilde dolduruyor; kırmızıların ve kahverengilerin arasında, adeta kanla pasın arasındaki ince bir çizgide dalgalanan renkler gölge oyunları yaratıyordu. Hava ağır, neredeyse boğucu, içeriye sızan bu renkler ise mekâna canlılık değil, ölümün sessiz fısıltısını getiriyordu.
Tavanın kemerlerinden sarkan ince ve eski örümcek ağları, havada asılı kalmış geçmiş günahların ve unutulmuş duaların sessiz tanıkları gibiydi. Bu ağlar, her bir titreşimde adeta zamanın kırılgan hatıralarını hafifçe sallıyor, şapelin kadim ruhunu koruyordu. Çan kulesinden içeri sızan rüzgar, sadece sıradan bir hava akımı değildi; sanki ölü bir nefesin kalıntısı, geçmişin çürümüş, terkedilmiş dualarının soğuk ve ilgisiz yankısıydı. Bu rüzgar, yüzyılların ağırlığını omuzlarında taşır gibi uğuldayarak mekânda dolaşıyor, her köşedeki sessizliği boğuk bir fısıltıyla sarıyordu.
Taştan, ustalıkla oyulmuş kürsüye doğru ağır adımlarla bir figür yaklaştı. Her adımında, sanki bu kadim mekâna gizlenmiş sırlar ve ağır yükler hissediliyordu. Uzun siyah cübbesi, titrek ışıkta neredeyse yok olup kayboluyor, ama varlığı her şeyi derinleştiriyordu. Rahip Alycante Celestini oradaydı; yüzünde, fırtınanın dışındaki karanlığa benzeyen, çözülemeyen bir ifade vardı. Gözleri, vitraylardan süzülen o alçakgönüllü renkler gibi soluktu; ama içinde, sessiz bir mücadele ve ağırlık taşıyordu.
Elbisesi kül rengindeydi; yıpranmış kumaşı, yılların yorgunluğuyla neredeyse eriyip gitmiş gibiydi. Dikişleri gevşemiş, kenarları hafifçe sökülmüştü; yakası ise nemin ve rutubetin sinsice işlemesiyle koyu bir kararmaya teslim olmuştu. O, odaya ağır ağır adım atarken, üzerindeki elbisenin her kıvrımı bir hikaye fısıldar gibiydi; bitmek bilmeyen zamanın ağırlığı, telaşsız ama derinden kendini belli ediyordu.
Yüzü sakindi; yüzünde sanki dünya ve insanlığın tüm acıları çözülüp yok olmuştu. Ancak, o saklı sakinliğin ardında, boşluk vardı — derin, uçsuz bucaksız bir boşluk. Gözleri, tüm duyguların külleriyle kaplanmış, içinden geçmiş ve onları yutmuştu; bakışları donuk, kayıtsız bir sonsuzluğa sabitlenmişti. Kudrete ve kutsallığa duyulan hayranlık, içinde bir daha korkuya evrilmemişti. Çünkü artık, korku da yitip gitmişti; yerini yalnızca donuk bir kabullenme ve sessiz teslimiyet almıştı.
Elindeki siyah ciltli İncil’i, kürsüye bıraktı. Parmakları titremiyor, kararlı bir şekilde kitabı kavrıyordu. Bu kavrayış, düşmesin diye değil, sanki İncil’in içindeki kutsal sözlerin kaçıp gitmesini engellemek içindi.
Cemaat, sanki ruhlarının derinliklerine çekilmiş, ölümün kıyısında soluk alıyor gibiydi. Kimileri dualarına gömülmüş, ahşap banklara sessizce yapışmıştı. Ancak dudaklarından tek bir hece bile dökülmüyordu. Havada yükselen buğulu, buharlaşan nefesler, yaşayanların değil, ölmekte olanların son fısıltıları gibiydi; neredeyse görünmez bir ağırlık gibi mekânı dolduruyordu.
Ve sonunda, o derin sessizliği rahip Alycante bozdu. Sesi, karanlığın içinde yankılanan ağır bir tonla, yıkılmaz bir kaderin habercisi gibi yükseldi.
“Sizler... Bu taş duvarların ardında güvende olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Sığınak sandığınız bu kutsal duvarlar, o gün geldiğinde... mezar taşlarınızdan farksız olacak. Hiçbir dua, kalbiniz karanlıksa, sizi kurtaramaz. Sesi mezar taşı gibi ağırdı.”
Her kelimesi, eski ahşap sıraların içine işlemiş gibi yankılandı. Sadece kulaklara değil; kemiklere, iliklere, hatta gömülü günahlara kadar ulaştı.
“O gün… Gök yarılacak. Ay karaya dönecek. Güneş... **ışığını kesecek, çünkü utanacak. Ve çanlar… Eller dokunmadan çalacak. Çünkü Rab gelecek.”
Bir yıldırım çaktı.
Kırmızı haç figürü, vitray camda bir anlığına taze kan gibi parladı. Ardından gelen gölgeler, ağır perdeler gibi içeriye çöktü. Cemaatin üzerine eğilen bu karanlık, yalnızca gölge değildi —hesabın karanlığıydı.
“O gün melekler borularını çalacak… Ve mezarlar... açılacak. Çürümüş bedenler, göz çukurlarında boşluk taşıyan kafataslarıyla dirilecek. Her biriniz… ama her biriniz… Beyaz Taht’ın önüne çağrılacaksınız.”
Bir kadın sessizce gözleri kıstı. Çocuklar, annelerinin eteklerine saklandı. Erkekler ise sadece dinledi.
Alycante başını kaldırmadan devam etti.
“Ve kitaplar açılacak. Yalnızca yaptıklarınız değil… Düşündükleriniz, sakladıklarınız, utanmaya cesaret edemedikleriniz de yazılı orada. Adalet, acımaz. O gün... kurtuluş değil, çıplak hakikat hüküm sürecek.”
Bir an elini kürsüye koydu. Taş, elinin altında titredi. Gözleri, cemaati taradı. O gözlerde ne affetme vardı, ne umut. Herkese ayrı bir cehennem kapısı gösteriyordu. Kapılar açık değil ama açılacakları günü bekliyordu.
“Mesih’in huzuruna çıktığınızda, O sizden sevgi değil... hesap soracak. Kimine diyecek ki: ‘Ey kutlu, gir Krallığıma. Ama çoğunuz için... Uzaklaş benden. Seni tanımıyorum
Şapelde soğuk bir rüzgar dolaştı. Sıraların arasından geçerken alnınıza dokunuyor, ruhunuzun ağırlığını ölçüyor gibiydi.
Rahibin sesi son kez duyuldu. Fısıltıya dönüşmüştü. Kutsal olan değil, artık yalnızca kaçınılmaz olan konuşuyordu.
“Henüz vakit var… Ama her çan vuruşu, sizi sona bir adım daha yaklaştırır. Son Yargı kapıda. Ve o kapının ardında… Ne şefkat var… ne geri dönüş. Ya ışık... ya da sonsuz karanlık.”
Ve sustu.
Cemaat, öyle derin bir sessizlikteydi ki, neredeyse nefes almaya cesaret edemiyordu. Herkes, fırtınanın dışarıdaki yavaş yavaş çekilen uğultusuyla birlikte, içinde bir tür bekleyiş ve tedirginlik taşıyordu. Dışarısı hâlâ karanlığa gömülmüş, gökyüzündeki bulutlar ağır ağır dağılıyordu; fırtına, sanki bitmek üzereymiş gibi ama hâlâ gerilimle hava boşalıyor gibiydi.
Rahip Alycante, ağır adımlarla Bakire Miryam anıtının önüne ilerledi. Anıtın çevresinde, titrek mum ışıkları dans ediyordu; mumların alevleri, hafifçe titreyerek karanlığın içinde minik umut kıvılcımları oluşturuyordu. Birini dikkatle seçti, eline aldı; mumun sıcaklığı avuçlarına soğukluğun içinde nazik bir teselli gibi yayıldı.
Elinde mumla, cemaatin arasına yavaşça daldı. Her adımı, duaların fısıltılarına karışıyor, sanki kutsal bir nehrin içinde sessizce akıyordu. Mumu kaldırarak kutsal sözler mırıldandı, her dua kutsanmış bir damla gibi insanların üzerine düştü, ruhlarına nüfuz etti. Fırtınanın gürültüsü azalıp kesilirken, Alycante derin bir iç çekti. Vaazı sonunda bitirebilecekti; bu ağır yükten kurtulacak, içindeki sıkıntıya son verecekti. Belki bir şarap açardı.
Dışardaki gök gürültüleri, yavaş yavaş tehlikeli bir sükunete teslim olmuştu; havada asılı kalan o ölümcül gerilim, yerini huzura bırakmaya başlamıştı. Alycante mumunu özenle yerine koyduktan sonra, kürsüsüne doğru ağır ama kararlı adımlarla geri döndü. Ellerini kürsünün iki yanına sert ve dimdik bir şekilde koydu; duruşu, içinde saklı olan soğukkanlılık ve kararlılığın bir simgesiydi.
Başını hafifçe eğerek, tüm cemaatine selam verdi. Onların çekingen ve kırılgan ruhlarını bu sessiz baş selamıyla sarmaya çalışıyordu. Sonra İncil’i ağır ağır kapattı; sayfaların çıkardığı hışırtı, şapelde yankılanan eski bir ritüelin sessiz yankısı gibiydi.
“Tanrı yardımcınız olsun,” diye mırıldandı, sesi odanın derinliklerinde yankılanarak dokunaklı bir ağırlık taşıyordu. “Şeytanlar ise sizden uzak kalsın.”
Alycante, kürsünün arkasında dimdik ve soğukkanlı duruyordu. Vitray pencerelerden süzülen son ışık, yüzündeki yorgunluğu ve derin çizgileri hafifçe aydınlatıyordu. Gözleri, hareketsiz melek figürlerine takılmıştı; onların donuk, sanki hiç yaşanmamış acıları taşıyan bakışları içinde boşlukla yankılanıyordu. Kilisenin soğuk taşları, uzun zamanların yükünü sessizce taşıyor, adeta her köşeden geçmişin ağırlığını fısıldıyordu.
Cemaat, banklardan ağır adımlarla sessizce kalkmaya başlamıştı. Ayaklarının yankısı, kilisenin soğuk ve nemli taş zemininde derin bir çınlama bırakıyordu; her ses, boş mekânda soğuk bir yankı gibi dolaşıyordu. Kimse ardına bakmıyordu; geride kalan karanlık, üzerlerine bir gölge gibi çökmüş, ruhlarını soğuk bir sessizliğe hapsetmişti. Yüzlerde anlatılamayan bir hüzün vardı; kırık ve bitkin ifadeler, sanki taşıyamadıkları ağırlığın ağırlığıydı. Gözler, uzaklara değil, kendi karanlık iç dünyalarına dalmıştı; düşünceler, çaresizlikle örülü, zifiri bir gece gibi içlerine işliyordu. Her adım, sanki yerle bir olmuş umutların üzerine bastıkları ağır bir yük gibiydi.
Dışarıya adım attıklarında, fırtınanın ardından gelen serin hava bedenlerine soğuk bir tokat gibi çarptı. Nemli toprak, hala hafifçe buharlaşıyor, geceyi sarmalayan sessizlik ise buharla birlikte titrek bir hayalet gibi etrafa yayılıyordu. İnsanlar, karanlığın içine doğru sessizce dağılıp kaybolurken, ardlarında geriye yalnızca soğuk ve umutsuzluğun kokusu kaldı.