4. Bölüm: Ateşe Dönüş
Çadırın içi sıcak olsa da Elif iliğine kadar üşüyordu. Asım’ın adamları dışarıda alçak sesle konuşuyor, arada bir atların kişnemesi duyuluyordu. Sobanın içindeki odun patlayıp kıvılcım saçtığında irkildi. Ellerini bağlamamışlardı kaçabileceği sanılmıyordu. Bir kadının dağda tek başına nereye gideceğini düşünüyorlardı ki?
Asım biraz önceki sözlerini söyleyip çıkmıştı: “Ya reisliği bırakır, ya da kız ölür.” Ama onu en çok sarsan bu değildi. Çadırın kapısı kapanırken Asım’ın alaycı bakışıyla söylediği son cümleydi:
“Bu arada… o Dilan’ın uğruna kendini ateşe atan oğlan var ya… Rüzgar mıydı adı? Hah. Senin soyundan o. Boşuna kaçmıyorsun yani, bu iş senin kanına dokunacak.”
Elif’in aklı bir anda uğuldadı. “Ne… ne diyorsun sen?” diyebilmişti sadece.
Asım keyifle anlatmayı seven birine döndü o an. “Ananı bilmem ama baban bu toprakların adamı.İstanbul’a götürdüler seni, evlatlık verdiler sen kendini şehirli sandın. Ama kanının yarısı burada. O çocuk da burada büyüdü. ‘Rüzgar’ dedikleri delikanlı senin öz ağabeyin.”
Elif’in gözleri büyümüştü.
Asım omzunu silkmişti. “Hem bu iyi bir şey bak. Aşiretin reisi, senin ağabeyini öldürmek zorunda kalacak. Kanın birbirini yiyecek. Ben de oturup izleyeceğim.”
Sonra gülerek çıkmıştı.
Elif şimdi çadırda dizlerini karnına çekmiş, nefes alıp vermeye çalışıyordu. Rüzgar… Onu hiç kardeşi gibi görmemişti. “Şartlar öyle gerektirdi” diye geçiştirmişti. Elif Ama şimdi, burada, bu dağda, bir adamın diliyle gerçeği duymuştu: Töre sadece onu değil, kanından olanı da istiyordu.
“Onu öldürürlerse…” diye fısıldadı. “Ve Dilan’ı da…”
Dilan’ın korkulu gözleri gözünün önüne geldi. Kızcağız ona anahtar verdi diye neredeyse ölüm listesine yazılmıştı. Boran’ın sertleşen yüzü… “Senin yüzünden oldu çoğu.” demesi… Elif’in boğazına bir düğüm oturdu. Onları burada bırakıp gitseydi, vicdanı bir daha susmazdı.
“Kaçacağım.” dedi sonunda. “Ama İstanbul’a değil.”
Tam o sırada çadırın kapısı hafifçe aralandı. İçeri az önce başında bekleyen iri kadın girdi. Elinde bir tas sıcak çorba vardı. “İç,” dedi. “Açsın belli.”
Elif kadına dikkatle baktı. Yüzünde sert çizgiler olsa da gözleri tamamen taş değildi; dağda kadın olmanın ağırlığını bilen, ama söz söyleyemeyen türdendi. Elif kadını yoklar gibi, sesini alçaltarak konuştu:
“Abimi öldürecekler.”
Kadın duraksadı. “Aşiret kararı çıkmışsa…” dedi, cümleyi bitirmedi. Törede bazı cümleler yarıda bırakılırdı; böylece kader tamamlanmış sayılırdı.
“Yerimde olmak istemezsin,” dedi Elif. “Asım beni burada tutarsa o kız da, o oğlan da ölecek. Boran reisliği bırakmaz, bunu sen de biliyorsun. Asım da kızı gözümün önünde öldürür. Bunu da biliyorsun.”
Kadın çorbayı yere bıraktı. “Sana acımamı mı istiyorsun?”
“Bana değil,” dedi Elif, gözleri parlayarak. “Bir kadına acı. Dilan’a. Sen de kadınsın. Senin kızın olsa…”
Kadının çenesinde kaslar oynadı. Dışarıda nöbetçi adamların sesleri duyuluyordu. Kadın bir anda eğildi, alttaki kilimi hafifçe kaldırdı. Çadırın yere sabitlenmesini sağlayan kalın kazıklardan birinin gevşek olduğunu gösterdi.
“Buradan sürünürsen arka taraftan çıkarsın,” dedi fısıldayarak. “Ama atlar çadırın bu tarafında. Sessiz olmalısın.”
“Elimden geleni yaparım,” dedi Elif.
“Ben görmedim,” dedi kadın ve çadırdan çıktı.
Elif zaman kaybetmeden kilimin altına girdi. Toprak soğuktu ama dar aralık onu dışarı verdi. Çadırın arkasına çıktığında hava keskinleşmişti. Güneş dağların ardından yeni yeni yükseliyor, dumanı tüten obanın arasından ince bir ışık süzülüyordu. Asım’ın adamlarının çoğu kampın öte ucundaydı. Uzakta koyunlar, köpekler… Burada bir yabancı kadın koşsa mutlaka görülürdü.
Atlara doğru eğilerek ilerledi. Küçük, kara bir at en geride bağlıydı. Şansına dizginleri sağlamdı. Elif etrafa bir kez baktı, sonra atın bağını çözdü. Tam üstüne atlayacaktı ki bir erkek sesi duyuldu:
“Hey! Ne yapıyorsun?”
Elif düşünmedi. Atın sırtına atladı, dizginleri kamçılar gibi çekti. At ürküp ileri fırladı. Adam peşinden bağırdı, bir başkası “Dur!” diye haykırdı. Kurşun değil ama uyarı atışı yapan bir ses duyuldu. Elif atın boynuna yapıştı, dağa giden patikayı hatırladığı gibi seçip dörtnala sürdü.
Rüzgâr yüzüne çarptı. Dağ yolu taşlıydı ama at dağ atıydı, sekerek ilerliyordu. Geriden atların nal sesleri geliyordu; Asım’ın adamları peşine düşmüştü. Elif kalbi boğazında, “Dayan biraz daha” diye fısıldadı ata. Bir virajı dönüp ufak bir dere yatağına girdiğinde atın izlerini suyla kaybetmek aklına geldi. Atı dereden yürüttü, sonra tekrar toprağa çıktı. Peşindekiler izini kaybedince bir süre sesleri azaldı.
Konak tarafına giden yolu biliyordu; ilk kaçışında gördüğü vadileri aklında tutmuştu. Ama bu kez dağdan konak kaçışı değil, konağa dönüşü vardı. Bu ironiyi düşündükçe içi burkuldu. Özgürlüğe kaçmıştı, şimdi ölümün içine dönüyordu. Ama bunu yapmak zorundaydı. Çünkü borçlanmıştı. Dilan’a, kendini hiç tanımamış ağabeyi Rüzgar’a, hatta kendini zorla alan ama şimdi iki ateş arasında kalan Boran’a bile.
Güneş tepelenirken konak uzaklardan göründü. Aşağılarda, köyün üstünde, duvarları kalın, bayrak direği gibi dimdik duruyordu. Bu sefer arka duvardan değil, göz göre göre kapıdan girmek zorundaydı. Çünkü mesaj vermek istiyordu: Kaçamadı, ama boşuna da gelmedi.
Kapının önünde nöbetçiler onu görür görmez silahlarına davrandılar.
“Dur! Kim o?”
“Atmayın!” diye bağırdı Elif, atın üzerinden kendini aşağı bırakırken. “Benim! Elif!”
Kapının önündeki gençlerden biri onu tanıdı, şaşkınlıkla “Ağam! Kız geri geldi!” diye bağırdı.
Boran avlunun ortasındaydı. Yaşlılar hâlâ oturuyor, konuyu evirip çeviriyor, “Töreyi bugün uygula, geceye kalmasın” diyorlardı. Dilan bir köşede ağlıyordu. Rüzgar ise henüz getirilmemiş, köyün öte yanından haber bekleniyordu. “Oğlanı da akşama alırız” demişlerdi.
Elif’in sesini duyunca herkes başını çevirdi.
Avlunun kapısı açıldı, Elif içeri girdi. Saçları dağılmış, yüzünde çamur lekeleri, paltonun kolu yırtılmıştı. Ama gözleri dimdikti.
“Boran Ağa!” diye haykırdı. “Asım beni aldı. Elinde tuttu. Sana şart koştu!”
Avluda uğultu oldu. Yaşlılardan biri hışımla ayağa kalktı. “Sen nasıl geri gelirsin? Kaçıp aşireti rezil ettin!”
Elif ona değil, doğrudan Boran’a baktı. “Asım diyor ki: ‘Reisliği bırakmazsa kızı öldürürüm.’ Ama tek kız değil. Dilan’la Rüzgar’ın kanını da istiyorlar. Töre diye. Sen bırakmazsan o da beni öldürür. Ama ben kaçtım. Şimdi söz sende.”
Boran’ın yüzü kasıldı. “Asım seni nasıl bıraktı?” dedi şüpheyle.
“Bırakmadı,” dedi Elif. “Kaçtım. Kadınlarından biri yardım etti. Şimdi peşimdeler. Buraya gelirlerse bu avlunun içinde seni de, beni de, Dilan’ı da rezil ederler.”
Yaşlıların en yaşlısı bastonunu yere vurdu. “Bu kızın sözüyle hareket edilmez! Töre bellidir! Kız kardeşin Dilan bu işte parmağı olduğu için kanı akacak. Oğlan da keza. Sen de reisliğini korursun. Bu kadar!”
Elif bir adım atıp araya girdi. “Kan akacaksa önce benimki aksın!” dedi. “Dilan bana yardım etti diye ölmesin! Rüzgar benim ağabeyimmiş, onu öldürmeyin! Gidin Asım’dan sorun, söyleyecek size! Benimle pazarlık yapıyordu!”
Avluda bir sessizlik…
Rüzgarı öldürmenize göz yumamam çünkü benim
“Elimi tutup büyütmedi ama kanımdan,” dedi Elif. “Sen kanı korumakla övünürsün ya… işte o kanı şimdi kendi elinle döktürmek istiyorlar.”
Boran’ın içinde yine iki dağ çarpıştı. Yaşlıların bakışları “Sınırsız merhamet zayıflıktır” diyordu. Ama Elif’in sözleri, Dilan’ın titreyen omuzları, “Oğlan da senin kanındandır” vurgusu… Bu iş artık sıradan bir kaçak gelin meselesi değildi. Asım açık açık oyun oynamıştı: Hem Elif’i kullanıyor, hem töreyi körüklüyor, hem de Boran’ı kendi kanıyla vurmaya çalışıyordu.
Tam o sırada konak kapısına uzaklardan toz kalktı. Bir atlı sürüyle birlikte gelen iki üç adam göründü. Nöbetçi bağırdı:
“Ağam! Asım’ın adamları geliyor!”
Avludaki hava buz kesti.
Elif Boran’a yaklaştı, neredeyse fısıldadı: “Beni geri aldığını, töreyi uygulayacağını söyle. Ama Dilan’la Rüzgar’ı öldürme. Onları başka yere sakla. Ben de burada kalayım. Asım senin zaafın olmadığını sansın.”
Boran ona baktı. Bu kız biraz önce dağdan kaçmış, şimdi kendi ayağıyla gelip kendini ateşe atıyordu. Bu, aptallık kadar cesaretti de.
“Bunu niye yapıyorsun?” diye sordu Boran, gözlerini kısmıştı.
“Çünkü ben özgürlüğe kaçtım ama arkada bıraktıklarımın kanıyla özgür olmak istemiyorum,” dedi Elif. “İstanbul’a dönsem bile bu lekeyle yaşayamam.”
Asım’ın adamları avlu kapısının önünde durdu. Yüzleri küstahtı.
“Boran Ağa!” diye seslendi içlerinden biri. “Asım Ağa diyor ki: ‘Kız bizdeydi, kaçmış. Şimdi senin elinde. Şartımız değişmedi. Reisliği bırakacaksın. Yoksa biz de töreyi kendi elimizle uygularız.’”
Konaktaki yaşlılar köpürdü. “Aşiretin iç işine karışıyorlar!”
Boran ağır adımlarla kapıya yürüdü. Bir elini havaya kaldırıp susturdu herkesi. Göz ucuyla Elif’e baktı. Sonra sert ve gür sesiyle konuştu:
“Kız kaçtıysa artık benim evimdedir. Benim nikâhlı karımdır. Kim onun için bu kapıya silah doğrultursa töreye değil bana karşı gelir.”
Adamlar gerildi. “Asım Ağa”
“Asım Ağa’ya söyleyin,” dedi Boran, gözleri çelik gibi parlayarak. “Reisliği bırakmam. Ama töreyi de uygularım. Kim ‘Dilan ile Rüzgar’ın kanı aksın’ dediyse önce gelsin yüzüme söylesin. Ben kendi evimde neyin hesabını veririm, neyin hesabını vermem bilirim.”
Bu söz dışarıya “Boyun eğmem” mesajıydı ama içeride Elif’in kulağına başka bir söz gibi geldi: “Onları öldürmek niyetim yok, bana zaman kazandırdın.”
Asım’ın adamları gergin gergin bakıp geri çekildiler. “Bu iş burada bitmez!” diye bağırdılar.
“Bitmez,” dedi Boran da. “Bu dağda hiçbir iş çabuk bitmez.”
Kapı yeniden kapandığında avluya ağır bir sessizlik çöktü.