2.Bölüm

1128 Kelimeler
2. Bölüm: Cehennem Kapısı Sabahın köründe avluda kadın sesleri, tavuk gıdaklamaları, uzaktan gelen ezan sesi birbirine karışmıştı. Elif, başını yastıktan kaldırdığında kendini hâlâ bir rüyanın içinde sanıyordu. Ama duvardaki tüfek, penceredeki demir parmaklıklar ve kapının önünde oturan yaşlı kadın gerçeği suratına tokat gibi çarptı. “Gelin hanım uyanmış ha,” dedi kadın, elindeki tespihi çevirirken. “Ağa çağırır birazdan.” Elif’in içi buz kesti. “Ben… ben biraz hava alabilir miyim?” Kadın dudaklarını büküp alayla baktı. “Burası İstanbul değil kızım. Burda nefes bile izinle alınır.” Elif’in eli titredi, başını çevirdi, gözleri duvardaki ayna parçasına takıldı. Karşısındaki yüz, o bildiği şehirli kız değildi artık. Saçları dağılmış, göz altları mor, dudakları kupkuruydu. “Ben buraya ait değilim,” diye fısıldadı kendi kendine. O sırada konağın aşağısında, Boran Ağa kahvesini yudumlarken kardeşi Dilan sessizce gözlerini kaçırıyordu. Abisinden af dilemek için gelmişti. Rüzgar’ın kaçırdığı o geceyi hâlâ unutamamıştı. Boran’ın sesi buz gibiydi: “Bu iş bitti Dilan. Elif burada kalacak, Rüzgar da uzak duracak. Yoksa kan dökülür.” Dilan, “Ama abi… kızın suçu ne?” diyemedi bile. O an, Boran’ın gözleri öyle keskin baktı ki, dili tutuldu. O bakış, “Bir kelime daha edersen seni de sustururum,” diyordu. O günün öğleni, zeynep Hanım ve eşi Yusuf Karahan Mardin’e geldiler. Yol boyunca dualar etmiş, “Elif bir terslik yaşamıştır, kesin bir yanlış anlaşılma vardır,” diye avutmuşlardı kendilerini. Köy meydanına geldiklerinde kadınların bakışları, erkeklerin suskunluğu bir anda içlerine işledi. “Biz Elif Karahan’ı arıyoruz,” dedi Kadın titreyen bir sesle. Köylüler başlarını önüne eğdi. Yaşlı bir adam yaklaştı: “Kızınız mı o? Şimdi Ağa’nın karısıdır. Törenin hükmü verildi, dönmez artık.” Zeynep Hanım’ın dizleri çözüldü, yere yığıldı. “Ne diyorsun sen? Evladım daha yirmisinde!” Adam omuz silkti, “Töre böyle. Rüzgar denen oğlan yüzünden bu iş buraya vardı.” Kadın ağlayarak kapıya koştu ama içeri giremedi. Kapının önünde duran Dilan araya girdi, “Gelin hanım içeride… ama konuşmak yasak.” Kadın, Dilan’ın ellerine sarıldı. “Kızım, ne olur bir haber götür. De ki annesi geldi. De ki dönsün İstanbul’a.” Dilan’ın gözleri doldu ama tek diyebildi: “Boran Ağa’dan habersiz nefes bile alınmaz burada.” O akşam, Elif odasında volta atıyordu. Kapının dışında nöbet tutan kadın, her adımında tespihini çevirmeye devam ediyordu. Kapı birden gıcırdadı, Boran içeri girdi. “Ne istiyorsan söyle, ama aynı odada kalamam,” dedi Elif. Boran’ın yüzü taş gibiydi. “Bu evde kim kiminle kalır, ben karar veririm.” Elif’in gözleri doldu. “Ben sana karı olmam. Bu töre değil, bu esaret!” Adam bir adım yaklaştı, gözlerini kısmıştı. “O zaman kaçmayı dene bakalım. Şu dağlarda seni kurt kapar.” Elif irkildi ama dik durmaya çalıştı. “Yine de denerim.” Boran gülümsedi, ama o gülümseme merhametten değildi. “Senin gibi şehirli kızlar, ilk karanlıkta ağlayarak geri döner.” Elif başını dik tuttu. “Ben şehirliyim evet. Ama senin gibi taş kalpli değilim.” Adam bir an sustu, sonra arkasını dönüp çıktı. Kapı kapandığında Elif soluğunu tuttu, yere çöktü. Yutkundu, “Kaçacağım,” dedi dişlerinin arasından. “Ya kaçarım, ya ölürüm.” O gece Elif pencereden dışarı baktı. Bahçede iki silahlı adam nöbet tutuyordu. Ay ışığı, duvarların üstüne sanki zincir gibi serilmişti. Dilan sessizce odasına girdi, elinde küçük bir bohça vardı. “Elif, bak… seni burada tutmak bana da zulüm. Ama dikkat et. Boran’a yakalanırsan…” Elif başını kaldırdı, gözleriyle yalvardı. “Yardım et bana.” Dilan bir an tereddüt etti, sonra cebinden küçük bir anahtar çıkardı. “Bu arka kapının anahtarı. Ama gece ay ışığı çok parlak, kimseye yakalanma.” Elif’in kalbi deli gibi atıyordu. Sabah olmadan kaçacaktı. Ama bilmediği bir şey vardı: Boran, o anahtarı çoktan fark etmişti. Elif sabaha karşı paltosunu giydi, bohçasını kolunun altına sıkıştırdı. Nefes almadan kapıya süzüldü. Nöbetçi kadının horultuları derinden geliyordu. Kapıyı sessizce çevirdi. Tık. Kapı gıcırdadı açıldı. Soğuk hava suratına çarptı. Dağdan gelen rüzgârda bir kurt uluması yankılandı. Elif’in ayakları çıplaktı, toprağa bastığında ürperdi. Kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. “Yürü Elif, hadi kızım… şimdi değilse hiç,” diye mırıldandı kendi kendine. Karanlıkta birkaç adım attı. Ardından bir ses duydu. Tetik sesi. Sonra bir erkek sesi: “Dur orada!” Elif’in nefesi kesildi. Bir anda kolundan yakalandı. Arkasını dönmeden biliyordu kimin tuttuğunu. “Bırak beni!” diye hırladı. Ama Boran’ın eli demir gibiydi. “Demek kaçacaktın ha? Daha nikâhın tazeyken.” Elif çırpındı, kolları acı içinde kaldı. “Senin karın değilim ben! Zorla ettiniz nikâhı!” Boran gözlerini kısarak baktı. “Ama artık benim adımı taşıyorsun. İster sev, ister nefret et. Kaçış yok.” Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü, öfkesiyle karıştı. “Senin adın, benim cezam!” diye haykırdı. Boran onu omzundan itti, yere düştü. “Beni delirtme Elif. Töreye baş kaldıran kadının sonu bellidir. Ben seni koruyorum, anlamıyor musun?” Elif dişlerini sıktı. “Korumuyorsun, kafese koyuyorsun!” O an Boran bir adım geri çekildi, ama sesi kısılmıştı. “Belki de haklısın,” dedi. Sonra başını çevirdi, “Ama artık dönüş yok. Herkes biliyor sen benim karımsın.” Elif, çamurun içinde titrerken, Boran bir an duraksadı. O kızın gözlerindeki ateş, yıllardır kimsenin cesaret edemediği bir meydan okumaydı. Ama töre, o bakıştan daha güçlüydü. Adam, “Yarın köy seni görsün, elbiseni giyip otur sofraya,” dedi ve yürüyüp gitti. Elif, dişlerini birbirine kenetledi. “Ben sofraya değil, mezara otururum daha iyi,” diye fısıldadı. O sabah, köyde herkes Elif’in “kaçmaya kalktığını” duymuştu. Kadınlar arkasından fısıldıyor, “Şehirli ne olacak, hepsi aynı,” diyordu. Yaşlı Hatçe Nine, kahvesini yudumlarken “O kızı tutamazlar, ya kaçar ya yakılır,” dediğinde kimse karşı çıkamadı. Dilan ise başını ellerinin arasına aldı. “Boran öğrenecek, ben verdim o anahtarı,” diye mırıldandı kendi kendine. O an kapıdan Boran girdi, gözleri karanlık gibiydi. “Kim verdi o kıza anahtarı?” dedi sertçe. Dilan sustu. “Konuş!” diye bağırdı Boran. Dilan ağlayarak, “Ben verdim abi,” dedi. “Kız dayanamadı, ölüyordu içeride.” Boran bir adım geri çekildi, yumruklarını sıktı. “Demek sen de onun tarafındasın…” “Taraf değilim, insanım sadece,” dedi Dilan. Ama Boran’ın gözleri kararmıştı. “Bu evde merhamet yok Dilan. Merhamet, zayıfı mezara sokar.” Akşam olduğunda, Elif odasında sessizce oturuyordu. Pencereden dışarı baktı, uzaklarda köyün tepesinde bir ışık yanıyordu. O ışık ona İstanbul’u hatırlattı: Beton, trafik, gürültü ama özgürlük. Buradaysa nefes almak bile günah gibiydi. Elif ellerini yumruk yaptı. Bir kez yakalandı ama pes etmeyecekti. “Bir daha deneyeceğim,” dedi kendi kendine. “Bu sefer kan da dökülse kaçacağım.” Kapının dışında tespih çekme sesi duyuldu yine. O monoton ses, zincir gibi beyninde yankılandı. Elif başını kaldırdı, gözleri kararlıydı artık. “Cehennemin kapısını bile aşarım,” dedi. “Yeter ki kurtulayım bu hayattan.” Ve o gece, avluda rüzgâr sert esti. Bir tarafında kader, öte tarafında töre. Ama Elif’in içinde büyüyen ateş, artık hiçbir zincirle durmayacak kadar güçlüydü.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE