Yazar’dan:
Ember odayı terk ettiğinde büyük bir kahkaha tufanı koptu. Sürgün için konseye doğru götürülüyordu.
Erean, “Varlığımız kalbimizde güzel hatıralarla anılsın,” diye alaycı ve tiyatral bir tonda söyledi.
Veyra, “Cidden, Darrel, bu kadarına gerek var mıydı? Hem yüzüğü de verdin, gerçekten içim sızladı.” Arkada sakladıkları yerden çıktılar; hepsi Darrel’in yakın arkadaşıydı.
Avenoth, “Gerçekten gidecek misin, Darrel?” diye sordu.
Darrel, “Öncelikle sevgili dostlarım,” diye eğilip tiyatro oyuncusu gibi oyun sonu selamı verdi, “bu olanlardan Katy’nin haberi olmamalı.” Asıl konuya girmek için boğazını temizledi, az önceki sevgi dolu halinden sıyrıldı. “Çocuklar, bana da hak verin artık; kimse melez çocuk yapmıyor, ve böyle az bulunan bir tür ile eğlenmesem olmazdı.”
“Katty seni bunun için öldürür,” dedi Veyra. Darrel’i seviyordu ama Katy de arkadaşıydı; böyle biri ile evleniyor olması onu üzüyordu.
Erean, “Elimde olsa ben de yapardım. Katy bunun için kimseyi suçlayamaz.” Avenoth sessiz kaldı. Ama Veyra kızmıştı. “Zaten sadakat senin gibi bir iblisten beklenecek şey değil, Erean!” diyerek üzerine yürüdü. Erean geri çekilmedi; üzerine yürüyen kadının yanında bitiverdi. Her zaman ondan hoşlanıyordu ama o kızdığında kendini ona zorla bağlamak istiyordu, sonsuz bir bağ ile evlilik kaçınılmazdı. Ama kendini tuttu, sadece onu sıkıca kendine çekti. “Veyra bebeğim, sana kaç defa dedim, bu çıkışların beni azdırıyor, ve sadakat doğru kişiye sunulur. Üzülme, sen benim için doğru kişisin ve sana taparım!” Veyra, baş döndüren sözlerin etkisine aldanmadan hızla geri çekildi.
“Kendinize oda bulun, çocuklar,” dedi Avenoth ve konunun değişmesine müsaade etmedi. Darrel söze girdi.
“Yüzüğü ona verdim çünkü aptal Katy, daha ondan hevesimi alamadan her şeyi mahvetmişti. Sadece bir kere; çocuklar, tek bir beraberlik kime yeter?”
Erean kıkırdadı. En sevdiği konuydu seks. Ve sadece dinlemekle kalmamış, arkadaşının anılarını bizzat görmüştü; melezi nasıl becerdiğini, yani. Henüz alt sınıf melekler olduklarından formları ve yaşamları insanlara benziyordu; çünkü maddesel şeyleri yönetmek, ruhani bir ışığı yönetmekten ve eğitmekten daha kolaydı. Üst seviyeye ulaşabilen melekler her iki formda dolaşabiliyordu.
“Yani yüzük ile beni çağırdığında, onunla yeniden beraber olabileceğim,” dedi Darrel büyük bir keyifle.
Veyra, “Bu bağınıza zarar verir, Darrel. Katy bunu hisseder. Seni son seferinde zorla affetti zaten.”
“Bana oldukça kapılmış durumda, eminim affeder. Hem sadece bir sefer daha, bir şey olmaz.”
Veyra sinirle arkasını döndü. “Annen gibi iblis olmalıydın, Darrel sana daha uygun olurdu! Meleklerini şanını lekeliyorsun!” söylenerek kapıyı vurdu ve çıktı.
Ama Katy uzaktan bir yerde enerjisini gizleyerek onları dinlemişti bile.
Bu sırada Ember’in düşüşü kaçınılmaz bir şekilde başlamıştı. Kendini birkaç saniye süren ama ona dakikalar gibi hissettiren bir ışık dalgasında buldu; sonrasında ise ormanlık bir yerde, hiçliğin ortasında, sandığı yere düştü. Korku ile etrafına baktı; karanlıktı, kimse yoktu. Gökyüzü gürledi, şimşek çaktı. İlahi bir uyarıcı gibi gelmişti Ember’e. Çıplak ayakları ile koşmaya başladı, bir o yana bir bu yana koşturdu bir çıkış bulmak için, ama yolu bulamıyordu.
Ember, karanlık ormanda saatlerce yol aradı. Yağmurun her damlası tenine değdikçe acıyordu sanki. İnce elbisesi vücuduna yapışmış, saçları yüzüne karışmıştı. Her adımda ayakları çamura gömülüyor, nefesi buhar gibi havaya karışıyordu.
“Lütfen…” dedi kendi kendine, sesi titrek ve kısık. “Bir yol… sadece bir yol…”
Fakat ne ışık vardı ne ses. Gök, kara bulutlarla kapanmış, yağmur aralıksız yağıyordu. Ember dizlerinin üzerine çöktü. Kollarını sarmalayıp başını eğdi.
“Ben ne yaptım ki?” diye fısıldadı.
Şimşek bir kez daha çaktı, gökyüzü bembeyaz kesildi. Gözlerini kapadı; o an yeryüzüyle gökyüzü arasındaki tüm bağ kopmuş gibi hissetti.
Sabaha kadar yürüdü. Yağmur durmadı. Ayakları şişmiş, dudakları morarmıştı. Artık yön kavramını yitirmişti. Ne bir kuş sesi, ne bir su akışı… Sadece kendi nefesinin ve kalbinin atışını duyuyordu.
Sonra bir ağacın dibine yığıldı. “Biraz… sadece biraz dinleneyim…” dedi. Fakat o “biraz”, sonsuzluğa uzandı.
Göz kapakları ağırlaştı. Vücudu titriyordu. Başını dizlerinin üzerine yasladı. Son gördüğü şey, sabahın ilk ışıklarının sisin arasında titrek bir şekilde süzülmesiydi.
“Hey! Sen iyi misin?”
Uzaklardan bir ses yankılandı. Yumuşak ama telaşlıydı. Ardından kuru dalların kırılma sesi geldi.
“Tanrım… bu da kim?”
Bir çift el, Ember’i omuzlarından hafifçe çevirdi. Göz kapakları aralandı. Önünde, yaşları yirmilerinde olabilecek, iri gözlü, sevimli bir genç kadın vardı. Üzerinde kalın bir kamp ceketi, başında kapüşonu, yanında küçük bir çadır.
“Beni duyabiliyor musun? Lütfen dayan,” dedi kadın, sesi panikle karışık bir şefkat taşıyordu.
Ember’in dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Kadın hemen sırt çantasından bir battaniye çıkardı, onun üzerine örttü.
“Islanmışsın, buz gibisin…”
Kamp ateşine koştu, birkaç dal parçası ekleyip alevi büyüttü. Sonra geri dönüp dizlerinin üzerine çöktü.
“Adın ne? Beni duyabiliyor musun?”
Ember hafifçe başını salladı, sesi neredeyse rüzgârla aynı tondaydı.
“Em… Ember…”
Kadın rahatladı. “Pekala Ember, ben Livia. Şanslısın, buradan her zaman kimse geçmez. Sanırım seni kader buraya düşürdü.”
O an, Ember’in bilinci yeniden karanlığa çekildi. Livia onu kollarına alıp çadırına taşıdı. Yağmur hâlâ sürüyordu ama bu defa Ember ilk defa üşümüyordu.
Ember gözlerini açtığında, odanın içi loş bir sabah ışığıyla aydınlanıyordu. Tavanda ince ahşap kirişler, duvarda el yapımı dokumalar vardı. Yumuşak bir battaniyenin altındaydı, üzerine serilmiş mis gibi lavanta kokulu bir yorgan.
Bir süre nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Kafası dönüyordu, boğazı kurumuştu. Yataktan doğrulmaya çalışırken, mutfak tarafından gelen sesle irkildi.
“Uyanmışsın!”
Elinde tepsiyle içeri Livia girdi. Kıvırcık kestane saçları dağılmış, yüzü sabah ışığında parlıyordu. Üzerinde örgü bir kazak, elinde buharı tüten bir kupa vardı.
“Az daha endişeden deliriyordum. İki gündür ateşin vardı. Neyse ki şimdi gayet iyi görünüyorsun.”
Ember şaşkınlıkla çevresine baktı. Küçük ama sıcacık bir evdi burası. Pencereden dışarıda ormanın sisleri görünüyordu.
“Beni sen mi buldun?” dedi kısık sesle.
“Evet,” dedi Livia, gururlu bir gülümsemeyle. “Gece kamp yapıyordum, seni yerde buldum. Donmak üzereydin. Şansına o sırada yağmur da dinmişti. Evim yakındı, buraya getirdim.”
Ember dudaklarını araladı. “Teşekkür ederim… minnettarım.”
Livia sandalyeye oturdu, çayından bir yudum aldı. “İstersen anlatmak zorunda değilsin ama… ne oldu? O halinle ormanda tek başına ne arıyordun?”
Ember sustu. Düşündü. Yalan söylemek istemiyordu. Kendisini kandırmak da istemiyordu.
Sonra başını kaldırdı. “Ben… sürgün edildim.”
Livia bir an duraksadı, sonra gülümsedi. “Sürgün mü? Yani… şehirden mi kovuldun? Ne yaptın, birinin kalbini mi kırdın yoksa?”
Ember başını iki yana salladı. “Hayır, ben şehirden değilim. Ben… bir meleğim. Artık değilim. Beni gökyüzünden sürdüler.”
Sessizlik.
Livia çayını bıraktı, yüzüne yumuşak bir ifade yerleşti.
“Yani... bir melektin?”
“Evet,” dedi Ember, sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Bir melekten doğdum. Ama yarım kanlıyım. Yarı insan, yarı melek. Bu yüzden... onlar için kirliyim.”
Livia başını hafifçe eğdi. Dudaklarında sabırlı bir gülümseme vardı, tıpkı bir çocuğun oyununu bozmamak isteyen bir yetişkin gibi.
“Anlıyorum… demek yarı melek, yarı insan.”
Ember, onun bakışındaki o şefkatli ama inanmaz ifadeyi fark etti.
“Bana inanmıyorsun.”
“Ah hayır, inanıyorum tabii,” dedi Livia hemen, gülümsemesini koruyarak. “Bazen insanlar geçmişlerini farklı anlatır. Travma, korku, suçluluk... her şey olabilir. Kiminin meleği başka, kiminin cehennemi başka.”
Ember gözlerini kaçırdı. Kalbi sızladı ama sinirlenemedi. Çünkü Livia’nın sesi gerçekten şefkat doluydu.
“Ben yalan söylemiyorum,” dedi sadece.
Livia yavaşça elini onun elinin üzerine koydu. “Biliyorum Ember. Ne yaşadıysan, buradasın. Şu an güvendesin. Diğer her şeyi sonra düşünürüz, tamam mı?”
Ember gözlerini kapattı. Bu dokunuşta yargı yoktu, sadece sıcaklık vardı.
Ember, Livia’nın yanında kalmaya karar verdiğinde ne yapacağını tam olarak bilmiyordu. Nereye gideceğini de. Ama Livia’nın sıcacık, güven veren hâli o kadar doğaldı ki, kalmak… gitmekten daha kolay gelmişti.
Livia kendi başına yaşamayı öğrenmiş biriydi. Elektriği için güneş paneli kullanır, suyunu kuyudan çeker, yiyeceğini kendi eker biçerdi. Sabahları güneşle uyanır, akşamları orman sessizleştiğinde ateşin başında kitap okurdu. Ember ilk günlerde sadece izledi; onun nasıl bu kadar kolay yaşadığını, tek başına nasıl ayakta kaldığını anlamaya çalıştı.
Bir sabah Livia, elinde kova ile kapıya dayandı. “Uykucu! Güneş doğdu bile, hadi kalk. Su almam gerekiyor.”
Ember battaniyeyi başına çekti, mırıldandı. “Su mu alacaksın? Nereden?”
“Kuyudan,” dedi Livia gülerek. “Şehirden gelmediğine göre kuyu görmüşsündür?”
Ember şaşkınlıkla başını iki yana salladı. “Bizimkiler suyu yağmurdan alırdı. Işıktan arıtılırdı.”
Livia kahkahasını tutamadı. “O zaman ışıkla arıtmayı bana öğret, ben de sana kova taşımayı!”
Birlikte dışarı çıktılar. Toprak hâlâ nemliydi. Ember çıplak ayaklarıyla bastığı zeminden gelen serinliği hissetti; ürperdi ama hoşuna da gitti. Kova dolduğunda Livia gülerek, “Aferin, melek artık köylü oldu ha,” dedi. Ember istemsizce gülümsedi.
Zamanla Livia’nın işlerine yardım etmeye başladı. Bahçeye tohum ekerken ona sordu:
“Bu tohumlar neden böyle tek tek gömülüyor?”
Livia elindeki küçük küreği ona uzattı. “Çünkü her biri bir yaşam. Hepsi kendi yerini ister. Koy bakalım sen de bir tane, nasıl hissettiriyor?”
Ember tohumun üstünü örttü, ellerine bulaşan toprağa baktı. “Sıcak... canlı gibi.”
“Evet,” dedi Livia, “ama sen melek olduğun için hissediyorsundur zaten.”
Ember başını kaldırdı. “Ben gerçekten öyleyim.”
Livia gülümsedi. “Ahh evet, biliyorum tatlım, biliyorum.” Ama gözlerinde hâlâ o nazik ama inanmayan ışık vardı. Ember bunu fark etti, içi sızladı ama sessiz kaldı. Livia onun inancına alayla değil, şefkatle yaklaşmıştı.
Günler birbirini kovaladı. Ember su taşımayı, bahçede yabani otları ayıklamayı, tavukları yemlemeyi öğrendi. Güneş panellerinin nasıl çalıştığını merak ettiğinde Livia onu çatıya çıkardı.
“Bak, güneş varsa elektrik var! Kabloya dokunma, çarpar o!” dedi Livia uyararak.
Ember elini havaya kaldırıp ışığı avuçladı. İnce bir huzme avuçlarının arasında dans etti.
“Ben buna dokunurum ama bu yakmaz.”
Livia önce büyülenmiş gibi baktı, sonra kahkahayla güldü. “Tabii tabii, ben de dün yıldırımı yakaladım!”
Ember gülümsedi. “İstersen gösterebilirim.”
“Gösterme! Şu çatıya düşürme yeter bana,” diye karşılık verdi Livia gülerek.
Akşam olduğunda verandada birlikte oturur, Livia keçi sütünden yaptığı sıcak içeceği uzatırdı. “Bir haftadır buradasın Ember. Hiç bu kadar sessiz bir misafirim olmamıştı,” derdi.
Ember fincanı ellerinin arasında ısıtarak yanıt verirdi. “Ne diyeceğimi bilemiyorum bazen. Teşekkür ederim… beni kabul ettiğin için.”
Livia gülümsedi, gözleri yumuşaktı. “Teşekkür mü? Ben yalnız bir kadınım. Sen gelmeden önce kendi sesimle konuşuyordum. Birinin varlığı iyi geldi. Hem artık kuyudan su çekebilen, tavukları yakalayabilen bir meleğim var, daha ne isterim?”
Ember hafifçe güldü. “Işık seninle olsun.”
Livia fincanını onun fincanına dokundurdu. “Ve seninle, küçük melek.”
O an Ember sustu. Güneş dağların ardında kaybolurken ormanın üzerine altın bir sessizlik çöktü.
Günler birbirini kovalamaya devam etti. Ember artık bu yeni hayata alışmıştı. Sabahları Livia’dan önce uyanır, evi havalandırır, su kovalarını hazırlar, bahçede otları ayıklar hale gelmişti.
Livia ne zaman teşekkür etmeye kalksa, Ember başını iki yana sallardı.
“Sen bana hayat verdin Livia. Biraz yardım etmek… borcumdur.”
Livia ise gülerek karşılık verirdi.
Bu sabah da öyleydi. Hava durgundu, gökyüzü gri bulutlarla örtülmüştü. Ember kuyunun başına geldi, kovayı saldı, zincirin sesi sessizliği yararak yankılandı. Suya uzanırken bir şey dikkatini çekti; bir gölge, suyun yansımasında kısa bir an belirip kayboldu. Başını kaldırdı, etrafa baktı.
Hiç kimse yoktu.
“Belki ışık oyunudur,” diye mırıldandı. Ama içindeki huzursuzluk geçmedi. Kova ağırlaşınca suyu çekip eve götürdü.
Livia verandada ekmek hamuru yoğuruyordu.
“Ne oldu? Rengin atmış,” dedi.
Ember başını iki yana salladı. “Bir şey değil. Sanırım suyun içinde bir şey gördüm.”
Livia kaşlarını kaldırdı. “Balık mı? Yoksa yine ışıkla konuşuyordun da ben mi duymadım?”
Ember gülümsemeye çalıştı. “Hayır, bu defa farklıydı. Sanki biri beni izliyordu.”
Livia hamurla uğraşmaya devam etti. “Bu orman tuhaf seslerle doludur. Rüzgâr bile bazen konuşur gibi olur. Boş ver, aklını yorma.”
Ama Ember’in içi rahat etmedi. Gün boyunca o gölge hissi peşini bırakmadı. Bahçede, kuyuda, hatta evin önünde bile birilerinin bakışlarını omzunda hissediyordu.
Akşam olunca Livia’ya yeniden açıldı.
“Livia… yemin ederim biri var. Ağaçların arasında geziyor. Ses duydum, gölge gördüm.”
Livia sandalyesine yaslandı, sesinde hâlâ o tatlı şefkat vardı.
“Tatlım, senin hayal gücün biraz fazla çalışıyor olabilir. Belki hâlâ rüya ile gerçek arasında gidip geliyorsundur. Bunca şey yaşadın sonuçta.”
Ember sessizce başını öne eğdi. “Belki öyledir.”
Ay yükseldiğinde, evin dışı sessizliğe bürünmüştü. Livia uyumaya hazırlanıyordu, Ember ise pencerenin kenarında oturmuş dışarıyı izliyordu. Gecenin karanlığına rağmen orman tuhaf bir şekilde kıpır kıpırdı; sanki her ağaç nefes alıyordu. Sonra bir hışırtı duyuldu. Ardından metal sürtünmesine benzeyen tiz bir ses. Ember yerinden fırladı.
“Livia!”
Livia gözlerini açtı. “Ne oldu?”
“Dışarıda biri var!”
“Yine mi başlıyoruz Ember? Lütfen—”
Cümlesini bitiremeden pencerenin hemen arkasından bir gölge geçti. Kalın, biçimsiz, insana benzeyen ama tam da öyle olmayan bir siluet. Gözleri, sanki içlerinde yanıyormuş gibi, solgun bir ışıkla parladı.
Cam bir anda çatladı.
Livia refleksle geri çekildi, nefesi kesildi. Ember’in sözleri zihninde yankılandı: “Biri beni izliyordu.”
Bir çığlık attı. “Tanrım… bu da ne böyle?!”
Ember onu kolundan çekip odanın köşesine sürükledi.
“Sakın ses çıkarma,” dedi kısık bir sesle. “Sanırım beni arıyorlar.”
Livia titriyordu. “Seni mi? Kim— kim bunlar?”
“Gölgeler,” dedi Ember, nefesi hızlanmıştı. “Onlar gölge iblisleri. Çok iyi avcılardır. Neden benim için geldiler bilmiyorum.”
Kapı gıcırdadı. Dışarıda bir şey hareket ediyordu, ağır ve bilinçli adımlarla.
Livia saçlarından geçirdi parmaklarını. Sadece kendi travmalarını bu şekilde saklayan zavallı bir kız sanmıştı Ember’i. “Yani tüm bu her şey gerçek mi! İnanamıyorum!”
Ember üzgünce başını salladı. Onu da kendi cehennemine çekmişti istemeden ve bu onu hüzünle boğuyordu.
“O halde Ember, madem meleksin, yap bir şeyler! Işın kılıcı filan yok mu senin?! Ya da parıltılı bir kırbacın?”
Ember anlamazca baktı; hangi meleğin ışın kılıcı vardı, üstelik o neydi ki?
“Yok kılıcım filan! Ben sadece melezim, hiç gücüm yok!”
Livia, “İşte şimdi sıçtık,” diye geçirdi içinden. Hâlâ olanları kavrayamamıştı ama sorgulamaya vakit yoktu ve işe koyuldu. Sobanın demirini aldı eline, kendini savunmak için pozisyon aldı.
Ember onun bu yetersiz mücadelesini gördüğünde kalbi sızladı. Ona bunu yaşatmaya hakkı yoktu.
Ember’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Livia’nın elindeki demir soba parçası, titreyen parmaklarının arasında sanki her an düşecek gibiydi. Dışarıdan gelen sesler daha da yaklaşıyordu; gölgeler kapının önünde birikirken hava sanki ağırlaşıyor, her nefes almak biraz daha zorlaşıyordu.
Ember gözlerini Livia’ya çevirdi. Bu iyi kalpli, masum kadını kendi karanlığına bulaştırmıştı. Sesini titrek ama kararlı bir şekilde çıkardı:
“Livia… istedikleri benim. Her şey için teşekkür ederim ama seni bu savaşa sürüklemeye hakkım yok.”
“Ne diyorsun sen Ember, nereye—”
Cümlesini tamamlayamadan Ember kapıyı açtı ve dışarı fırladı. Soğuk gece havası yüzüne çarptı, çıplak ayakları toprağa saplandı. Gölgeler hemen peşine düştü; sessiz, süratli ve neredeyse görünmez bir şekilde. Ağaçların arasına daldığında rüzgâr saçlarını savurdu, kalp atışlarının sesi kulaklarında yankılandı.
“Beni istiyorsanız, gelin o zaman!” diye bağırdı karanlığa.
Bir gölge hemen ardında belirdi, ardından bir diğeri. Ember ellerini kaldırdı, içindeki küçük bir parıltıyı çağırmaya çalıştı ama... hiçbir şey olmadı. Ne ışık, ne sıcaklık... sadece derin bir sessizlik. Belki bir an için melek gücüm vardır ve ortaya çıkar diye düşünmüştü.
Köklerin arasına takılıp sendeledi, dizleri toprağa değdiğinde gölgelerden biri şekil almaya başladı. Karanlığın içinden uzun, kemiksi parmaklar, ardından solgun, neredeyse metalimsi bir yüz çıktı. Gözleri içten içe yanan gri bir ışıkla parlıyordu.
Ember geri çekildi, nefesi kesilmişti. “Uzak dur benden!”
Gölge, sesi insanla karışık bir fısıltıyla konuştu:
“Kaçamazsın, melez. Kimse bizden kaçamaz!”
Ember bir adım geri attı, gözleri korkuyla büyümüştü.
“Kim… kim gönderdi seni?”
Varlık bir an sustu, sonra o boğuk sesiyle eğilip kulağına fısıldadı:
“Katy’den selamlar ile…”
O an, elindeki siyah kılıç ay ışığını yansıttı; kılıcın kenarlarında mavi mühürler yanıp sönüyordu, sanki göğün metalinden dövülmüştü. Ember’in gözleri o ışığa takılı kaldı.
Ağaçların arasındaki o lanet sessizlik, iblisin kılıcı havayı yardığı an bir patlamayla bozuldu.
Gökyüzünü yırtarcasına bir ses yankılandı.
Ember gözlerini sıkıca kapattı ama beklediği acı hiç gelmedi.
İblisin gövdesinden duman yükseliyor, yanık kükürt havayı dolduruyordu.
Bir adım geriye sendeledi yaratık, çığlığa benzer bir ses çıkardı.
“Geri çekil!” diye bir ses gürledi karanlıktan.
Ember başını kaldırdı. Ağaçların arasından bir adam çıkıyordu; uzun paltosu rüzgârda savruluyor, elinde eski görünümlü ama ölümcül bir silah parlıyordu. Namlu hâlâ sıcak, içinden ince bir duman tütüyordu.
İblis tiz bir iniltiyle geri çekildi, derisinden buharlar yükseliyordu. Silahın içindeki tuz, derisine temas ettiği anda onu yakmaya başlamıştı.
Adam ikinci kez tetiğe bastı.
Bir patlama daha.
Bu defa gölge tiz bir çığlıkla geri sıçradı ve ormanın derinliklerine doğru karanlığa karışarak kayboldu.
Bir süre sadece cırcır böceklerinin sesi kaldı.
Ember, dizlerinin üzerinde hâlâ nefes nefeseydi. Adam ağır adımlarla yaklaştı, tüfeğini omzuna astı. Gözleri dikkatle onu süzüyordu.
“Demek sen o kızsın,” dedi.
Sesi tok, biraz da yorgundu.
Ember şaşkınlıkla baktı. “Beni tanıyor musun?”
Adam hafifçe başını eğdi. “Seni tanımayan kalmadı. O gölgeler senin izini haftalardır sürüyor.”
Bir an durdu, sonra elini uzattı. “Adım Kael. Avcıyım. Ve sanırım sana bir süre koruma gerekecek.”
Ember tereddütle eline baktı, sonra Kael’in elini tuttu. Soğuk, nasırlı bir avuçtu ama güven veren bir ağırlığı vardı.
“Teşekkür ederim,” dedi Ember, sesi kısılmıştı. “Eğer sen olmasaydın—”
Kael karanlığa baktı, gözleri hâlâ tetikteydi.
“Henüz güvende değiliz,” dedi alçak sesle. “O iblis geri dönecek. Ve bu kez yalnız olmayacak.”
Ember’in yutkunduğunu duydu, başını kaldırıp ona baktı.
“Peki şimdi ne yapacağız?”
Kael, tüfeğinin namlusuna yeni bir kartuş sürdü.
“Şafak olmadan buradan gitmeliyiz. Ve eğer hayatta kalmak istiyorsan, bana güvenmek zorundasın.”
“Arkadaşım Livia ormanda.”
“Ondan uzak kalman onun hayrına. Senin peşindeler, ona zarar vermezler.”
Ember sessizce başını salladı. Kuyunun yankısı, iblisin fısıltısı ve Kael’in sert sesi birbirine karıştı.
Ve o andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.