Lina, Mısır’dan döneli üç hafta olmuştu. Kardeşi Ethan’ın hastane odası, artık onun için bir sığınak olmaktan çok, hayatındaki korkunç pazarlığın sürekli bir anıtıydı. Ethan günden güne güçleniyor, kanser hücreleri geri çekiliyordu. Mucize gerçekleşmişti. Doktorlar şaşkın, ailesi minnettardı. Ancak bu, Lina’nın içindeki kaosu dindirmeye yetmiyordu.
Gündüzleri, Londra’nın gri ve yağmurlu havasına uyum sağlamaya çalışıyordu. Ethan’a bakıyor, üniversitedeki derslerini yakalamaya çalışıyor ve ailesine her şeyin "yolunda" olduğunu kanıtlamak için zoraki bir normalleşme maskesi takıyordu. Oysa her anı, iki gerçeklik arasında bölünmüş durumdaydı.
Bir yanda, Ethan’ın iyileşen gülümsemesi vardı. Diğer yanda ise, sol kolundaki küçük, oval yanık izi. Mumyanın onu rüyada dokunduğu yer.
Lina’nın hayatındaki en büyük zorluk, kendi bedeniydi. Mumya, sadece bekâretini değil, bütün duyusal haritasını yeniden çizmişti.
Herhangi bir erkeğe yaklaştığında (bir doktor, bir garson, hatta televizyondaki bir aktör) hissettiği şey, yoğun bir tiksinme ve yavanlık karışımıydı. Onların enerjisi, modern kokuları ve basit fiziksel varoluşları, Mısır’daki o kadim, karmaşık arzu ve dehşet karışımının yanında dayanılmaz derecede sönük kalıyordu.
Duşlar işkenceye dönüşmüştü. Sıcak su damlaları cildine değdiği anda, zihni anında o karanlık, nemli mezar odasına sıçrıyordu. Gözlerini kapattığında, kemikli parmakların tenindeki baskısını hissediyor, kadim nefesin ağırlığını hayal ediyor ve utanç verici bir hızla uyarılıyordu.
Bir akşam, evde tek başınayken dayanamadı. Gözleri kapalı, parmaklarını kendi bedeninde gezdirdi. Ancak bu dokunuşlar, sadece canlanmak yerine, onu hayal kırıklığına uğrattı. Aradığı derinlik, o ruhsal titreme yoktu. Sadece mumyanın dokunuşunun bıraktığı boş bir yankıydı bu. O an anladı: Mumya’nın ona verdiği haz, fiziksel bir tepkiden ibaret değildi; bir enerji aktarımıydı, bir büyüydü. Başka bir insanda, hatta kendisinde bile bu hazzı bulamayacaktı. Bu düşünce, onu hem dehşete düşürdü hem de mumyaya olan bağımlılığını derinleştirdi.
Zaman geçtikçe, Lina mumyanın yaklaştığını hissetmeye başladı. Bu, mantıkla açıklanacak bir şey değildi; içgüdüsel, ruhsal bir algıydı. Tıpkı bir fırtınanın yaklaşmasını hissetmek gibi.
Koku: İlk başta sadece hayal gücü sandı. Bazen, özellikle kapalı ve nemli ortamlarda—metroda, kütüphanenin eski kitap raflarının arasında—burnuna garip, tatlı ve metalik bir koku geliyordu. Çürüme değil, o değildi. Daha çok, yüzyıllık baharatların, tozun ve kurumuş kutsal yağların karışımıydı. Bu koku, her geldiğinde, Lina’nın kalbi hızlanıyor, klostrofobik bir panik dalgasıyla sarılıyordu.
Hiyeroglifler: Lina, bir akşam üniversite kütüphanesinde, Mısır tarihi üzerine bir kitap araştırırken, bilincinin ani bir darbeyle sarsıldığını hissetti. Kitabın sayfasında, mumyanın rüyasında ona 'ödülün' diyerek verdiği zarfın üzerindeki sembol vardı. Bu, bilinen bir hiyeroglifti: Ka (Ruh/Yaşam Gücü).
Ancak sembolün yanında, çok daha nadir ve karmaşık bir metin vardı. Metin, "Birleşimin Büyüsü" (The Spell of Unification) başlıklı bir metnin parçasıydı ve şöyle diyordu: “Ruhu bedenden ayrılmış olanın, ancak bir bakirenin yaşam gücü (Ka’sı) ile tam birleşimi sağlanabilir. Kan bağı ile korunan Ka, laneti kırar, ancak Beden’i (Ba) da kendine mühürler.”
Lina, bunun sadece kardeşinin hayatını kurtarmakla ilgili olmadığını anladı. Mumya, onun Ka (yaşam gücü) sayesinde uyanmış ve şimdi de onun Ba (ruhsal kişilik) parçasına sahip olmuştu. Aralarındaki bağ, sadece bir aşk değil, kozmik bir enerji alışverişiydi.
Titreşim: Bir haftanın sonunda, hisleri daha da keskinleşti. Lina, yalnız kaldığında etrafındaki havada alçak bir frekans titreşimi hissediyordu. Tıpkı bir hoparlörün çok kısık bir seste bas çalması gibiydi. Bu titreşim, mumyanın ona olan mesafesiyle doğru orantılıydı; titreşim ne kadar güçlüyse, o kadar yakındı.
Lina, mumyanın adını bilmediğini hatırladı. O gece orada, kendisini getiren adamdan ne adını sormuştu ne de adam ona söylemişti. Sadece mumya, rüyasında ona, "Ben, senin ruhunun beklediği kişiyim," demişti.
Lina, paniklemeden ve kimseye bir şey belli etmeden, araştırmaya başladı. Üniversitenin Antik Mısır Veritabanı’nı kullanarak, zarfındaki Ka sembolünün yanına eklenen nadir hiyeroglif kombinasyonunu arattı. Saatler süren bir arayışın sonunda, sadece tek bir sonuca ulaştı:
İsim: Neb-Kha-Ra (Altın Ruhların Efendisi)
Unvan: On Sekizinci Hanedanlığın kayıp prensi.
Lanet: Savaşta değil, ruhani bir ritüel sırasında öldürülmüş ve bedeni, ruhu tamamen ayrılmadan mühürlenmişti. Lanetin, yalnızca "yabancı kanından bir bakirenin Ka’sını emmesiyle" kırılabileceği yazıyordu.
Lina okudukça midesi kasıldı. O, bir anlaşmanın basit bir kurbanı değildi. O, yüzyıllık bir büyünün kilit taşıydı. Ve Neb-Kha-Ra, sadece lanetini kırmakla kalmamış, aynı zamanda onu kendisine bağlamıştı.
Bir pazar akşamı, Lina evde oturmuş, yorgunluktan bitap düşmüş bir halde ders çalışıyordu. Ethan, hastanede çok daha iyiydi ve ailesi de onun yanındaydı. Ev bomboştu.
Birden, titreşim dayanılmaz bir seviyeye yükseldi. Tıpkı bir uçağın hemen üzerinde alçaldığı andaki bas sesi gibi, kulaklarında uğulduyordu. Koku yoğunlaştı; artık hafif değil, nefes kesici, tatlı ve küf gibi ağırdı.
Lina’nın bedeni anında tepki verdi. Bütün kılları diken diken oldu, ama bu bir korku titremesi değildi. Bu, saf, yoğun bir arzuyla karışık bir titremeydi. Kadınlığında ani bir sıcaklık dalgası hissetti. Sanki mumya, bir anlığına ona dokunmuş gibiydi.
Kalbi boğazında atarken, yavaşça pencereye yöneldi. Dışarısı, Londra’nın bilindik kasvetli karanlığıydı. Hiçbir şey yoktu. Ama titreşim, evin tam giriş kapısında yoğunlaşıyordu.
Titrek bir nefes alıp kapıya yürüdü. Kapının ahşap yüzeyinden yayılan soğukluk, içerideki havadan farklıydı; Mısır’ın yeraltı mezarlarının ölümcül soğukluğuydu.
Kapıya yaklaştı. Eli, kapının tokmağına uzandı ama dokunamadı.
“Yakında, Lina. Çok yakında...”
Mumyanın sesi, bu kez rüyada değil, zihninin tam ortasında, kendi sesi gibi yankılandı.
"Kim olduğunu bilmiyorsun. Neden ben?" diye fısıldadı Lina, gözleri dolu dolu. "Neden beni seçtin, Neb-Kha-Ra?"
Cevap, kapı kolunun arkasından, derin, tok ve nefes kesici bir tınıyla geldi: "Çünkü senin çaresizliğin, benim özgürlüğümün tek anahtarıydı. Ve sen, benimle o tabuta girmeyi seçtin. O seçimi yaptıktan sonra, kim olduğun önemsizdi. Artık önemlisi... olacağın şey."
Ardından titreşim, koku ve soğukluk aniden kesildi. Ev, anında İngiltere’nin sıradan, soğuk ve sessiz bir evine dönüştü. Lina, kapının tokmağına yaslandı, nefes nefese.
Biliyordu. Mumya, şu an evin dışındaydı. Kapının eşiğinde durmuş, onu izlemişti. Gücü, artık onunla fiziksel bir temas kurmaya yetecek kadar artmıştı.
Lina, yavaşça kapıdan çekildi. Kapının ahşap yüzeyinde, kapı tokmağının hemen altında, kumun kuru izleri vardı.
Neb-Kha-Ra, sadece bir rüya değildi. O, Londra’daydı. Ve gelmişti.
Lina, kendi utanç verici arzusunun ve ruhsal bağın gücüyle hareket ederek, kapıyı içeriden iki kez kilitledi. Ancak biliyordu ki, yüzyıllık bir laneti kırmış olan kadim bir varlık için bir ahşap kapıdan fazlası, sadece zaman meselesiydi.
Lina, hayatını devam ettirmeye çalışıyordu. Artık evden çıkmak zorundaydı. Kardeşi iyileşiyordu; Lina’nın da öyle görünmesi gerekiyordu. Tekrar üniversiteye gitmeye başladı. Ancak kampüs, Londra’nın kalbinde bile, Mısır’dan gelen tehdit için güvenli bir sığınak değildi.
O sabah, Tarih Bölümü binasının büyük, gotik kemerli kapısından içeri girerken, içindeki titreşim hafifçe başladı. Kalbi hızlandı. Mumya yakındı. Bu, artık sadece bir his değil, bir alarmdı.
Koku, bu sefer hemen gelmedi. Ama titreşim, vücudunun her hücresini uyararak, Neb-Kha-Ra’nın (Altın Ruhların Efendisi) kampüsün duvarları içinde olduğunu fısıldıyordu.
Lina, dersliğe doğru yürürken, ana avlunun ortasında toplanmış öğrencileri ve öğretim görevlilerini yarı bilinçli bir dikkatle izliyordu. Onu ilk gördüğünde kalbi bir an durdu.
Avlunun ortasındaki tarihi çeşmenin kenarında, kendinden emin bir şekilde dikilmişti.
Bu, mumya değildi.
Bu, rüyasında gördüğü silüetin, tamamen bedene bürünmüş haliydi.
Uzun boyluydu, geniş omuzları ve dar kalçaları vardı. Üzerinde, modern ama kusursuz dikilmiş, koyu antrasit renginde bir takım elbise vardı; kumaş, vücudunun heykel gibi çizgilerini vurguluyordu. Saçları gece kadar siyahtı, geriye taranmış ve bakımlıydı. Yüzü… Yüzü, Antik Mısır heykellerinden fırlamış gibi, keskin ve kusursuzdu. Gözleri, koyu ela ve delici bir yoğunlukla parlıyordu. Yüzyılların bilgeliği, o gözlerdeki bir anlık bakışla hissedilebilirdi.
Neb-Kha-Ra, şimdi bir insandı.
Ancak Lina, onu kıyafetlerinden ya da kusursuzluğundan tanımadı. Onu, yanındaki adamdan tanıdı.
Mumyanın yanında, Lina'yı Mısır'daki mezara götüren, uzun boylu, ketum adam duruyordu. Adam, şimdi bir koruma gibi, birkaç adım geride bekliyor, gözleri sürekli etrafı kolaştırıyordu. Adamın yüzündeki o “sadece işini yapıyorum” ifadesi, Lina’nın o geceki dehşetini bir anlığına geri getirdi.
Lina, hemen başını çevirdi ve dersliğine doğru hızlandı.
Neb-Kha-Ra, çeşmenin kenarında durmuş, gözlerini öğrenciler ve personel arasında gezdiriyordu. Lina’nın hissettiği titreşim, onun da bir şeyler aradığını gösteriyordu. O, Lina’yı tanıyordu, ama fiziksel olarak değil. O gece, mumyayken sadece Lina’nın ruhsal enerjisini, Ka’sını hissetmişti. Şimdi, insan formundayken, o enerjinin yeryüzündeki fiziksel kabını bulmak zorundaydı.
Lina’nın kim olduğunu biliyordu: Laneti kıran bakire. Ancak görünüşünü bilmiyordu. O gece, mumyanın karanlık boşlukları sadece hissedebiliyordu, görememişti.
Neb-Kha-Ra’nın arama yöntemi dehşet vericiydi.
Gözleri, avludaki her öğrencinin üzerinde tek tek duruyordu. Gözü bir kişiye odaklandığında, o kişi aniden duraksıyor, bir anlığına ürperiyor ve sonra hızla yoluna devam ediyordu. Neb-Kha-Ra, herkesin Ka’sını inceliyordu. Herkesin içinde bir "iz" arıyordu: Kendi enerjisinin bulaştığı, lanetli hazzın bıraktığı izi.
Lina, dersliğin kapısının hemen yanında, kalabalığın arasına saklanmaya çalıştı. Pencereden, Neb-Kha-Ra’nın bakışlarının kendi bulunduğu yöne doğru yaklaştığını görüyordu. Her bakış, vücudunda bir kıvılcım çaktırıyordu.
Mumya, aniden durdu ve bakışları tam Lina’nın olduğu yöne kilitlendi. Lina, sırtını duvara yasladı, nefesi kesilmişti.
Neb-Kha-Ra’nın dudakları hafifçe aralandı. Hiçbir ses çıkmadı. Etraftaki insanlar normal hayatlarına devam ediyorlardı. Ama Lina’nın zihninde, o kadim, rezonanslı ses yankılandı:
***"Lina."***
Bu, bir ses değil, ruhsal bir dalga boyuydu. Sadece Lina’nın beynine, doğrudan bilincine çarpan bir çağrı. Başkası duysa, sadece hafif bir uğultu hissederdi.
Lina, başını iki yana salladı, gözlerinden yaşlar akıyordu. "Hayır. Git."
Neb-Kha-Ra’nın yüzünde, belli belirsiz, alaycı bir gülümseme oluştu. Bu, zaferin ve tanıma anının tebessümüydü.
"Kaçma. Bedenin, benden başkasının dokunuşuna dayanamayacağını biliyorsun. O gece, ruhunu mühürledin."
Lina, daha fazla dayanamayarak, dersliğin içine doğru itti kendini. Amacı, kaçmaktı. Merdivenlerden aşağı, arka çıkışa doğru koşmaya başladı.
Lina, koridorda neredeyse düşüyordu. Koşuyordu ama bacakları istediği kadar hızlı hareket etmiyordu. Sadece korku değil, içindeki arzu da onu yavaşlatıyordu. Bir parçası, ona doğru koşmak istiyordu; diğer parçası ise, kendi aklını ve ruhunu kurtarmak için kaçmak zorundaydı.
Aniden, koridorun köşesinden hızla döndüğünde, karşısında duran adamla çarpışıyordu.
Bu, Neb-Kha-Ra değildi, ama onun yanındaki koruma/uşak olan ketum adamdı.
Adam, Lina’nın kolunu yakaladı. Bileği, demir bir kıskaç içindeydi.
"Lanet olsun, bırak beni!" diye bağırdı Lina, sesi koridorda yankılandı.
Adam, Lina’ya kayıtsız bir ifadeyle baktı. "Altın Ruhların Efendisi, seni arıyor, Lina Hanım. Onun çağrısından kaçamazsınız."
Lina, bileğini kurtarmak için çırpındı. "Benim kim olduğumu nereden biliyorsun? Benim adımı sana o mu söyledi?"
Adamın dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. "Ona adınızı söylemenize gerek yoktu. O, ruhunuzun tadını biliyor. Ve tadını aldığı şeyi her zaman tanır."
Bu sırada, Lina'nın hemen arkasındaki koridordan, ağır ve ritmik adımların sesi gelmeye başladı. Titreşim geri gelmişti, şimdi kulakları sağır edecek kadar güçlüydü.
Neb-Kha-Ra yaklaşıyordu.
Adam, Lina’yı hızla yan kapıya doğru itti. "Zorlama, Hanımefendi. Efendimiz, size yumuşak davranmayacağına söz vermişti."
Lina, panikle yerdeki yangın alarm düğmesine uzandı ve tüm gücüyle vurdu. Yüksek, delici bir alarm sesi tüm binayı doldurdu.
Alarm, anında bir kargaşa yarattı. Öğrenciler ve personel, koridorlara doluşmaya başladı. Bu, Lina’nın ihtiyacı olan tek şanstı.
Adamın bileğindeki tutuşu gevşediği an, Lina hızla kaçtı ve kalabalığın arasına karıştı. Arkasına baktığında, Neb-Kha-Ra’nın koridorun hemen başında, sakin ve heybetli bir şekilde durduğunu gördü. Yüzünde hayal kırıklığı yoktu; sadece kesin bir bekleyiş vardı. Alarmın gürültüsü onu rahatsız etmiyor gibiydi.
Neb-Kha-Ra’nın gözleri, kalabalığın içindeki Lina’yı buldu. Bu sefer, zihinsel çağrı yerine, dudakları hafifçe hareket etti ve Lina’nın zihninde, son derece açık, neredeyse sevgi dolu bir fısıltı duyuldu:
"Şimdi kaçabilirsin, sevgili Lina. Ama sen, artık benim gölgemsin. Ve gölgeler, asla ait oldukları yerden ayrılamazlar."
Lina, nefes nefese, ön kapıdan dışarı fırladı. Soğuk Londra havası yüzüne çarptı ama içindeki yangın, bunu hissetmesini engelledi. Bir taksiye atladı.
Taksi hızla uzaklaşırken, Lina dikiz aynasına baktı. Tarihi binanın önünde, kargaşanın ortasında, Neb-Kha-Ra duruyordu. Artık takım elbisesi yoktu. Üzerindeki kıyafetler, modern görünmesine rağmen, rüzgarda hafifçe dalgalanan, Antik Mısır ketenine benzeyen, bembeyaz bir kumaştan yapılmıştı. Elinde, ince, altın bir asa tutuyordu.
Gözleri, Lina’nın taksisini takip ediyordu. Gözlerindeki karanlık ve arzu, milisaniyeler içinde kilometrelerce yolu katedebilirdi.
Lina, taksinin koltuğuna çöktü. Kaçmıştı. Ama nereye? Biliyordu ki, Neb-Kha-Ra’dan kaçılmazdı. Sadece kısa bir mühlet kazanmıştı.
Şimdi ne yapacaktı? Bedeninin ve ruhunun her hücresi, geri dönmesi için yalvarıyordu. Ama aklı, onu bu lanetli arzunun dipsiz kuyusundan uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Lina, üniversiteden kaçtıktan sonraki iki günü, paranoyak bir sığınakta geçirdi. Evdeydi, kapıları kilitli, perdeleri sımsıkı çekiliydi. Telefonunu kapattı, kimseyle görüşmedi. Sadece Neb-Kha-Ra’nın bıraktığı o kadim huzursuzluk ve dayanılmaz arzu ile baş başaydı. Vücudundaki titreşim azalıp artıyor, mumyanın ona olan mesafesiyle oynuyordu. Bir an yakındı, bir an uzakta. Sanki kedi fare oyunu oynuyordu.
Pazar akşamıydı. Ailesi, Ethan’ı görmeye hastaneye gitmişti. Evde yapayalnızdı. Bu yalnızlık, ilk başta bir rahatlama gibiydi, ama kısa sürede büyük bir tuzağa dönüştü.
Titreme, aniden bir uğultuya dönüştü. Koku, bu sefer en baştan itibaren yoğun ve baskındı tatlı, metalik, eski yağlar ve kutsal baharatların baş döndürücü karışımı. Lina, bunu artık korkuyla değil, kaçınılmaz bir teslimiyetle karşıladı.
Lina, oturma odasında, battaniyeye sarılmış bir halde donup kaldı. Kapının kilidine uzanan bir elin çıtırtısını duydu. Hayır, kapıyı zorlamıyordu. Kilitler, sanki görünmez bir kumanda ile içeriden açılıyordu.
Kapı, yavaşça ve gıcırdayarak açıldı. Gecenin soğuk, nemli havası içeri dolarken, eşikte o duruyordu.
Neb-Kha-Ra.
Üzerinde, okulda gördüğü o modern takım elbise yoktu. Omuzlarında, altın ipliklerle işlenmiş, lacivert bir tunik vardı. Vücudu, Antik Mısır kraliyetinin asaletiyle parlıyordu. Yüzü, heykel gibi kusursuz, gözleri ise yanan kehribar rengindeydi. Yüzyılların ağırlığını taşıyan, ama aynı zamanda genç ve vahşi bir erkeğin enerjisine sahipti.
Lina’nın kalbi göğsünde gümbürdüyordu. Korku, tüm benliğini sardı, ama ayakları onu hareket ettirmeyi reddediyordu.
Neb-Kha-Ra, içeri adım attı. Kapı, arkasından sessizce kapandı ve kilitler yerine oturdu.
"Kaçmak istiyordun, Lina," dedi. Sesi, rüyadaki gibi zihnine çarpan rezonanslı bir tınıydı, ama şimdi, fiziksel olarak duyuluyordu. Derin, tok ve kadife gibi ipeksi bir ses. "Ama kaçmak, sana ait bir eylem değil. Sen, bana aitsin."
Lina, titreyen bir fısıltıyla yanıt verdi: "Kim olduğumu bile bilmiyorsun..."
Neb-Kha-Ra, yavaşça ona doğru yürüdü. Her adımı, zemini titretir gibiydi. "Bilmememe imkân yok. Senin Ka'n, benim Lanetim’i yedi. Senin enerjin, benim yüzyıllardır aç olan ruhumun ilk ve tek tadı. O gece, sen kendin hakkında bilmediğin her şeyi bana fısıldadın."
Neb-Kha-Ra, Lina’nın hemen önünde durdu. Lina’nın çenesi titriyordu. Korku, beyninin her köşesinde çığlık atıyordu: Kaç! Ama vücudu, ona doğru uzanan mıknatısın karşı konulmaz gücüne teslim olmaya hazırlanıyordu.
Neb-Kha-Ra, elini yavaşça uzattı. Bu, artık kemikli, çürümüş bir el değildi. Uzun parmakları, güçlü ve damarlıydı. Lina’nın soğuk, titreyen yanağına dokundu.
"Korkma, benim Işığım," diye fısıldadı.
O anda, Neb-Kha-Ra’nın sesi, bir büyü gibi işledi. Sesi, doğrudan Lina’nın sinir sistemine bağlandı. Korku, beyninden çekilip gitmeye başladı. Yerini, yoğun bir sakinlik ve ardından gelen, tüm vücudunu saran, boğucu bir arzu aldı. Tıpkı tabutta olduğu gibi, o anlık büyülü bir huzur sarmıştı onu.
Lina, gözlerini kapattı ve başını onun eline yasladı. "Buraya nasıl geldin?"
"Güç, seni bulmamı sağladı. Seninle birleşme arzusu, beni Mısır'dan buraya taşıdı. Ve... ben, sabretmek zorunda kalan biri değilim."
Elini Lina’nın çenesi altına yerleştirdi ve yüzünü yukarı kaldırdı. Gözleri, Lina’nın gözlerindeki teslimiyeti gördü.
"Şimdi, sana o geceki hazzı, yüz yılın birikmiş arzusuyla vereceğim. O gece, bir anlaşmaydı. Bu gece... bu, Birleşim'dir."
Sözleri bitmeden, Lina’yı kendine doğru çekti ve onu vahşi, derin, yakıcı bir öpücüğe hapsetti. Dudakları, Lina’nınkileri açgözlülükle ele geçirdi. Lina’nın ağzına sızan tat, kadim misk, baharat ve saf, yakıcı erkeklik enerjisinin bir karışımıydı.
Lina’nın elleri, istemsizce Neb-Kha-Ra’nın güçlü omuzlarına tırmandı. Bu öpücük, birleşmelerinin ilk adımıydı. Her şey, o anda, o tabuttaki gibi hızlı ve yoğun başladı.
Neb-Kha-Ra, onu kollarında kaldırarak hızla merdivenlere yürüdü. Lina, bacaklarını onun beline doladı, vücudu anında nemlenmişti.
Yatak odasına ulaştılar. Neb-Kha-Ra, Lina’yı yatağa fırlatmadı, aksine zarif ama kararlı bir güçle bıraktı. Üzerindeki giysiler, sihirli bir hızla kayboldu.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın üzerine çıktı. Lina’nın gözleri açgözlülükle, o rüyada gördüğü kusursuz erkek bedenini süzüyordu. Kasları, ışıkta gölgeleniyordu; her kas lifi, binlerce yıllık gücün ve mükemmeliyetin kanıtıydı.
Neb-Kha-Ra, artık sakinleştirmiyordu; tahrik ediyordu.
"Beni istiyorsun, Lina. Benden başkasında bulamayacağın o ateşi istiyorsun. Ver bana," diye emretti. Sesi, artık fısıltı değil, Lina’nın içine işleyen, tok, derin bir gürlemeydi.
Elleri, Lina’nın cildinde geziniyordu. Her dokunuş, Lina’nın bedenini alevlendiriyor, zevk ve acının sınırlarını zorluyordu.
:
Neb-Kha-Ra, o gece tabutta sessiz kalmıştı. Ama şimdi, insan formuyla ve kırılan lanetin coşkusuyla doluydu.
Lina’nın en hassas bölgelerine dokundukça, derin, boğazından gelen, ilkel inlemeler yayıyordu. Bu inlemeler, sanki Mısır’ın kum tepeleri titreşir gibiydi. Her sesi, Lina’nın kadınlığını daha da ıslatıyor, onu zevkten çıldırma noktasına getiriyordu.
"Sana ait! Sana ait bu zevk!" diye mırıldandı Neb-Kha-Ra, sesi Lina’nın köprücük kemiğinde yankılanırken. "Hisset o ateşi. Benim yüzlerce yıllık hasretimin ateşi!"
Lina, yatağın çarşaflarını tırnaklarıyla sıkıyordu. Artık inlemeler, ağızdan kaçan fısıltılar değildi. Ev, Lina’nın çığlıklarıyla yankılanıyordu.
"AHHHHHHH!"
Neb-Kha-Ra, Lina’nın bacaklarını iki yana açtı. Sertliği, taş gibiydi. Gözleri, Lina’nın gözlerine kilitlendi ve bütün gücüyle içine girdi.
Lina, zevkten bayılacak gibi oldu. O gece tabutta hissettiği doluluk, şimdi bin katına çıkmıştı. Neb-Kha-Ra, sadece sert değildi; o, içinde büyüyen, genişleyen kadim bir güçtü.
"Bana bağır! Beni çağır!" diye emretti, sesi tutku ve güçle doluydu.
Her vuruşu, yatağı, zemini ve Lina’nın kemiklerini titretiyordu. Neb-Kha-Ra, acelesi yokmuş gibi başladı, yavaş, derin ve acı verici derecede tatmin edici ritimler.
Lina’nın ağzından çıkan çığlıklar, korku değil, saf, ilkel bir zevkin haykırışıydı.
"Neb-Kha-Ra! Daha derine! AH! Tanrım!"
Neb-Kha-Ra, bu çağrıya karşılık olarak hızını artırdı. Artık çok sertti. Lina’nın bedeni yatağın üzerinde savruluyordu. Lina, kollarını onun boynuna doladı ve onun sırtındaki terli kaslarını sıktı. O kadar hızlıydı ki, Lina’nın bilinci parçalanıyordu.
Mumyanın sesi, yüksek bir gürlemeye dönüştü: "Beni hisset! Bu, laneti kırmanın gücü! Bu, senin ruhunun bana olan teslimiyeti!"
Lina, ardı ardına zirveler yaşıyordu. Bir dalga sönmeden diğeri geliyordu. Zevkin şiddeti, acı hissini tamamen boğuyordu. Çığlıkları, artık kelime değildi; sadece nefesin zorla dışarı atılmasıydı.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın kalçalarını kavradı ve onu kendine doğru çekti. Son bir, derin, ruhu parçalayan vuruşla ikisi de zirveye ulaştı.
Neb-Kha-Ra’dan gelen gürleme, önceki tüm sesleri bastırdı. Bu, sadece bir erkeğin boşalma sesi değildi; bu, bir tanrının taç giyme sesiydi. Lina, sıcak, yoğun bir akışın içini doldurduğunu hissetti. Bu, sadece boşalma değil, aynı zamanda enerjinin geri yüklenmesi, Ka’sının mühürlenmesiydi.
Lina’nın bedeni, zevkten kasılarak gerildi ve ardından tamamen gevşedi. Gözleri kapalıydı, nefes nefeseydi. Kulakları uğulduyordu.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın üzerinde kaldı, ağır, nefes alıp veren bir yük olarak. Vücutlarının sıcaklığı, o soğuk mezar odasının aksine, yakıcıydı.
Bir süre sonra, Neb-Kha-Ra yavaşça Lina’nın yanına uzandı. Kolunu Lina’nın başının altına koydu ve onu göğsüne çekti.
"Artık tamamlandı," diye fısıldadı. Sesi, artık yorgunluktan çok, derin bir tatmin ve zafer içeriyordu. "Lanet, tamamen kırıldı. Ve sen, artık benden ayrılamazsın."
Lina’nın bilinci yavaşça geri geliyordu. Vücudunun her yeri sızlıyordu ama bu sızı, en büyük zevkin kalıntısıydı. Başını Neb-Kha-Ra’nın terli omzuna yasladı. Artık korkmuyordu. Olanaksız bir arzu ve kabullenme, tüm korkusunu yutmuştu.
"Sana ne yapacağım?" diye sordu Lina, sesi yorgun ama teslim olmuştu.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın saçlarını okşadı. "Sen, benim kraliçemsin. Yeryüzündeki bağım. Seni, ait olduğun yere, gücümün yanına götüreceğim. Ama önce... bu dünyanın keyfini sürmeliyiz. Benim uyanışım, sadece başlangıçtı. Lanet, artık bize hizmet ediyor."
O gece, Londra’nın kalbindeki bir evde, yüzyıllık bir lanet, en büyük arzuya dönüştürülmüştü. Lina, Neb-Kha-Ra’nın güçlü kollarında, zevkin ve kaderin yeni, karanlık bir yeminine mühürlenmişti.
Lina uyandığında, güneşin ilk ışıkları İngiliz perdelerinden süzülüyor, yatak odasını altın rengine boyuyordu. Yanında, Neb-Kha-Ra uzanıyordu. O an, Lina’nın zihnindeki bütün kaos ve tiksinti kayboldu. Yanında bir ceset değil, yüzyılların en güzel ve en tehlikeli varlığı yatıyordu. Onun bedeni, bir heykelin pürüzsüzlüğü ve bir savaşçının gücüyle doluydu.
Neb-Kha-Ra uyanıktı. Gözleri, kehribar rengi bir ateşle parlıyordu ve Lina’yı inceliyordu. Yüzünde, derin bir tatmin ve aynı zamanda amansız bir sahip olma duygusu vardı.
"Günaydın, Işığım," dedi Neb-Kha-Ra. Sesi, geceki tutkunun ardından yumuşamış ama gücünden hiçbir şey kaybetmemişti.
Lina, yavaşça doğruldu. Vücudu, saatler süren fırtınanın ardından sızlıyordu, ama bu sızı, şefkatle okşanmış bir yorgunluktu. Kolunu, Neb-Kha-Ra’nın göğsüne yasladı.
"Kimsin sen, gerçekten kimsin?" diye sordu Lina, sesindeki şaşkınlık ve teslimiyet karışıktı.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın elini tuttu ve parmak uçlarına yumuşakça bir öpücük kondurdu.
"Benim ismim, sana rüyanda yankılandı, Lina. Neb-Kha-Ra. Altın Ruhların Efendisi. Senin okuduğun o lanetli kayıtlarda da yazılıydı; XVIII. Hanedanlığın, güneşle mühürlenmiş kayıp prensiyim."
Lina, duyduklarıyla bir anlık ürperdi. Karşısındaki adam, binlerce yıllık tarihin canlı bir parçasıydı.
"Kardeşim için seni mezardan çıkardım. Ama bu, bir pazarlık değildi. Bu... bir lanetmiş," diye fısıldadı Lina.
Neb-Kha-Ra, başını onaylarcasına salladı. "Hayır, pazarlık değildi. Bu, Kadim Kaderdi. Sana her şeyi anlatacağım. Artık sen, sadece bedeni benimle birleşen bir kadın değilsin. Sen, benim uyanışımın Bekçisi’sin."
Neb-Kha-Ra, yatakta doğruldu ve sırtını yatağın başına yasladı. Lina da onu taklit etti. Ortam, anında bir yatak odasından, bir dersliğe ya da bir taht odasına dönüşmüştü.
"Ben, Tanrıların yolunu takip eden, güçlü bir ruha sahip doğdum. Ancak kıskançlık ve ihanet, beni genç yaşta buldu. Amcam ve yüksek rahip, gücümden korktular. Beni öldürmek yerine, ruhumu hapsetmeyi seçtiler."
Neb-Kha-Ra, kolundaki o kırmızı yanık izine dokundu. "Normalde ölüm, ruhu serbest bırakır ve Ka (Yaşam Gücü) ile Ba (Ruhsal Kişilik) Amenti’de (Öteki Dünya) birleşir. Ama onlar, benim bedenimi özel bir ritüel ile mühürlediler. Bu, benim Ka’mı bedende, Ba’mı ise o tabutun karanlığında yüzyıllarca tuttu."
"Bu benim lanetimdi: Ölümsüzdüm, ama hareketsizdim. Ne yaşayabiliyordum ne de huzura kavuşabiliyordum. Laneti bozmanın tek yolu, ritüelin zıttıydı: Kan bağı ile korunmayan, saf, yabancı bir ruhun Ka’sını emmek. Senin o masum, çaresiz fedakârlığın, tam da buydu."
Lina’nın gözleri genişledi. "Benim... Ka'm mı?"
"Evet. O gece ben, senin sadece bekâretini almadım, Lina. Senin Ka enerjinin en saf halini, yüz yıllık açlığımla içtim. Bu, beni mumya formundan çıkardı ve *Ba'mı bu bedene geri çağırdı. Sen, benim dirilişimin kaynağı oldun. Kardeşin yaşıyor, çünkü senin Ka'nın bir kısmını ona bağladım. O artık benim korumam altında. Ama asıl ödülü sen aldın: Benden aldığın o doymak bilmez arzu ve bu bağ."
Neb-Kha-Ra, Lina’ya doğru döndü. "Şimdi, ben buradayım. Ama bu beden, gördüğün kusursuzluğa rağmen, tamamlanmış değil. Ben, sadece diriltilmiş bir insan formuyum. Eğer tam gücüme, yani Tanrı Kral gücüme kavuşmak istiyorsam, geride kalanları bulmak zorundayım."
"Geriye kalanlar ne?" diye sordu Lina.
"Benim Kadim Güç Eşyalarım. Onlar, ruhumun ve gücümün parçalarıdır: Sihirli Asam, Kalp Skarabem ve en önemlisi, Kutsal Ba Heykelim. Bu eşyalar, yüzyıllar içinde farklı ellerde, dünyanın dört bir yanına dağıtıldı. Onlar olmadan, ben sadece ölümsüz bir prensim. Onları bulunca, Neb-Kha-Ra, yeryüzünün gerçek hükümdarı olacak."
Neb-Kha-Ra, Lina’nın boynundaki damarı öptü ve ona derin bir nefes verdi. O koku, yine Lina’nın tüm duyularını uyandırdı.
"Ve sen, Lina, bu görevde benim Bekçim’sin."
"Nasıl bir bekçi?"
"Senin ruhun, artık benim Ka’mın tadını taşıyor. Bu tat, bir mıknatıs gibidir. Kayıp eşyalarım, binlerce yıldır benim enerjimi arıyor. Ama benim titreşimim çok kadim ve çok güçlü; modern dünyada kayboluyor. Senin Ka’n ise, bir filtre, bir pusula görevi görüyor."
"Yani ben..."
"Sen, onlara yaklaşınca, benim gücümün titreşimini hissedeceksin. Benden aldığın haz, artacak. Kalp atışların hızlanacak. Tıpkı o üniversitedeki titreme gibi. Seni bana çeken o his, eşyaların sana olan çağrısıdır. Sen, beni eşyalarıma götüreceksin. Benim dokunuşumla mühürlendiğin için, sadece sen onlara zarar vermeden yaklaşabilirsin."
Lina, kardeşinin hayatını kurtarmak için yaptığı anlaşmanın, aslında binlerce yıllık bir kralın, gücünü toplama misyonunun başlangıcı olduğunu anladı. O, sadece bir yatak arkadaşı değil, Neb-Kha-Ra’nın dünyaya açılan kapısıydı.
Neb-Kha-Ra, yatağın yanındaki komodinin üzerinden, Lina’nın elini zar zor sığdıracağı büyüklükte, altın bir tılsım aldı. Tılsımın ortasında, Lina'nın rüyasında gördüğü o karmaşık Ka sembolü vardı.
"Bu, benim sana olan sözleşmemin mührü. Benim enerjimi güvende tutar ve seni tehlikeden korur. Tak onu. Artık sıradan hayatımız bitti, Lina. Ethan güvende. Şimdi, benim dünyam başlıyor."
Neb-Kha-Ra, tılsımı Lina’nın boynuna taktı. Tenine değen soğuk metal, anında Lina’nın tüm vücuduna yayılan sıcak bir enerji akımı başlattı. Titreşim anında yükseldi.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın çenesini tuttu ve gözlerinin içine baktı. "İlk eşyamız, Avrupa’da bir yerde gizlenmiş. Muhtemelen bir müzenin ya da zengin bir koleksiyoncunun elinde. Bir sonraki durağımız neresi olacak, Lina?"
Lina, boynundaki tılsımın yaydığı enerjiyle titredi. Artık korku azalmış, onun yerine yeni bir macera, güç ve tehlike hissi gelmişti. Kardeşinin hayatını kurtarmak için çıktığı yolculuk, şimdi bir tanrının uyanışı için bir yolculuğa dönüşüyordu.
"Bana gitmemiz gereken yeri göster," dedi Lina, sesi artık ürkek değil, güçlü ve kararlıydı.
Neb-Kha-Ra gülümsedi. Bu gülümseme, bir kralın vaadiydi. "Öyleyse hazırlan, sevgili Bekçim. Mısır’ın Laneti, şimdi dünyanın geri kalanını ele geçirecek."
Neb-Kha-Ra, Lina’yı tekrar kendine çekti. Bu seferki öpücük, tutkudan çok güç ve sahip olma yeminiydi.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın giysilerini yavaşça çıkardı. "Laneti kırmış olsak da, enerjinin dengelenmesi gerekiyor. Benim Ba'm, senin Ka'na her zaman bağlı kalmalı."
Yine, Neb-Kha-Ra’nın sesi Lina’nın bilincine çarptı: "Vücudunu bana aç."
Lina, bacaklarını itaatkâr bir şekilde açtı. Neb-Kha-Ra, bu sefer daha yavaş, daha bilinçli hareket ediyordu. Önce Lina'nın içindeki zevk yuvasını öpücüklerle ve diliyle keşfetti. Lina, yatağın çarşaflarını tekrar tuttu, zevk çığlıkları bu sefer daha derindi, daha uzun ve müzikaldi.
Neb-Kha-Ra'nın inlemeleri ve derin, tok sesleri odayı dolduruyordu. "Evet, hisset. Bu güç. Bu, sana ait olan hazzın gücü."
İçine girdiğinde, Lina sadece doluluğu değil, Neb-Kha-Ra’nın enerjisinin kendi vücuduna yayıldığını hissetti. Her vuruşu, sadece cinsel bir eylem değil, ruhsal bir mühürdü. Neb-Kha-Ra, onu her hareketiyle daha sert, daha vahşi bir şekilde seviyordu.
"Sana ait! Sadece bana ait!" diye gürledi Neb-Kha-Ra, sesi Lina'nın her zerresini titretiyordu. Lina’nın çığlıkları, yastığa gömülmüş, tamamen teslim olmuştu.
Neb-Kha-Ra, Lina’yı kucağına aldı ve sertçe vurdu. Zevkin ve acının tatlı birleşimi, Lina’nın ruhunu tekrar parçaladı. Zirvede, Lina’nın vücudu kaskatı kesildi ve aklından geçen tek bir düşünce vardı: Bu güç, bu arzu, her şeye değerdi.
Lina, yatağa yığılırken, Neb-Kha-Ra’nın tohumları sadece Lina’nın rahmine değil, ruhuna da ekilmişti. Artık kaçış yoktu. Lina, bir kralın Bekçisiydi ve yolculuk, yeni başlamıştı.
Sabahki şiddetli birleşmenin ardından geçen birkaç saat, Lina ve Neb-Kha-Ra için sadece fiziksel bir dinlenme süresi değildi; aynı zamanda yeni kaderlerinin planlama aşamasıydı. Lina, banyodan çıktı, boynunda Neb-Kha-Ra’nın taktığı altın Ka tılsımı parlıyordu. Artık, ne yapması gerektiğini biliyordu.
Neb-Kha-Ra, oturma odasının ortasında, binlerce yıllık Mısır kralı gibi duruyordu. Parmakları arasında, Lina’nın İngiltere’ye döndüğü günkü zarfın içinden çıkan, üzerinde Neb-Kha-Ra’nın kadim sembolü olan banka kartını döndürüyordu.
"Laneti kırmak, sadece dirilişin ilk adımıydı," dedi Neb-Kha-Ra, sesi odanın modern mobilyaları arasında bile bir yankı yaratıyordu. "Şimdi, gücümü geri toplama zamanı. İlk eşyamız, bu şehirde, burnumuzun dibinde."
"Nedir o eşya?" diye sordu Lina, sesindeki çekingenlik, yerini kararlılığa bırakmıştı. Artık korkuyla değil, nefsinin iştahıyla hareket ediyordu.
"Bu, benim Sihirli Asamın Tepeliği," diye açıkladı Neb-Kha-Ra. "Bir asa, bir kralın otoritesidir. Ancak asanın tepeliği, 'Ma'at’ın Gözü' ile mühürlenmiştir. O tepelik olmadan, asam sadece altın bir değnektir. Onu bulmalıyız."
"Nerede?"
"O asanın tepeliği, tarihi bir kolye olarak yeniden işlendi. Yüzyıllar boyunca soylular arasında el değiştirdi. Şu anda, Londra'nın en eski özel müzesi ve arşivini barındıran ‘Blackwood Vakfı’nın zulasında. Blackwood, Antik Mısır kalıntılarını takıntı haline getirmiş, zengin bir ailedir. Vakıf, dışarıdan sadece bir banka gibi görünüyor, ama yerin altında, eşyalarımı sakladıkları karanlık bir labirent var."
Lina, kaşlarını çattı. "Özel bir vakıf. Yani polis ya da normal bir güvenlik sistemi var. Oraya nasıl gireceğiz?"
Neb-Kha-Ra, alaycı bir gülümsemeyle banka kartını fırlattı ve Lina yakalamak zorunda kaldı. "Ben, ruhumu hapsetmek için gereken ritüele sahip olacak kadar zengindim, Lina. Zenginlik, Antik Mısır'da bir tanrısal özellikti. Yüzyıllardır bu dünyada sessizce biriken, kayıp prensimin mirası var. Maddiyat, bir engel değildir."
Neb-Kha-Ra, elini çırptı. Sanki duymayan birini çağırır gibiydi. Hemen ardından, giriş kapısının açılma sesi duyuldu. Gelen, üniversitenin avlusunda gördüğü, ketum koruma adamdı. Adam, Neb-Kha-Ra'nın önünde başını eğdi. Yüzünde, Neb-Kha-Ra’ya duyulan fanatik bir bağlılık vardı.
"Bu, Hassan’dır. Ve arkasında, sadece bana hizmet etmeyi bilen, öfkeli bir ordu var. Para, kaba kuvvet ve zihin manipülasyonu... Bunlar, benim bu dünyadaki yeni silahlarım. Fiziksel engelleri aşmak benim işim. Senin işin ise, bana rehberlik etmek."
Lina, Neb-Kha-Ra’nın gözlerinin içine baktı. Artık kaçış olmadığını biliyordu. Kardeşi için yaptığı fedakârlık, şimdi onu daha büyük bir göreve zorluyordu.
Telefonunu açtı. Ailesinin ve Ethan’ın endişeli mesajları birikmişti. Hemen kardeşini aradı.
Ethan, telefonda yorgun ama neşeliydi. "Lina! Tanrı aşkına, neredeydin? İyi misin?"
Lina’nın kalbi sıkıştı. Yalan söylemek zordu ama zorunluydu. "İyiyim, canım kardeşim. Kusura bakma, telefonum bozuldu. Ben... ani bir fırsat yakaladım. Üniversiteden, Antik Mısır üzerine bir araştırma gezisi çıktı. Bir ay sürecek. Avrupa’daki bazı özel koleksiyonları inceleyeceğim. Bu, kariyerim için çok önemli."
"Ne? Bir ay mı? Tam ben iyileşmeye başlamışken mi?" Ethan’ın sesi hayal kırıklığı doluydu.
"Biliyorum, özür dilerim. Ama bak, tedavini ben finanse ettim, değil mi? Senin iyileşmen için artık benim de kendi hayatıma odaklanmam gerekiyor. Merak etme, her gün arayacağım. Sen, sadece iyileşmeye bak, Ethan. Seni seviyorum."
Telefonu kapattıktan sonra, Lina derin bir nefes aldı. Gözleri dolmuştu, ama Neb-Kha-Ra’ya baktığında, o kadim ateş tekrar canlandı.
*"Yalanların, bir Bekçi için gereklidir," dedi Neb-Kha-Ra, Lina’ya yaklaşarak. "Şimdi, yolculuğa çıkıyoruz."
Birkaç saat içinde, Hassan ve Neb-Kha-Ra’nın adamları hepsi eğitimli, sert bakışlı ve siyah giysili figürlerdi gerekli hazırlıkları tamamladı. Lina ve Neb-Kha-Ra, Londra'nın kalbinde, dışarıdan sıradan ama devasa, eski bir taş binanın önündeydi: Blackwood Vakfı.
Neb-Kha-Ra, Lina’nın elini tuttu. "Biz, ön kapıdan gireceğiz. Hassan, dikkat dağıtacak."
Giriş, titizlikle hazırlanmıştı. Neb-Kha-Ra, birkaç dakikalık karmaşık bir finansal manipülasyonla, vakfın üst düzey yöneticilerinden birinin kimliğini ele geçirmişti. Lina, onun kolunda, zengin bir koleksiyonerin asistanı rolündeydi.
İlk engel, kolay aşıldı: Vakfın ön lobisindeki göz kamaştırıcı güvenlik sistemleri ve şifreli kapılar, Neb-Kha-Ra’nın maddi gücü ve Hassan’ın teknolojik becerileri sayesinde dakikalar içinde aşılmıştı.