“Can güvenliğim olacak mı?”
Önümdeki anlaşmaya bakarken karşımda oturan Bay Lucen benden daha tatlı bir ifadeyle gülümsüyordu.
“Tabii ki Bayan Irena. Muhafızlar her zaman etrafında olacak. Sizi kurtarmak için gelecekler ya da sizinle beraber ceset olacaklar.” Karşılıklı gülümserken elindeki düdüğü bana uzattı. “Bunu yalnızca acil durumlarda kullanın. Onun size saldırmasını engelleyecektir.”
Düdüğü aldıktan sonra tıpkı onun bana yaptığı gibi tatlı tatlı gülümsedim ve bu soğuk savaşı sürdürdüm. “Bu adamın hafızasında eksikler olduğunu, insanlıktan uzak ve vahşi olduğunu söylüyorsunuz. İlaçlarla ve deneylerle değiştirilmiş bir yapısı var. Dost düşman ayırt etmeden, zayıf olan herkesi öldüren kişi. Doğru mu?” Katilim yani!
“Hiç düşünmeden boğazınızı kopartabilir, evet. Bazı riskler var.” Yine şirin şirin gülümsedi ve omuz silkti. “İnanılmaz bir duyu yeteneği, kontrolsüz güç, aşırı hız ve beden dayanıklılığı.” Uzanıp çayından bir yudum alırken gülümseyerek birbirimize bakmaya devam ettik. “Bu adam öldürmek için tasarlandı. Üçüncü birliğin öncü askeri olduğunu söylemiştim.”
Kahrolası birlikler…Orta parmağımı kaldırıp Kral’ın götüne sokmak istesem de yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Savaşın artık ülkeyi tükettiği zamanda kahraman bir birlik çıkageldi. Onlara savaşın kahramanı, üçüncü birlik diyorlardı. Hiçbirinin kökeni belli değildi ve elit kişilerden oluşan bir birlikti. Şeytanın dokunuşuna sahip olan bu birlik insan üstü hareketler sergileyerek savaşın gidişatını tamamen değiştirdi. Aniden ortaya çıktılar ve savaş bittiği an da ortadan kayboldular.
Savaşta ne kadar iyi de olsalar, vahşi hayvandan hiçbir farkları yoktu. Savaş alanında kendi askerlerimizi bile öldürmüşlerdi.
Tabii savaşın sonunda kral tüm övgüyü yalayıp yutan kişi oldu.
Onların geri plana atılmasından GÜYA rahatsız olan kral yeni bir emir verdi ve hepsinin eğitilmesini istedi. Normal insana döndürüldüğü zaman soylu ünvanlarını alıp aristokrat bir yaşam süreceklerdi.
Mümkünmüş gibi… Bu adamları zapt etmek için bile onlarca şövalye gerekliyken benden tam olarak tek başıma yapmamı istiyorlardı.
Bu adamlar düzeltilmezdi. Bu adamlar sadece bir sonraki savaş için tekrar hazırlanabilirdi. Benden imkansızı istiyordu.
Lucen gibi nazik hareketlerle çayıma uzandım ve biraz fazla höpürdeterek bir yudum çektim. Sırıtışını bir an bile bozmadı. “Benden önce deneyenlere ne oldu?”
“Hepsi öldüler.”
Bu delilikti! Bu resmen kendi intihar sözleşmemdi ve benden bu görevi kabul etmemi istiyorlardı. İnsan bile olmayan bu canavar askeri nasıl adam edecektim ki?
“Ya kabul etmezsem?” Dedim tek kaşımı kaldırıp ona eğilerek.
Bir anda ifadesi ciddileşti ve o da bana doğru eğildi. “Sefil hayatını üç kuruş için harcamaya devam ederek aç bir halde sürünmeye devam edersin.”
Siktir! Şerefsiz piç! Söylediği her şey doğruydu. Dişlerimi sıktım ve sorumu değiştirdim. “Karşılığında?”
“Yaşamaya devam ettiğin her gün için on kraliyet altını.” Kaşlarını kaldırdı ve gözlerini de iyice açarak bu anlaşmayı karşı konulmaz hale getirdi. “Alabileceklerini düşünsene…”
Yumruklarımı sıktım. “Ne zamana kadar?” Yavaş yavaş kabulleniyordum ama süreyi uzatmak için de her şeyi yapıyordum.
“Üç ay.” Kısa gibi görünen ama yaşarken oldukça zorlu geçecek bir süreden bahsediyordu. “Üç ay sonra Kraliyet Sarayında bir balo olacak. Onu davete hazır hale getirmelisin. Görgü kuralları, yemek yeme, konuşma ve dans etme gibi tüm becerileri öğreteceksin. Baloya hazır hale geldiğinde özgürsün.” Arkasına yaslandı ve kollarını açtı. “Git ve kendine hayatın boyunca sefa süreceğin bir ada ülkesi seç. Çünkü o altınlarla bir daha çalışmak zorunda kalmayacaksın.”
Sessiz bakışmamız bir savaş alanına döndüğünde o bana “Kabul edeceksin.” Der gibi bakıyor, ben de “Siktir git.” Diyerek cevap veriyordum.
Kahretsin. Önümdeki hayatı düşündüğümde evet, başka seçenek yoktu. Babam saygı değer bir konttu ama ölümünden sonra ailemin dağılması ve her şeyimi kaybetmemle gelişen hikayemin sonunda kendimi virane halde sokaklarda buldum.
Birkaç yıl önce leydilerle çay saatinde birleşip asillerin dedikodusunu yaparken şimdi bakıyorum da ağzıma pasta sürmeyeli ne kadar olmuştu? Oysa ki pastaya bayılırdım! Sıçayım böyle hayata!
Fakir ailelerin çocuklarına öğretmenlik yaparak para kazanmaya çalışıyordum ama çoğu zaman karşılığında EKMEK alıyordum. Bu hayatın ve sefilliğin içinden çıkmam için ölmem gereken bir riski almam gerekiyorsa, kabul.
Bunu yapacaktım.
O kahrolası deli canavarı mükemmel bir lord yapacaktım.
“Anlaştık.” Dediğim an elime bir kalem tutuşturdu.
“Fikrin değişmeden imzala.” Beni imzalamaya zorladıktan sonra kabalığı bırakıp gülümsedi ve kalemi cebine soktu. “Araç seni malikaneye götürecek. Tanıştığıma memnun oldum Bayan Ravenhall. Eğer bu gece ölmezseniz yarın sabah altınla beraber sizi görmeye geleceğim. Hoşçakalın.”
Kapıdan fırlayarak çıktı ve ortadan kayboldu.
“Of…” Ellerimle yüzümü örttüm ve koltuğa çökerek derin bir nefes aldım. Ben bitmiştim. Kendi kafama sıkmıştım. Nasıl hayatta kalacağıma dair hiçbir fikrim yoktu-
Derken…
Ayağa fırladım.
Benim büyü gücüm vardı. Siktir, bunu nasıl unuturdum? Hiç kullanmadığım ve sır gibi sakladığım için bu zamana kadar kimse öğrenmemişti. Yani öyle pek de yetenekli değildim ama ufak tefek ateşler çıkartabiliyordum ve yaraları iyileştirebiliyordum. O kuduz köpek bana yaklaşırsa canını okurdum! Ya da kendi canımı kurtarmaya çalışırdım.
Elimi havaya kaldırdım ve bir alev topu yapmak için sinsi sırıtışımla büyüye hükmettim. Karşılığında cılız bir çıtırtı oldu ve sigara dumanı incecik süzüldü.
“Pekala. Üzerinde çalışmam gerek.”
“Bayan!” Diye seslendi arkamdaki muhafız. “Gitmeliyiz.”
Kapıdan çıktım ve doğruca arabaya bindim. Hazırım. Zengin olmaya ve hayatımı yaşamaya hazırım.
Sadece üç ay boyunca hayatta kalmalıyım!
Tüm bu fikir ve düşünceler malikaneye varıp, ona görmek için odaya girdiğim zaman takla attı.
Siktir, kahretsin. Hayır. Öldüm. Yaşamamın imkanı yok.
On altın bile alamayacağım.
Lucen seni alaycı piç! Öleceğimi biliyordu!
En fazla göğüs hizasına gelebildiğim devasa adam karanlık odanın içinden bana doğru yürüyordu. Üzerindeki yırtık gömlekten çiziklerle dolu göğüs kafesini ve kaslı vücudunu görebiliyordum. Kahrolası kuduz köpek çok güçlü görünüyordu. Uzamış ve dağınık saçları yüzünü örterken boğazından çıkan tehditkar hırıltıyla üzerime gelmeye devam etti. Gözleri kırmızı bir ışık gibi parlıyordu.
O an, Lucen şerefsizinin sözlerini hatırladım.
“Aç olduğu zaman öfkeli sesler çıkartabilir, gürültüyü sevmez, hep yalnız olmak ister ve…Gözleri kırmızıya döndüğü an kaçmalısınız Bayan Ravenhall. Çünkü öldürmeye programlanmış asker modülü devreye girmiş olacaktır. Ya da neyse, zaten kaçman imkansız. Ölmeden önce dua et.”
Artık fazla yakındık. Boğazımı mı parçalayacaktı? Ne yapacaktı?
“Merhaba ben-“ Demek gibi bir hataya düştüm ama kırmızı gözleri resmen ateş saçarak parladı ve hırlayarak üzerime atladı.
Devasaydı.
Onu durduramazdım.
Düdüğü dudaklarıma götürdüğüm gibi üfledim ve o anda boğazını saran büyü çemberi yüzünden olduğu yerde kaldı ve acı içinde bağırmaya başladı. Bundan saniyeler sonra bilincini kaybedip yere yığıldı.
Elimdeki düdüğe bir daha baktım. Aferin Lucen. İşe yaradığın bir bok varmış!
“Hey.” Yediğim yürekle ona doğru bir adım attım. Kahretsin. Boynunda kocaman bir iz olmuştu. Hatta devasa bir çürüme. Az önce üflediğim düdük yüzünden bu hale gelmiş olmalıydı. Her ne kadar hayat kurtarsa da olabildiğince az kullanmak zorundaydım.
Derin bir nefes çekerek yamuk halde yatan bedenini düzelttim. Parçalanmış gömleğinden gördüğüm kadarıyla vücudunda taze yaralar vardı ve hatta kanıyordu.
Bil bakalım ben ne yapabilirim seni koca canavar…
Onu sırt üstü yatırmayı başardıktan sonra kucağına çıktım ve baygın halinden yararlanarak gömleğini tamamen parçaladım. Önüme çıkan kocaman, kaslı, mükemmel ve çıplak göğüslere bakarken bir nefes daha aldım. “Vay be…” Tüm güzelliklerin yanında bedeni antrenman tahtası gibiydi. Çiziklerle ve devasa yara izleriyle doluydu. Yine de çok çekici. “Hadi benden sana hediye olsun.” Ellerimi kaldırdım ve olabildiğince az mana harcayarak içimdeki enerjiyi bedenine akıttım ve açık olan yaralarını iyileştirmeye başladım. Tam o anda altımdaki adamın gözleri açıldı. Yine o öfke saçan vahşi bakışa büründü ve…Siktir.
Bana öyle güçlü bir kafa attı ki kucağından sıyrılıp geriye fırladım.
İnim inim inleyerek burnumdan akan kanı sildim ve düştüğüm yerden yavaşça doğruldum. O-NE? Gömleğini kapatmış ve sanki az önce onu taciz etmişim gibi bana bakıyordu!
“Sana iyilik yaptım!” Dedim bağırarak. Önünü biraz daha kapattı ve bakışlarını benden kaçırdı. “Neden namusunu kaybetmiş gibi bakıyorsun be!” Of… Anlıyor muydu acaba beni? Kaderime söylenerek ayağa kalktım ve dikkatli adımlarla yanına gittim. “Tedavini tamamlamam gerekiyor. Biraz daha dayan.” Gömleğini sıkı sıkı tutarken göğsünü benden uzaklaştırmaya çalıştı. Sanki üç yaşında! Elimi uzattım ve manamı bedenine akıtmaya başladım. Havada salınan enerjiye şaşkınlıkla bakarken gömleğindeki ellerini çekti ve tüm dikkatini bana verdi.
Az öncekine göre oldukça sakin ve sessizce oturmuş bana bakıyordu. “Daha iyi misin?” Diye sorduğumda sessizce “Evet.” Dedi. Seni sertti ama yumuşacık çıkmıştı. Tedavi bitene kadar konuşmayı sürdürmek için “Adın ne?” Diye sordum. Sanki bilmiyordum…
“Coren.”
Bir elim göğsündeydi. Kendini bana teslim etmiş şekilde avuç içlerini yere yaslamıştı. “Ben de Irena.” Başını yana eğip anlamıyormuş gibi izlediğinde gözümdeki görüntüsü uslu bir köpekti. Az önce kuduzdu ama şimdi oldukça uslu görünüyordu. “Acıktım ben.” Dedim tedavi bittiğinde. Elimi ondan çektim ve ayağa kalktım. Küçük bir çocuk gibi izlemeye devam etti. “Birlikte yemek ister misin?”
“Evet.”
Belki de sadece evet ve hayır diyebiliyordu. “Ben gelene kadar koltukla bekler misin?”
Birden ayağa fırlayınca gözlerim kocaman açıldı ama o “Evet.” Dedi ve ona görev vermişim gibi uslu uslu koltuğa gidip oturdu.
İşte bu! Ölmedim, iletişim kurdum ve onunla anlaştım!
Biraz sonra, içeri giren hizmetçiler tir tir titreyerek ve korku dolu gözlerle Coren’a bakarak yemekleri masaya bıraktılar ve canları pahasına kaçıp kapıyı üzerimize çarptılar. Gergince gülümsedim. Eğer biraz daha ses çıkartsalardı muhtemelen Coren hepimizi parçalayacaktı.
“Yanıma gel.” Dedim müthiş bir özgüvenle. Elimle yanımdaki sandalyeyi gösterdim ve o da hemen kalkıp yanıma oturdu. Bence harika gidiyorduk!
Pekala…Tabağı önüme çektim ve metal kapağı kaldırdım. Siktir. Siktir git.
Orta pişmiş bir et, yanında patates, haşlanmış sebze ve bardağımda şarap vardı.
Ağzımın kenarından salyalar süzülmek üzereyken çatalımı kaptım ve ete batırdım. Ekmek dışında bir şey yemeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki yanımdaki kuduz köpeği unutup çatalı kaldırdım ve eti koklayarak gülümsedim.
Yaşamak zorundaydım. Ölmemek ve bu adamı lorda dönüştürmek için elimden ne geli-
Parmağıma değen şeyle gözlerimi açtım ve Coren’ı burnumun dibinde, eti koklarken gördüm. Beni taklit ediyordu.
“Bu benimki.” Çatalı çektim ve panikle etimi korudum. Ama o inatla üzerime eğildi ve eti biraz daha kokladı. Çatık kaşlarla canavara bu et parçası için meydan okudum ama birden gözleri siyahlığını kaybedip kırmızıya döndü ve karanlıkta ışıldamaya başladı.
Ha…Yine başlıyoruz!
“Coren.” Dedim önce sakin sesle. Ama baktım ki nefes alışları hızlanıyor ve beni avlanması gereken bir ceylan olarak görüyor, o an sesimi biraz daha yükselttim. “Hey! DUR!”
Durmadı.
Elime sertçe vurdu ve fırlayıp giden çataldaki muhteşem et parçası kalbimin ortasına bıçak gibi saplandı. Önce çok canım yandı ve hemen sonra öfkeyle doldum. Ona dönen bakışlarım ürkek falan değildi. Tam tersine, canına okumak istiyordum.
“En son ne zaman et yediğimi biliyor musun!” Diye bağırdığımda resmen kükredi ve elini masaya savurdu. TÜM ETLER, yeri boyladığında gözlerim kocaman açıldı ve kollarımı sıvadım. “Demek böyle istiyorsun ha?” Ben büyüye erişebiliyorum seni kahrolası deli piç. Parmağımdan sıyrılan alevlerden ne kadar korunabileceksin?
Elimi kaldırdım ve büyüyü çağırarak bağırdım ve doğruca ona uzattım. “YAN!”
Avcumdan ‘pıss.’ Diye bir ses geldikten sonra sessizlik çöktü. Coren hızla inip kalkan omuzlarıyla bana bir adım attığında planımın bu şekilde ilerlemeyeceğine emindim. Birden fazla yükselmiştim ve olanlar olmuştu işte.
“Bekle.” Dedim bana doğru yaklaşırken. Beklemedi. “YARDIM EDİN!” Diye bas bas bağırdım çünkü o düdüğü bir kere daha kullanmak istemiyordum.
Kapı hızla açılıp iki muhafız ellerinde kılıçla içeriye daldığında cümbüş başladı.
Ya da, vahşet.
Çünkü saniyeler içinde iki muhafızı da kendi kılıçlarıyla deştikten sonra hırıltılı nefeslerle bana geliyordu. Malikaneden yükselen korku dolu çığlıklardan anladığım kadarıyla herkes kaçıyor ve canını kurtarmaya çalışıyordu ama benim pek şansım kalmamıştı.
Kollarımı iki yanıma indirdim ve yavaş adımlarla bana yaklaşan cellatımı izledim. Yere eğilip etrafa saçtığı etlerden birini alıp bana gelirken ne yaptığını anlamadım ama o burnumun dibine kadar girip eti kokladı ve sonra benim burnuma uzattı.
“Ne?” Dedim kafam iyice karıştığında. Ne istiyor? Mükemmel kokan bir etti sadece.
“Zehir.” Dedi kulağıma eğilip. O an nefesim kesildi ve dehşete düşmüş halde ona baktım. Eti kaldırdı, tekrar kokladı ve yüzünü buruşturup onu yere attı. “Zehirli.” Dedi tekrardan.
Yerdeki ölü bedenlere, saçılmış zehirli etlere ve en son tekrar dönüp Coren’a baktım.
Öfkesinin nedenini anlamıştım. Çünkü buradaki kimse onu iyileştirmeye çalışmıyordu. Herkes onu…
Öldürmeye çalışıyordu.