ACI BEKLEYİŞ

733 Kelimeler
Geldim. Yetiştim. Yanımıza genç bir kadın geldi. Nefes nefeseydi. Ege’nin yanına çöktü, parmaklarını boynuna koydu, nabzına baktı. Bir an sessizlik… Sonra yüzünde bir ışık belirdi. “Yaşıyor.” İçime yeniden bir umut doldu. Sanki dünya yeniden dönmeye başladı. “Kaldırmama yardım edin,” dedi. “İçeri taşıyalım. Kurşunu çıkarmam gerekiyor.” Ege’nin kanına bulanmış ellerimi pijamama sildim. Beyaz pijamalarım kardeşimin kanına bulandı. Kaldırmak için hamle yaptım, ama Can kolumdan tuttu. “Sen bırak,” dedi. Sesi yumuşak,ama otoriterdi. Adamlar hızlıca gelip Ege’yi sedye benzeri bir şeye yerleştirdiler. “Üst kata, boş bir odaya çıkarın,” dedi Can. Başımi yana çevirdiğimde, hâlâ dizlerinin üzerine çöküp oturan Efeye baktım. Hafifçe omzuna dokunup, “Efe” dedim ama tepki vermedi. Onun gibi dizlerimin üzerine çöktüm, ellerini avuçlarımın içine aldım. “Efe” dedim. Yüzüme bakmıyordu; Gözleri yerde bir noktaya kilitlenmişti. Şu an şoktaydı. Ellerimi yüzüne yerleştirip yanağını hafifçe okşadım. O, yaşıyor. Ege ölmedi. Ağır ağır başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Bizi bırakmadı, değil mi?” Burukça gülümsedim. “Bırakmadı. Biz onun yaramaz kardeşleriyiz. Bizi bırakıp gider mi hiç?” Ellerimi sıktı, gözleri umutla doldu. Sessizlik oldu. Bazen kelimeye gerek yoktu. Can dışında herkes Ege’yle beraber içeri girmişti. Can bizi bekliyordu. Yüzüme düşen birkaç damlayla başımı gökyüzüne çevirdim; yağmur başlamıştı. Efe’nin de gözünden bir damla yaş süzüldü. "Gökyüzü de bizimle ağlıyor Duru" dedi. Benim de gözümden bir damla yaş süzüldü. Yavaş hareketlerle başımı aşağı yukarı salladım; Evet dedim. İçime buruk bir nefes çekerek. Efe kollarını boynuma sardığında, ben de beline sarılıp kafamı boynuna gömdüm. Can yanımıza gelip bizi içeri götürmeye çalışsa da başarılı olamadı. “Can, lütfen sen Ege’nin yanında kal,” dedim. Yalvaran bakışlarla bizi bu halde, yağmurun altında bırakmak istemese de o da Buse’nin yanına gitmeliydi; Ege’yi de ona emanet etmiştim. Duru hatırlıyor musun? dedi Efe, kesik kesik çıkan sesiyle. Yetimhanede olduğumuz zamanlarda biz seninle yağmurda oynamayı çok severdik. Su birikintilerine atlayıp her yerimizi çamur yapardık. Burukça gülümsedim. “Hiç unutur muyum?” dedim. Sonra Ege gelirdi, bizi azarlardı ama “Yağmurda daha fazla ıslanmayalım” diye çok kızmazdı. Gözyaşlarımın dudaklarımda bıraktığı tuzun tadını alıyordum. Bizi müdürden gizlice banyoya götürüp temizlerdi, saçlarımızı kuruturdu, kıyafetlerimizi de yıkardı. Kaç kere müdüre yakalanıp dayak yemiştik. Efe burukça gülümsedi. “Bizim yüzümüzden o da dayak yerdi,” dedi. İçim sızladı Duru dedi, sesi buruk çıkmıştı. Biz yine yağmurun altındayız ya, Ege gelip bize yine kızar mı? Burada onu bekleyelim mi? Hava buz gibiydi. Yağmur damlaları, vücudumda değdiği her yeri üşütüyordu. Üzerimde Ege'nin kanına bulanmış kanlı pijamam ve kısa şortum vardı. Efe’nin de üzeri inceydi. Titriyorduk. Buna rağmen, “Olur,” dedim. “ Ege'nin yanımıza gelmesini bekleyelim.” Belki şu an yaptığımız yanlıştı; Ege'nin yanında olmamız gerekiyordu. Ama biz burada yağmurun altında sarılıp beklersek, Ege'nin geleceğine inanmak istiyorduk. ************** Güneş çoktan batmıştı. Gökyüzü artık kızıl değil, ağır bir kurşuni renkti. Bulutlar alçalmış, sanki üstümüze çökmüştü. Yağmur, iki gündür hiç ara vermeden yağıyordu. Ne inceldi ne hafifledi… Sanki gökyüzü de nefes almadan ağlıyordu. İki gündür buradaydık. İki gündür, dışarıda… Yağmurun altında… Birbirimize sarılarak bekliyorduk. Üzerimdeki pijama çoktan kuruyup tekrar ıslanmış, tekrar kuruyup tekrar ağırlaşmıştı. Soğuk iliklerime kadar işlemişti ama artık üşümeyi bile hissetmiyordum. Soğuk, bedenimin bir parçası olmuştu. Efe’nin kolları hâlâ etrafımdaydı. Beni ayakta tutan tek şey oydu. Ya da ben onu tutuyordum bilmiyorum. Yağmur saçlarımdan süzülüp yüzüme iniyor, dudaklarımın kenarında tuzlu bir tat bırakıyordu. Titriyordum ama bunun ne kadarı soğuktan, ne kadarı korkudan bilmiyordum. Bu iki gün boyunca defalarca içeri girip yanına koşmamız gerektiğini düşündüm. Defalarca “Artık yeter” demek istedim. Ama ayaklarım yerinden kıpırdamadı. Çünkü burası… yağmurun altı… bizim yerimizdi. Onu beklediğimiz yer. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Karanlık, insanın içine çöken bir karanlıktı bu. Umudu sessizce kemiren, konuşmayan ama her şeyi söyleyen bir karanlık. Yağmur damlaları yüzümden süzülürken hangisinin yağmur, hangisinin gözyaşı olduğunu ayırt edemiyordum artık. Efe biraz daha sıkı sarıldı bana. Konuşmadı. Zaten konuşursak, dağılacakmışız gibi geliyordu. Sanki Ege’nin hâlâ uyanmamış olduğu gerçeği, ağzımızdan dökülürse daha da gerçek olacaktı. Yağmurun sesi vardı sadece; bir de uzaktan gelen belirsiz uğultular. İçeride bir yerlerde Ege’nin nefes alıp almadığını bilmemenin ağırlığı… Gökyüzü artık koyu bir mora dönmüştü. Gece usulca yerini almıştı. Ama biz kıpırdamadık. Yağmurun altında, çocukluğumuzdaki gibi, sanki Ege birazdan çıkıp “Üşüteceksiniz,” diye bize kızacakmış gibi bekledik. Yağmur biraz daha sertleşti. Rüzgâr saçlarımızı savurdu. Ama Efe beni daha sıkı sardı. Sanki bırakırsak, sadece birbirimizi değil, Ege’yi de kaybedecekmişiz gibi. İki gündür yağmurun altında bekliyorduk. İki gündür uyanmıyordu. Ama biz hâlâ buradaydık. Ve beklemekten vazgeçmeye hiç niyetimiz yoktu.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE