3

2838 Kelimeler
O gece herkesin evsiz kaldığı geceydi. Köyde sadece birkaç kişinin evi tamamen yıkılmamıştı onun dışında her yer dümdüz olmuştu, köylüler bir açıklığa sığınmak için dere kenarına giderken göçük altında kalan da çokça kişi vardı. Ancak sabaha karşı yardım geldiğinde biz halen Neşe ile evimizin önünde oturuyorduk. Yan evimizde Perihan Teyze'nin aksi kocası da göçük altında kalmıştı ve kadıncağız huysuz kocasını elleriyle kurtarmak için sabaha kadar evinin taşlarını sökmüştü. Sabah olup da yardım geldiğinde ilk çıkarılan cansız beden onun huysuz kocası oldu. Çocukların öğleye doğru her şeyden habersiz toprakla oynamaya başladıkları saatlerde köye dozerlerle ekipler gelmeye başladı. Her ev didik didik aranırken, evlerden arta kalan tozlu yiyeceklerden çocukların ellerine tutuşturdular. Köyde ki kadınlar ve çocuklar tek tek dere kenarına taşınırken, geride kalan erkekler de yardım ekiplerine katılıyorlardı. Dere kenarına gidecek kadar sağlıklı olmayan ayağım yüzünden halen evin önünde, yıkılmış evimizin önünde bir taşın üzerinde oturuyordum. O sırada Neşe'nin son oynadığı çocukta annesi tarafından alınıp dere kenarına götürülmüştü. Gidelim istiyordu Neşe de, bizde dere kenarına gidelim istiyordu. Bir yandan ayağımı ovuyordum bir yandan da: "Ayağım çok acıyor Neşe, oraya kadar yürüyemem, bekleyelim belki birisi traktörü ile bizi götürür," diye onu ikna etmeye çalışıyordum. Neşe pek ikna olacak gibi değildi, toz duman içinde yıkılmış evlerden başka bir şey yoktu ortalıkta, neden kalacaktı ki köyde, evimiz de yıkılmıştı, bütün çocuklar da dere kenarındaydı zaten.  Akşam karanlık çökene kadar kimse bizim yanımıza uğramadı, bende kimseden yardım istemedim. Ta ki Perihan Teyze kocasını götüren görevlilerden sonra yanımıza gelip bizim dere kenarına gitmemize yardım edene kadar.  Belediye ekipleri battaniyeler dağıtıyordu dere kenarında, ekmek arasına konmuş kaşarlı sandviçlerle, genzi yakan ucuz meyve suları. Çocuklar için o meyve suları hiç de kötü tatlı değillerdi, Neşe hem benimkini hem de kendinin kini içmişti. Perihan Teyze yanımdan hiç ayrılmıyordu, bir yandan yengemin uzaktan kötü bakışlarına göndermeler yapıp: "Selvi'yi sabahleyin çıkarmış ekipler, hastanede başında annesinin durmasına bile izin vermemişler. Zaten kalabalık diye. Ayağı kırılmış Selvi'nin, iyi olmuş üzülmedim vallahi, sana ettiğini çeksin, kara vicdanlı," diye söyleniyordu. Selvi için bende üzülmemiştim ama bundan sonrasını düşünürken üzüntüm artıyordu. O gece herkesle birlikte bende dere kenarında uyudum, şimdi yazdı ne de olsa dışarıda uyumak sıkıntı değildi. Ama sabah olduğunda sıkıntılar çoğalmıştı, kusanlar, ateşlenenler olmaya başlamıştı. Aynı günün akşamına kadar da bu kişiler artmıştı. Çünkü, gece boyunca zehirli böcekler yemişti bir çok kişiyi. Bunun olacağını düşünüp kendi battaniyemi de Neşe'ye vermiş, onun terledim diye zırlamasına pabuç bırakmadan her yanını sarmıştım.  Millet derede banyo yapıyor, belediyenin yemekleri ile besleniyordu, belediye de kısa sürede etrafı ilaçlatmış zararlı haşerelere karşı böyle önlem almıştı. Tam üç gün sonra da çadırlar gelmiş her beş kişiye bir çadır düşmüştü. Ancak, benim akrabalık nedeniyle amcamların çadırında kalmamı söylemişti muhtar, aramızdaki husumeti bile bile. Tabi yengem beni çadıra koymayınca biz gene Neşe ile dışarıda kalmaya devam etmiştik. Perihan Teyze de kendi akrabalarıyla kaldığı çadıra almıştı bizi ama çadırdakiler kısa süre sonra söylenmeye başlayınca biz gene açıkta kalmıştık. Bu süre içinde ayağım git gide şişmiş, çıkıkçı Nazife'nin de depremde ölmesi sonucu ayağıma kim ne yaptıysa daha kötüye götürmüştü. Yemek, su, temiz kıyafet yardımlarında kavgalar çıkmaya başlayınca da çadır alanı çekilmez bir yer olmuştu. Bense dışarıda yatan üç beş kişi ile birlikte ne temiz bir kıyafet, ne daha fazla yemek ya da su istemiyordum. Sadece ayağıma bir çare olsun istiyordum.  Sonra gün be gün çadırlar boşaldı, güçleri olanlar memleketi terk edip başka yerlere göç etmeye başladılar, erkekleri kuvvetli olanlar tahtadan evler yapmaya başladı. Ağustos ayının son günleriydi ve dere kenarında kalan çadırlarda hayat sürmeye çalışanlardan birileri de amcamlardı. O gün amcam herkesin içinde Ankara'ya göçeceğini bu lanetli topraklardan uzaklaşacağını ama gitmeden önce bu toprakların kanına bulamak istediği birileri olduğunu bağır çağır söyledi. Bahsettiği kişinin ben olduğumu biliyordum çünkü bana düşman olan ailenin içinde o da vardı. Tufan Abimin ölümünün tek nedeni gerçekten bendim ve ben her şeyden habersizdim. Amcamın tehdidinden pek korkmadım açıkçası, daha çok acısından yapıyor diye üstüne dahi düşmedim.  Fındık bahçelerinde yeniden çalışmaya başlayan köylülerin, bir gün bir evleri olduğunda geçimsiz kalmamak için paraya ihtiyaçları vardı. Depremde olsa evler yıkılsa da zengin zengindi ve hayat devam ediyordu. Zaten zenginlere herkesten evvel prefabrik evler geleceği haberleri de yayılmaya başladı. Bütün bu olanların için de amcamın tehditlerini umursamayan ben, amcamın o gün çadır alanına gelip: "Soysuz yakalanmış," diye müjde verdiğini duydum ve gördüm. Tabi Ankara'ya gideceği haberini de sonuna koymuştu ama benim aklımda tek bir şey vardı oda babamın yakalanmış olduğuydu. Ne yapıp edip onu görmeliydim; ne yapıp edip?  "Ben ilçeye nasıl giderim, Perihan Teyze?" dedim önce, kadın benim ilçeye ayağım için gitmem gerektiğini söyleyince muhtara ayağımın kötü olduğunu, Allah rızası için birinin beni hastaneye götürmesini söyledim. Muhtar, ayağımın depremden hasar gördü ise bu kadar zaman niye ses etmediğimi söyleyip kızsa da bana, kısa sürede araç bulup hastaneye götürttü. Neşe'yi Perihan teyzeye emanet ettiğim gün hayatımın hatasını yapmıştım. Önce denildiği gibi hastaneye gittim, ayağım çıkmıştı ve bir alçı lazımdı. Hastanede ayağımı alçıya aldıktan sonra köye gitmem için beni götüren araca teslim ettiler. Elime de bir tane koltuk değneği verdiler. O koltuk değneği ile beni götüren araca dönmesini, belediyeden yardım isteyeceğimi söyledim. Köyün büyüklerinden olan adam beni geri götürmek için ısrar etse de dediğimi sakat ayağımla yapacaktım. Adam muhtarın buna kızacağını söyleyip gitmesi üzerine bende yönümü karakola çevirdim. Karakol epey uzaktı ama nasıl gideceğimi düşünmüyordum, aksaya aksaya koltuk değneklerim sayesinde tam bir saatte ulaştım karakola, kapıda ki askerlere illaki komutanı görmek istediğimi söyledim, asker de beni içeri aldı. Komutanı gördüğümde aradığım kişinin o olmadığını anlayınca kısa süreli bir üzüntü yaşadım, belki de komutan depremde ölmüştü. Yerine gelen yeni komutan beni görür görmez ayağa kalkıp selam verince, selamı bana değil arkamda ki komutana verdiğini gördüm. İstemsizce gülümsediğim de, hem komutanın ölmediğini gördüğüm için mutluydum, hem de bana yardım edecek tek kişinin o olduğunu düşündüğüm için. Ama komutan üniformalı değildi, üzerinde sivil kıyafetler vardı. Kareli bir gömleğin kollarını dirseğine kadar katlamış, altına da şehirli bir görünüm veren güzel mavi bir kot giymişti. Bizim köydekilerin giydiği gibi açık, solgun mavi değildi. Asker kesimi kısa saçlarının altında, taş rengi koyu gözlerini üzerime diktiğinde beni tanıdığını anladım: "Ne olmuş sana, depremde mi bu hale geldin?" derken benim için endişeli görünüyordu.  "İyiyim ben komutanım, sizinle bir şey konuşmaya geldim, bana ayıracak vaktiniz var mı?" Adam meraklı bir halde başını öne doğru salladı ondan sonra da yerine bakan askere yönelip: "Nadir çekmeceden cep telefonumu versene, orada unutmuşum," dedi. O zamanlar bizim köyde cep telefonu çekmediği için cep telefonuna sahip herkes gözümde büyüktü tıpkı o komutan gibi. Diğer komutan, anladığım kadarıyla rütbesi daha düşük olanı antenli cep telefonunu komutana uzatıp: "Buyurun komutanım," diyerek çevik hareket etti, sonrada benden epeyce uzun olduğunu yanında dururken anladığım, koca omuzlu komutan: "Gel bakalım Aydan, ne diyeceksin bana?" deyip beni peşi sıra çıkardı. Adımı unutmamıştı! Birden bunun bile iyiye delalet olduğunu düşünüp, komutanın yanından aksak adımlarla karakoldan çıktım. Karakolun kapısının önünde duran bankı gösterip: "Otur şöyle gel, depremden sonra duvarları olan bütün binalar tepeme yıkılacak gibi geliyor," diyerek. komutanın gösterdiği yere otururken alışmak üzere olduğum değneğimi de bankın ortasına koydum, komutan da değneğin hemen yanına yerleşip şöyle bir baktıktan sonra: "Sizin de eviniz yıkıldı mı?" diye sordu.Sadece başımı salladım oda üzgünce yüzünü buruşturdu: "Kardeşin nasıl?" dedi hemen endişeyle. "İyi," dedim sadece. Asıl istediğim mevzuya ise ancak gelip: "Babam yakalanmış komutanım," dedim. Kaşlarını çattı. "Kim dedi bunu sana?"   Amcamın adını vermekten çekindim. "Köyde söylüyorlar komutanım, duydum." Komutan birkaç saniye öylece düşündü ondan sonra da: "Daha sabah geldi karakola, kendi teslim oldu. Yarın sabah da mahkemeye sevk edeceğiz," dedi. Bir an heyecanla irkildim ve sevinçle haykırdım."İçeri de mi babam?"  "Evet içeride," deyince gözlerimden akan yaşlar bu defa sevinç göz yaşlarıydı. Komutan halime acımış olacak ki, şefkatle omzuma dokundu. "Görmek ister misin?"  Ben demeden... O an benim için o komutan sadece iyi yürekli bir abiydi. Ötesini düşünemeyecek kadar acizdim çünkü, ben! Yalnızdım! Kimsenin benim için ne olacağını idrak edemeyecek kadar da biçare.  Komutanın yardımı ile karakoldan içeri tekrar girdim. Depreme ve arkasından olan depremlere rağmen babam yerin altına atılmıştı. Bir deprem daha olsa oradan kurtulması imkansız olacak şekilde demir parmaklıklar ardına kilitlenmişti. Komutan hemen ardımda durup: "Kızın gelmiş, Ali Amca?" dedi, babama amca diyen komutan onu demir parmaklıklar ardına sokmuştu. Babam ise duvar dibine yere oturmuş, kafası ellerinin arasında öylece bakıyordu. Üstü başı, eli yüzü, her yanı kirliydi, benden bile daha kirli. Komutanın sesi ile başını kaldırıp hiç bilmediğim bir çeviklikle fırladı yerinden, öyle çabuk parmaklıklar arasına gelip kollarımdan tutup beni kendine çekti ki, değneğimin demir yüzeyi ile parmaklıkların demiri birbirine vurup kocaman bir ses çıkardı. "Neşe de iyi mi Aydan, oda iyi mi?" diye sorarken babam beni başımdan öptü, taranmamaktan dağılmış, tokasız uzun saçlarımı... Babam beni ilk kez o zaman saçlarımdan öptü, bir daha da öpemedi zaten.  "İyi baba, biz iyiyiz, evimiz yıkıldı ama biz iyiyiz," diyebildim sadece. Öyle ağlıyordum ki sağanak gibiydi göz yaşlarım ve son günlerin hepsinin toplamının yıkımıydı. "Kardeşine sahip çık Aydan, onu bırakma, al onu da git buradan, annene gidin!" Babamın annemi andığı ilk andı, beni ona emanet edecek kadar çaresiz kaldığı ilk an. Korkuyla geri çekildiğimde babamın bana bunları söylemesinin bir nedeni olması gerektiğini düşündüm. "Neden?" "Ben buradayım artık, çıkamam dışarı. Kardeşini de al git Aydan, dinle lafımı. Annene git," "Ona gitmem," "Gitmek zorundasın." "Ben gitmem baba, ben köyde kalırım, bahçeye giderim ayağım iyileşince, devlet ev yapacakmış bize, yaşarım ben orada." "Hayır Aydan gideceksin." "Baba amcamlar Ankara'ya gideceklermiş, burada kalmayacaklar..." "Gideceksin Aydan, annenin adresini bulmanın bir yolunu bul. Sor köyden birileri mutlaka onunla konuşan birileri vardır, al kardeşini git, kalma burada, sende biraz hatırım varsa kalma." Arkama baktım, komutan hemen orada duruyordu. Hemen kapı ağzında.Babama tekrar yaklaşıp fısıltı ile içimi çekerek sordum: "Tufan Abimi niye öldürdün baba?" Babam geri çekildi, tekrar o duvar dibine otururken: "Anneni bul Aydan benden sana hayır yok artık, anneni bul kurban olayım kızım anneni bul," dedi sadece. "Baba ölürüm de ona gitmem ben, ondan medet ummam. Sen çıkana kadar beklerim evimizde, gitmem anneme." Babam başını yeniden dizlerinin arasına gömdüğünde omuzları sarsılıyordu. Biliyordum ağlıyordu, biliyordum yanıyordu. "Gitmem!" diye son kez bağırdığımda sesim yankılandı boşlukta. Demir parmaklıklara dayalı bastonuma dayanıp beni anneme mecbur bırakan babama öfke ile çıktım oradan, merdivenleri bu defa yalnız çıkarken kapı önünde yetişti bana komutan ve: "Gel seninle benim de konuşacaklarım var artık," dedi. Komutana şöyle bir baktım sonra da onunla tekrar aynı banka oturdum. Güneş batmak üzereydi, hava rüzgarlıydı, sıcaktı ama rüzgarlı. Komutan benim sessiz sessiz ağlayışımı bir süre dinledikten sonra: "Sen bana anlatmadın ama baban anlattı olanları, Tufan'ı neden öldürdüğünü hepsini?" deyiverdi. Önce anlamadım... Şaşkınca kaldırdım başımı: "Bakma bana öyle kara kız, bildiğin halde sustuğun için kızgınım sana," dedi.  Neyi biliyordum ne için susmuştum? Üstelik ben kara değildim, sadece güneşte yanmıştım! "Ben bilmiyorum." "Bilmiyorsun, emin misin?" "Yemin ederim bilmiyorum komutanım, bilsem söylemez miydim?" Komutan şöyle bir düşündü sonra yüzünde özenle yerleştirilmiş duran ufak hatlı dudaklarını kıvırdı; komutan güzel adamdı, güzel ve belki de iyi bir adam.  "Tufan, Neşe'nin annesine kötülük yapmış." "Kötülük mü yapmış?" "Evet, sonra da onu dereye atıp öldürmüş." "Kim öldürmüş? Delirdin komutanım sen, Tufan Abim çok iyi adamdı, bana tek iyilik eden..." "Belki de vicdan azabı duymuştur sonra olamaz mı?" Öylece kalmıştım... O zaman kötülük derken komutanın ne kastettiğini anlamamıştım ama aklıma gelenlerin hangisinin olduğu üzerine de düşünmemiştim! Kötülük kötülüktü, sınıflandırmaya gerek yoktu.  "Babam bunu bilmiş de bu güne kadar..." "Susmuş, sonra Tufan seni babandan istemiş, üstelik karısı da varmış, üstelik senden de çok büyükmüş. Bu konuda çok da ısrarcı olmuş, hatta babanı o tüfekle tehdit etmiş, baban da seni korumak için çekmiş silahı elinden, vurmuş onu." "Onu amcam öyle istedi, Tufan Abim hayatta istemezdi öyle bir şey." İnandığım herkesin bir yalan olduğunu öğrendiğim gündü o gündü. Tufan Abim hayatta istemezdi. Onun bana iki gülümseyiş ile verdiği portakalları iyilik sayan bir kalbim vardı. "Beni dinle Aydan, ben bilmem orasını babanın anlattığını söylüyorum. İfadesini de böyle verdi zaten, köylüler de şahit olur dinlenilir, mahkeme karar verir, şimdi babanın senden bir ricası var, onların sana da kardeşine de kötülük edeceğini düşünüyorlar. Benden de bunun için yardım istedi az evvel, devlet sensen burada kızıma yardım edin dedi. Direnme, baban senin kötülüğünü istemez, neredeyse annen ben seni otogardan bindiririm, ararım annen de çıkar alır seni." Tutunduğum demir değnek buz gibi değiyordu ellerime ama ben gene de sımsıkı sarılıyordum ona. Anneme ölürdüm de gitmezdim ama bana amcamların kötülük yapacağı da ayağımın halinden belliydi. Gerçi günlerdir aynı çadır alanında... Çadırlarına almayanlar, kindar bakışlarını gönderen de onlar değil miydi? Bastonuma tutunup kalktım: "İstemem komutan, annem falan yok benim, Sağ olun yardım ettiğiniz için, ben sabah gene gelir babamı görürüm izin verirsen," dedim sonra da ağır aksak yürümeye başladım. Yönüm köye doğruydu, arada ki on kilometreyi yürüyerek aşındıracak kadar sağlam ayağa sahip olduğumu sanıyordum. Gene de değneğim-den tutuna tutuna yürüdüğüm yolda aklımda babamla yaptığım kısa konuşma, komutanın söyledikleri; her biri vardı. Neşe'nin annesini düşündüm! O kendine kötülük yapıldığını bile anlamazdı ki? Bilmezdi. Bu ayakla köye gitmem ne kadar imkânsız ise o kadar da ısrarcıydım. O sırada yanımda bir askeri araç durdu ve içinden bir asker inip: "Gel bakalım seni köye bırakacakmışız, komutan öyle istedi," dedi. Askerin söylediği üzere arabaya bindim ve köye geldim. Çadır alanında akşam yemeği dağıtılıyordu, askerlere selam verip indim arabadan, sonra da daha onlar gitmeden kalabalıktan birine Neşe'yi sordum. Görmediğini söylediler, Perihan Teyze ağlayarak yanıma yanaşıp Neşe'yi bir saattir bulamadığını söyleyince çığlık kıyamet bağırıp elimde ki sopayı aldığım gibi hemen ardımda duran amcamın kafasına indirdim. Amcamın kafası kıpkırmızı kana bulanırken ben bir yandan Neşe'nin adını haykırıyor bir yandan ağlıyordum. Henüz gitmeyen askerler beni tuttuğu gibi amcamın elinden kurtarırken amcam bağırıyordu: "Bu kahpenin kızından davacıyım, sürünsün köpek, babası gibi girsin hapse"diyordu. Askerler beni alıp tekrar ilçeye götürürken onlara yalvarmaya başladım. Kardeşime bir kötülük etmişlerdi ve ben onu bulmak zorundaydım. Askerlerden biri beni arabaya bindirirken amcam da muhtarla birlikte kafasını göstermek üzere hastaneye gitmek için araca biniyordu. Askerlerden biri Neşe'yi sordu etrafa, herkes sus pustu, görmediklerini söylüyorlardı. Asker hiddetle tekrar bağırdı: "Çocuğun başına bir şey gelirse hepiniz sorumlusunuz," diyerek geri bindi araca. Asker araca binemezdi, bana Neşe'yi vermeden beni götüremezdi. Sopamla yeni bir vukuata daha yol açmak üzere askerlere direnirken sonunda askerlerden birinin tokatı ile sindim yerime. Neşe yoktu, Neşe yoktu! Kafamda sadece bu vardı. Dakikalar sonra tekrar karakoldaydım ve az önce ki komutanın yerine oturmuş diğer komutanın sorularına ısrarla cevap vermiyordum. Sadece kardeşimin kayıp olduğunu, onun daha beş yaşında olduğunu söyleyip duruyordum. Sonunda komutan pes edip bir telefon açtı ve yarım saat sonra diğer komutan sivil olarak geldi.  "Neymiş olay?" derken beni görüp biraz kızgın biraz da tahammülsüz bakışlarını bana dikti. Onu görmenin heyecanıyla yerimden fırlayıp: "Neşe'ye bir kötülük yapmışlar komutanım, yok ortalıkta," dedim, sonra da adamı bileklerinden tutup: "Yalvarırım onu bulun komutanım, askerler aramadı bile, bırakıp geldiler, amcamın kafasını yardım diye suçlu ben oldum el kadar çocuk nerede diye aramadılar bile" diye şikayet etmeye başladım. Adamın kalın bileklerini avucumla sarmam mümkün olmasa da heyecanla anlattıklarım karşısında halen tutuyordum bileklerini. Komutan sessizce durduktan sonra bileklerini usulca çekti ellerimin arasından ve: "Gel bakalım benimle," dedi sonra da beni peşine takıp askeri araca bindirdi. Kendisi de yanıma geçip erlerde yerini aldıktan sonra köye gitmelerini söyledi. Halen ağlıyordum ama içimden yapmayı ihmal etmediğim bir hal vardı oda komutana dua etmek. Az sonra tekrar çadır meydanındaydık, komutan bana gelmemi işaret edip, bastonumla ardından inmemi beklemeden aşağı indi ve: "Toplanın buraya ahali, gelin bakalım," diye bağırdı. Onu tanıyanlar hemen önden gelirken diğerleri temkinliydi. Askerlere etrafa, köye bakınmalarını emrettikten sonra yeniden ahaliye bağırdı: "Çocuğu gören varsa şimdi söylesin, yoksa hepinizi tek tek karakola götürürüm." Köylüler kendi aralarında onlara bağıran sivil adamın kim olduğunu sorarcasına konuşurken, komutanı tanıyanlardan biri yaklaşıp: "Komutanım, biz vallahi görmedik da, görsek demez miyiz?" dedi. Komutan ısrarcı bir şekilde: "Onu bunu bilmem, çocuk buhar olup uçmadı ya, el kadar kimsesiz çocuk kayboluyor; hepiniz burada oturup deprem anınızı mı konuşuyorsunuz? Yazık hepinize, biride çocuğun başına bir fenalık mı geldi diye aramaz mı, sormaz mı?" diye yargılamaya devam etti: "En son dere kenarında oynuyordu," deyince kadınlardan biri elim ağzımda küçük bir çığlık attım. Annesi gibi derenin koynunda... "Yok ben dereden tepeye çıkarken gördüm, çocuklarla ağacın dallarından evcilik oynuyorlardı," dedi başka biri. Derenin korkusu biraz olsun içimde hafiflese de tam olarak geçmemişti. "Herkes çocuğu arasın, çocuk bulunmadan buradan gitmek yok! Hepiniz karakola gelmek istemiyorsanız elinizden geleni yapın ahali, bu kadar vurdumduymaz olunmaz, kendi köyünüzün çocuklarına bu kadar gaddar olmayın, siz sahip çıkmayacaksınız da ben mi sahip çıkacağım?" diye bağırıyordu komutan. Yengemle kızı Selvi'nin nefret dolu gözlerle bana baktığını görebiliyordum.  Dakikalar sonra askerlerden biri Neşe kucağında çıka geldi ağaçların arasından, çocuğun bir ağaç dibine sinmiş ağladığını söyleyerek. Neşe'yi sakat ayağıma rağmen kucağıma aldığımda ağlarken Neşe: "Beni bir daha bırakıp gitme apa," dışında başka hiçbir şey söylemedi. Ne o ağaç dibine nasıl gittiğini söyledi, ne de başına ne geldiğini anlattı? Komutan Neşe ile bana bakarken uzunca bir süre kaldı o halde, sonra da küçüğümün saçlarını okşayıp: "Geçmiş olsun," diye fısıldadı. Sonra da askerlerine gitmelerini söyleyip ahaliye yeniden döndü: "Size söylüyorum ahali, muhtara gelince sözümü söyleyin bu çocukların başına gelecek bir şeyde suçlu sizsiniz, " dedi sonra da askerlerin: "Komutanım amcasının kafasını yardı kız, götürmeyeceğiz mi?" sözüne parmaklarını dudaklarına götürüp sadece benim ve askerlerin duyacağı mesafede: "Sıçtırtma amcasına,gelsin yazılı şikayet etsin o zaman götürürüz," dedi sonra da aracına binip onun gölgesinde hissettiğim korumayı daha belirgin bir tavırda göstermeyi benden esirgeyip çekip gitti. Köylülerin kötü bakışları arasında gene ilk sığındığım yer Perihan Teyze oldu. O olmasa sığınmak denen şeyi kaybedecek kadar yalnız olduğumu ise hiç düşünmeden kardeşimi bağrıma bastım.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE