Hayat bazen hiç beklemediğin bir anda yön değiştirir.Bizi de öyle savurdu işte…
Ankara’dan Balıkesir’e, sadece dört aylığına diye çıktığımız yolda,zaman bambaşka bir hikaye yazdı.O dört ay, yıllara bölündü,yıllarda aylara,aylar günlere…
Bir umutla geldiğimiz bu şehir,sanki bize huzuru değil,sınavı hazırlamıştı.Yeniden yuvamızı kuracağımızın hayaliyle yaşarken,bir kura çekimi kaderimizin yönünü tayin etti.Sıradan bir kağıt parçası,bir kalem darbesiyle iki hayatı birbirinden ayırdı.
Yol ikiye ayrıldı;
Bir yandan hasretini,özlemini,sevgisini,sabrını bir çantaya sığdırarak giden bir asker…
Diğer yanda gözlerinde birikmiş yaşların ağırlığıyla yürüyen bir kadın duruyordu.Kalbi,içinde kopan sessiz fırtınalarla çarpıyor ;iki minik yüreğe tutunarak ayakta kalmaya çalışıyordu.Parmaklarının arasındaki o minik eller,yıkılmamak için sarıldığı son dayanak gibiydi.
Rüzgar saçlarını savururken, o başını dik tutuyor,yutkunarak ilerliyordu.Çünkü o bir asker eşiydi…O kadın ben idim.
O an, ağlamak benim için zayıflık değil; ertelenmiş bir duaydı.
Telefonun ucunda sessiz bir nefes vardı.O sessizlik,kelimelerden daha ağırdı.Eşim herzaman ki gibi güçlü olmaya çalışıyordu ama sesindeki titreme,yüreğindeki fırtınayı gizleyemiyordu.Her “merak etme “deyişinde bir kırılma,her nefes alışında bir vedanın izi vardı.
Bir süre sessizlik hakim oldu.Sanki zaman bile konuşmaya cesaret edemiyordu.Sonra derin bir nefes aldı;sesi,kırık bir cam parçası gibi titreyerek yankılandı telefonda:
-Gitmem gerekiyor…
Ben sustum. İçimde binlerce kelime dolanıyordu ama hiçbiri boğazımdan geçemedi.O an,kalbimin atışını bile duyamadım.Dünya bir anda karardı; sanki bütün renkler geri çekilmiş,yalnızca gri bir boşluk kalmıştı önümde.
Zaman durdu;evin duvarları üzerime yıkılıyor,her adımımın yerini boşluk dolduruyordu.Sanki biri hafızamı silmişti; kim olduğumu,nerede durduğumu unutmuştum.Elim titredi,dudaklarım kurudu,nefesim kesildi.Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu ama ağırlıklarıyla boğazımda takılı kaldılar;ağlamak mümkün değildi.O anın içinde donmuş gibiydim.
Bir süre sonra dışarı adım attım.
Rüzgar, sanki içimdeki kederi sezmiş gibi öfkeyle yüzüme çarpıyordu; her esintisi,bir tokat misali yüreğimde yankı buluyordu.Yanımda, her şeyden habersiz iki küçük beden vardı…Masum bakışlarıyla dünyayı anlamaya çalışan,sessizliği bile paylaşmayı bilen o iki minik yürek.Kaldırımlar,bizimle birlikte susuyordu sanki.
Bir an,başımı eğdim.Gözlerim,taşların birbirine kenetlenen dizilişine takıldı;her taş,sanki ardında kalmış bir hatırayı saklıyordu.Adımlarım ağırlaştıkça,düşüncelerim de taşlara karıştı.
Sonra yavaşça başımı kaldırdım.
Ağaçlar, sonbaharın çıplak dallarında kalan son birkaç yaprağıyla birbirine sarılmış gibiydi;titriyor, direnircesine rüzgara yaslanıyorlardı.O anda duyduğum sadece rüzgarın uğultusuydu ama bana öyle geldi ki, bu ses yalnız bir şehrin kalbinden kopup gelen bir melodiydi.
Bir hüzün şarkısı…
Ne sözü vardı,ne bestesi; ama ruhuma dokunuyordu sessizce.
Derin bir nefes aldım.ciğerlerime dolan hava içimdeki sıcak acıyla çarpıştı.
Eşim… iki yıl, belki üç yıl yanımızda olamayacaktı.Aynı gökyüzüne bakacaktık, ama farklı şehirlerde;uzak sınırların gölgesinde,yalnız birer göz olarak.Aynı dolunayı izleyecektik,ama aynı pencereden değil;biri başka bir odanın sessizliğinde,diğeri burada,sanki zaman bizi birbirimizden çalıyordu.Ve belki aynı anda bir yıldız kayacaktı gökten,o, orada sessizce dileğini tutarken, ben burada kendi içimde aynı dileği fısıldayacaktım.
Zaman ve mesafe,sevgiyi ayıramazdı belki; ama kalplerimiz arasındaki boşluğu,her an hatırlatan görünmez bir duvar gibi dikiyordu.
O, vatanı,bayrağı ve toprağı için yola çıkacaktı. Ben ise ardında kalan sessiz bir yürek,iki çocukla yeni bir hayata tutunacaktım.Bir an başımı gökyüzüne kaldırdım.Bulutların arasından sızan solgun bir ışık vardı.İçimden geçen tek cümle sessizce dudaklarımdan döküldü:
-Git ama dön…sadece dön.
Ve o an anladım ki; sadece kader bir kura kağıdına sığar…ama yaşattıkları bir ömre bile sığmaz.