Göz kapaklarım sanki taş gibiydi. Açmaya çalıştıkça kaslarım isyan ediyordu, ama bir yerlerde uzaktan gelen tanıdık bir ses vardı… bulanık, yankılı, ama tanıdık.
“Cihan… hey, kardeşim… duyuyor musun beni?”
Sesin sahibini tanımam uzun sürmedi. Ferman’dı bu. O sesi, çocukluğumdan beri kaç defa duymuştum kimi zaman kavgada, kimi zaman kahkahalar arasında. Ama bu kez sesinde ne öfke, ne neşe vardı; sadece endişe.
Biraz daha çabaladım, sonunda göz kapaklarım aralandı. Gözlerimi kamaştıran o beyaz ışık yine oradaydı. Tavanda yavaşça dönen fanın kanatları, odanın içindeki steril havayı dağıtıyordu. Her şey tanıdıktı ama yabancıydı tıpkı ben gibi.
“Ferman…” dedim, boğazımdan çıkan ses cılız, kısık, neredeyse bir fısıltıydı. “Nasıl… nasıl geçti ameliyat?”
O an Ferman’ın yüzündeki ifade değişti. Gözlerinde hem rahatlama hem de kızgınlık vardı. Bir kahkaha attı, sonra başını iki yana salladı.
“Ulan, ödümü kopardın be Cihan! Bir haftadır uyuyorsun, bir haftadır! Biran dedim ki… bu çocuk bir daha gözünü açamayacak.”
Bir an durdu, sesi yavaşladı.
“Ameliyat başarılı geçti ama doktorlar seni birkaç ay gözetim altında tutacaklar. Kalbin, sinirlerin, her şey toparlanana kadar buradan çıkmak yokmuş. Tümör beyinden çıktı ama dikkatli olmak gerekiyor"
Bir haftadır uyuduğumu duyunca kalbim sıkıştı. Günler, haftalar… ben sadece bir “nefes” aralığında kaybolmuştum ama dışarıda zaman durmuştu. Ve o zamanın içinde Şeyda vardı.
Kafamı hafifçe yana çevirdim, kuru dudaklarımın arasından güçlükle fısıldadım:
“Yani… yine Şeyda’dan uzak kalacağım, öyle mi?”
Ferman derin bir nefes aldı, başını öne eğdi. “Evet,” dedi yavaşça. “Ama en azından yaşıyorsun. Onun için de…”
Sözünü yarıda kesti. Gözlerini kaçırdı benden.
Bir süre sessizlik oldu. Kalp monitörünün düzenli bip sesleri o sessizliği dolduruyordu.
Sonra Ferman yutkundu, sanki içinden gelen bir şeyi bastırmaya çalışır gibi konuştu:
“Annen aramıştı bu sabah. Şeyda… Sarvan’ın konağına gitmiş.”
Bir anda içim buz kesti. Nefesim kesildi sanki.
“Ne?!” dedim, sesim bu kez biraz daha sert çıkmıştı.
Ferman ellerini kaldırdı, sakinleştirmeye çalışır gibi. “Dur, hemen sinirlenme. Halan rahat durmamış yine. Kızcağız da dayanamamış, oraya gitmiş. Annen de diyor ki, ‘Cihan dönene kadar da geri gelmez o’.”
Elimi alnıma koydum. Parmaklarımın arasından ter sızıyordu. İçimdeki öfke ve çaresizlik birbirine karıştı.
“Of be hala!” dedim dişlerimin arasından. “Ne olurdu bir kere rahat dursan? Şeyda zaten benden uzaklaştı. Şimdi de o konağa gitmişse… belki de artık bana hiç dönmeyecek. Ben… ben onu kendi ellerimle bıraktım, Ferman. Onu korumak isterken elimden kaydı gitti.”
Ferman elini omzuma koydu. Sıcak ve kararlıydı.
“Tamam Cihan,” dedi yumuşak bir sesle. “Yeter artık, sinirlenme. Yeni ameliyat oldun. Kalbin bu stresi kaldırmaz. Doktor birazdan gelecek. Bakalım ne diyecek. Şeyda meselesini de sonra konuşuruz, olur mu?”
Derin bir nefes aldım, gözlerimi tavana diktim. Tavandaki ışık, göz kapaklarımın arkasında beyaz bir gölge gibi titreşiyordu. Ferman’ın sesi uzaklaştı, bir hemşirenin adımlarını duydum. Ardından kapı hafifçe aralandı. İçeri mavi maskeli, uzun boylu bir doktor girdi. Elindeki dosyayı açtı, gözlüklerinin ardından bana baktı.
Doktorun sesi net, kararlı ve biraz da mekanikti:
“Good morning, Mr. Cihan. How are you feeling today?”
(“Günaydın Cihan bey. Bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”)
Yavaşça başımı kaldırmaya çalıştım ama boynum ağrıdı.
“A bit weak… but alive, I guess,” dedim.
(“Biraz zayıf hissediyorum… ama sanırım hâlâ yaşıyorum.”)
Doktor gülümsedi, dosyayı kapattı, ardından ciddi bir ifadeyle konuşmaya devam etti:
“The surgery was successful. The tumor has been completely removed, and your body is responding well. However, you’ll need to stay under medical supervision for at least three to four months. No stress, no travel, no heavy activity.”
(“Ameliyat başarılı geçti. Tümör tamamen alındı ve vücudunuz gayet iyi tepki veriyor. Ancak en az üç-dört ay boyunca tıbbi gözetim altında kalmanız gerekiyor. Stres yok, seyahat yok, ağır aktiviteler kesinlikle yok.”)
İçimden bir feryat koptu ama dudaklarımı zorlayarak bastırdım.
“Three to four months…” dedim yavaşça.
(“Üç-dört ay…”)
Doktor başını onaylayarak salladı.
“I know it sounds long, but it’s necessary. Your body needs time to heal. Trust the process.”
(“Uzun bir süre gibi geliyor biliyorum, ama bu gerekli. Vücudunuzun iyileşmeye zaman ihtiyacı var. Sürece güvenin.”)
Bir an sustum. Gözlerim Ferman’a kaydı. O da başını eğdi, belli ki içimden geçenleri o da hissediyordu.
“Alright, doctor. I’ll stay,” dedim sonunda, sesi zor çıkan bir teslimiyetle.
(“Peki doktor. Kalacağım.”)
Doktor gülümsedi, dosyasını kapattı ve hemşireye bir şeyler söyledi.
“Good. Rest now, Mr. Cihan. You’ve come a long way.”
(“Güzel. Şimdi dinlenin Cihan bey. Uzun bir yoldan geldiniz.”)
Kapı kapandığında odada yeniden sessizlik çöktü. Yalnızca kalp monitörünün sesi ve kendi nefesimin ritmi kaldı.
Başımı yavaşça yana çevirdim, Ferman’ın sessizce bana baktığını gördüm. Gözlerinde yorgunlukla karışık bir huzur vardı.
“Ne oldu, kahraman,” dedi alayla karışık bir tebessümle. “Artık resmen ikinci hayata başladın.”
Gülümsemeye çalıştım ama sadece gözlerimle yapabildim.
“İkinci hayat mı…” dedim kısık bir sesle. “İlkinde yarım bıraktığım çok şey vardı, Ferman. Özellikle bir kalp…”
Ferman, “O kalp seni bekliyor,” der gibi baktı. Ama ben susmayı seçtim. Gözlerimi kapattım.
İçimde tek bir cümle dönüyordu
“Ne olur, Şeyda… dayan biraz daha. Ben dönene kadar sadece biraz daha bekle.”
*******
Şeyda
Konağın avlusundan çıktığımda, içimdeki sızı artık taşacak gibiydi. Her sabır duamın sonunda biriken kırgınlık, bu kez dizlerime kadar çökmüştü. Rojda halanın her sözü kulağımda yankılanıyor, “adam yok, çocuk yok” derken içime kazınan utancı bir türlü susturamıyordum. Esma arkamdan seslendi ama duymadım. Gözlerim dolu dolu, adımlarım beni nereye götürüyorsa oraya bıraktım kendimi. Ve sonunda biliyordum, gideceğim tek yer vardı: Sarvan abimin konağı.
Cihan dönene kadar artık dayanamayacaktım bu laflara, bu bakışlara. Ne kadar güçlü durmaya çalışsam da içimde bir şeyler kırılmıştı. Hem Gülümser anne ne kadar sahip çıksa da, o evin içinde nefes almak zor gelmeye başlamıştı.
Yol boyunca rüzgâr saçlarımın arasından geçiyor, kalbimin içindeki ağırlığı biraz olsun hafifletir gibi oluyordu. Sarvan abimin konağı uzaktan görünmeye başladığında içimde bir huzur belirdi. O taş duvarlar, o geniş avlu… bir zamanlar çocukken koşarak geldiğim, kahkahalarla dolu günleri hatırlattı bana. Belki orada, o sıcak evde biraz olsun toparlanabilirdim.
Kapıdan içeri girerken ilk gördüğüm kişi Meryem oldu. Bahçede, kucağında Miran’la oturuyordu. Gözleri bir anda parladı, şaşkınlıkla ayağa kalktı.
“Şeyda?” dedi gülümseyerek. “Ayy, hoş geldin! Birden görünce inanamadım!”
Gözlerim doldu, dudaklarım titredi. “Hoş bulduk Meryem. Artık dayanamadım… Cihan dönene kadar burada kalayım dedim. Rojda hala yine…”
Sözümü tamamlayamadım, gözyaşım yanaklarımdan süzüldü.
Meryem hemen yanıma geldi, sarıldı bana. “Ah canım… hiç üzülme. Ne istiyorsa desin o kadın. Biz buradayız. Hem Miran da seni çok özlemişti değil mi oğlum?” dedi gülerek, kucağındaki minik yüzü bana doğru çevirdi.
O an, Miran Efe’nin minicik gözleri benimkilerle buluştu. Dudakları yukarı kıvrıldı, sanki tanımış gibi bir gülümseme belirdi yüzünde. Kollarını havaya kaldırıp anlamsız ama tatlı sesler çıkardı.
“Baaa, baa!”
İçim bir anda sıcacık oldu. Gülümseyip yanına çömeldim, ellerimi uzattım. “Ah kuzum… Miran Efe’m, sen ne kadar büyümüşsün böyle!” dedim.
Meryem kıkırdadı. “Bir yaşına bastı ya artık, iyice afacan oldu. Ama çok tatlı benim bebeğim yanaklarını yoyesim geliyor her gün. Asılda Sarvan çok düşkün oldu oğluna beni bile unuttu"
Miran hiçbir şey anlamasa da, o tatlı gülümsemesiyle sanki “evet” der gibiydi. Kahkaha atıp ellerini çırpmaya başladı. Onun o minik ellerini tuttum, sonra kucağıma aldım. Yanaklarına öpücükler kondururken o gülüp kıvrandı, saçlarımı çekti, bir eliyle yüzüme dokundu.
“Ah yaramazım!” dedim gülerek. “Amcasına, babaannesine böyle mi yapıyorsun sen?”
O sırada Süreyya yenge avludan çıktı, başında beyaz yazması, elinde tülbentle. Bizi görünce yüzü hemen aydınlandı.
“Eee, kim gelmiş bizim konağa böyle?” dedi sevinçle. “Şeyda kızım! Hoş geldin, kuzum!”
Ayağa kalktım, kucağımda Miran hâlâ kahkahalar atarken Süreyya Hanım yanıma geldi, beni sımsıkı kucakladı.
“Hoş buldum yenge . Rahatsız etmeye geldim biraz…” dedim mahcup bir sesle.
“Estağfurullah kızım, ev senin evin. Bizim kapımız sana her zaman açık. Hem bak, Miran da sevinçten uçuyor,” dedi gülerek.
Gerçekten de Miran Efe, kucağımda kahkaha atıyor, ayaklarını sallıyordu.
Biraz sonra Devran da dışarı çıktı. Üzerinde sade gömleği, elinde çay bardağı vardı. Bizi görünce gülümsedi.
“Ne bu kalabalık, hayırdır?”
Meryem gülerek yanıtladı: “Şeyda geldi. Rojda halanın laflarına dayanamayıp kaçmış buraya.”
Devran başını salladı, gözlerinde korumacı bir ifade vardı. “İyi etmişsin. O kadının dili zehir. Sen takma kafana, Cihan dönecek elbet. Biz buradayız.”
Meryem, kucağımda oynayan Miran’a baktı. “Bak bak, Şeyda’yı görünce nasıl neşelendi. Dün bütün gün huysuzdu, şimdi gülücük saçıyor.”
Ben de Miran’ı biraz daha sıkıca sardım, yanaklarını kokladım. O mis gibi bebek kokusu içime doldu; bir an için bütün dertlerim, bütün özlemlerim sanki bu kokuya karışıp dağıldı.
Avluda hepimiz birlikte oturduk. Süreyya yenge çay getirdi, Meryem gülerek Miran’ın ağzına minik bir parça ekmek uzattı. O da kıkırdayarak parmaklarıyla ezdi, yüzüne bulaştırdı. Herkes kahkaha attı.
O an, içimde uzun zamandır hissetmediğim bir huzur vardı. Miran’ın kahkahaları, Meryem’in sıcak sesi, Süreyya yengemin şefkati, Devran’ın sakinliği… hepsi bir araya gelmişti. Gözlerimi uzaklara çevirdim; rüzgârın serinliği yanaklarımı okşadı.
Ama kalbimin bir köşesinde hâlâ o eksik parça vardı. Cihan.
Kucağımda Miran’ı sallarken, içimden fısıldadım
“Bir gün bizimde bebeğimiz olurmu acaba. Böyle tatlı babasına benzeyen bir oğlumuz yada kızımız."
Meryem o sırada bana baktı, yüzümdeki hüznü sezmiş gibiydi. Elini uzattı, elimi tuttu.
“Her şey geçecek Şeyda,” dedi yumuşak bir sesle. “Bak, Cihan seni seviyor. Belki uzakta ama, kalbi sende. Buna inan.”
Bir an gözlerim doldu, ama bu defa gülümseyerek başımı salladım. “İnanıyorum Meryem. Sadece sabır…”
Miran o sırada birden “baaa” diye bağırdı, sanki konuşur gibi elini havaya kaldırdı. Hepimiz güldük.
Meryem eğilip oğlunun alnına bir öpücük kondurdu:
“Bak Şeyda geldi ya, pabucum dama atıldı Miran Efe! Artık anneni değil, Şeyda teyzeni istiyorsun, değil mi oğlum?”
Miran hiçbir şey anlamasa da o tatlı gülümsemesiyle hepimizi bir kez daha gülümsetti.
Ben ise o an, ilk defa içimden yükselen bir huzurla fısıldadım:
“Ne güzelmiş insanın kucağında umut taşımak…”