Ertesi gün gözlerimi açtığımda yine huzurluydum. Dışarıdan gelen ışıklar odayı aydınlatıyordu ve içeriden gelen güzel kokularla uzun zamandır hissetmediğim o huzur içinde yer edindi.
Kalkıp yatağımı toparladıktan sonra odadan çıktım salonun açık kapısından gördüğüm kadarıyla annem orada değildi, kokulara bakılırsa zaten mutfaktaydı. Yanına gitmeden önce elimi yüzümü yıkamamak için yerini öğrendiğim lavaboya girdim.
Musluktan gelen suyu yüzüme atıp aynaya baktım. Çökmüş göz altlarım ve rengi gitmiş yüzüm bana son bir haftadır yaşadıklarımı hatırlatıp duruyordu.
Babamın ani ölümü, amcamla eniştemin yaptıkları, halamın bana yardım etmesi ve en önemlisi yıllar sonra gördüğüm annemin yanına gelmem. Onu –annemi- gördüğüm için, yanına geldiğim için çok mutluyum aynı zamanda güvende olduğumun da farkındayım ama içten içe ona çok kırgın olduğumu da biliyorum.
Hiçbir şey olmamış gibi yıllardır ayrı kalmamışız gibi kendimi kollarına atmam en nihayetinde normal değildi ama öyle bir boşluktayım ki kimden neden medet umduğumu, kime sığınmam gerektiğini bile bilmiyorum.
Ama artık az da olsa bunları düşünmeyip önüme bakacağım, her şeyi oluruna bırakacağım. Yoruldum, öyle yoruldum ki omuzuma yüklenen her şey beni günden güne kamburlaştırıyor.
Elimi yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa girdim annem geldiğimi gördüğü gibi gülümseyip günaydın dedi. Aynı şekilde karşılık verirken gözüm mutfaktaki başka bir bedene takıldı.
Yaşını almış bir teyze sofrada oturmuş güzel bir tebessüm ile bana bakıyordu. Gözlerinden okuduğum samimiyetle yerinden kalkıp aniden bana sarıldı. Ne yapacağımı şaşırıp öylece iki elim yanımda kalakaldım. Ama ayıp olacağını düşünerekten hafifçe kollarımı tombul bedenine sardım. Anneme baktığımda o da gözünü açıp kapatarak sorun olmadığına dair bana işaret verdi.
Ertesi gün gözlerimi açtığımda yine huzurluydum. Dışarıdan gelen ışıklar odayı aydınlatıyordu ve içeriden gelen güzel kokularla uzun zamandır hissetmediğim o huzur içinde yer edindi.
Kalkıp yatağımı toparladıktan sonra odadan çıktım salonun açık kapısından gördüğüm kadarıyla annem orada değildi, kokulara bakılırsa zaten mutfaktaydı. Yanına gitmeden önce elimi yüzümü yıkamamak için yerini öğrendiğim lavaboya girdim.
Musluktan gelen suyu yüzüme atıp aynaya baktım. Çökmüş göz altlarım ve rengi gitmiş yüzüm bana son bir haftadır yaşadıklarımı hatırlatıp duruyordu.
Babamın ani ölümü, amcamla eniştemin yaptıkları, halamın bana yardım etmesi ve en önemlisi yıllar sonra gördüğüm annemin yanına gelmem. Onu –annemi- gördüğüm için, yanına geldiğim için çok mutluyum aynı zamanda güvende olduğumun da farkındayım ama içten içe ona çok kırgın olduğumu da biliyorum.
Hiçbir şey olmamış gibi yıllardır ayrı kalmamışız gibi kendimi kollarına atmam en nihayetinde normal değildi ama öyle bir boşluktayım ki kimden neden medet umduğumu, kime sığınmam gerektiğini bile bilmiyorum.
Ama artık az da olsa bunları düşünmeyip önüme bakacağım, her şeyi oluruna bırakacağım. Yoruldum, öyle yoruldum ki omzuma yüklenen her şey beni günden güne kamburlaştırıyor.
Elimi yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa girdim annem geldiğimi gördüğü gibi gülümseyip günaydın dedi. Aynı şekilde karşılık verirken gözüm mutfaktaki başka bir bedene takıldı.
Yaşını almış bir teyze sofrada oturmuş güzel bir tebessüm ile bana bakıyordu. Gözlerinden okuduğum samimiyetle yerinden kalkıp aniden bana sarıldı. Ne yapacağımı şaşırıp öylece iki elim yanımda kalakaldım. Ama ayıp olacağını düşünerekten hafifçe kollarımı tombul bedenine sardım. Anneme baktığımda o da gözünü açıp kapatarak sorun olmadığına dair bana işaret verdi.
Teyzenin kollarından usulca ayrıldığımda yüzüme daha da sıcak bir tebessüm yerleşti. O ise hâlâ elimi bırakmadan bir şeyler söylüyordu ama dudakları o kadar hızlıydı ki okuyamıyordum bile. Gözlerimi anneme çevirdiğimde o da bunun farkına varıp hemen araya girdi.
Annem teyzenin omzuna dokunup birkaç kelime söyledi. Kadın önce şaşırdı, sonra telaşla elimi avuçlarının arasına aldı; yüzüne mahcup bir ifade yayıldı. Dudak hareketlerinden “kızım kusura bakma” dediğini zor da olsa anladım. Ben de başımı sallayıp gülümsedim. Artık böyle anlara alışmıştım. İnsanların farkında olmadan hata yapmalarına, seslendiğini sanmalarına, konuşmaya çalışıp da bana ulaşamadığını fark ettiklerinde telaşlanmalarına… Bunların hiçbiri bana garip gelmiyordu.
Annem, teyzeye doğru eğilip biraz daha bir şeyler söyledi. O da hemen toparlanıp sandalyeye dönerken annem el işaretleriyle “otur” dedi bana. Gülerek sandalyeye geçtim. Bu evin kokusu, sabah ışığı ve iki kişinin arasında gidip gelen o sessiz ama sıcak enerji… İçimde bilmediğim bir boşluğu dolduruyordu.
Teyze bir tabağı önüme doğru iterken, çok konuşmaya alışık biri olduğu her hâlinden belliydi. Dudakları durmadan hareket ediyor, bazen kahkaha atıyormuş gibi ağzı açılıp kapanıyor, bazen de şaşırmış gibi kaşlarını kaldırıyordu. Ben ise sessizce, sadece yüz ifadelerine bakarak anlamaya çalışıyordum.
Annem tezgâhın başında bir şeylerle uğraşırken bana dönüp birkaç işaret yaptı:“Korkma. O iyi biri. Komşumuz Ayşe abla.”
Başımı salladım. Zaten hissetmiştim. Kadının bakışlarında tek bir kötülük görememiştim. Tam aksine, yıllardır beni tanıyormuş gibi bir sıcaklık vardı.
Teyze yine bir şey söyleyince annem bu kez sesli cevap verdi. Onların konuşmasını izlerken bir an duraksadım. İçime, boğazımın bir yerlerine ince bir sızı oturdu. Annemin sesini duyamamak… Bu evdeki tek sessizliğin benim dünyama ait olması… İçimde hem tuhaf bir huzur hem de derin bir eksiklik bırakıyordu.
Annem yanıma gelerek önüme bir bardak çay koydu. Sıcaklığı parmak uçlarımı ısıtırken yüzüme eğilip, her zamanki gibi usulca işaret etti: “İyi misin?”
Kısa bir nefes alıp başımı salladım. “İyiyim.”
El hareketlerim titrek çıkmıştı ama annem bunu görmezden gelip saçlarımı okşadı. O an içimdeki bütün kırgınlıklar, bütün ağırlıklar birkaç saniyeliğine bile olsa durdu.
Teyze birden elini şakağına vurup “ay!” der gibi bir hareket yaptı, sonra heyecanla ayağa kalktı. Dolaptan bir şeyler çıkardı, bana uzatsa da ne demek istediğini anlayamadım. Annesine baktım.
Annem usulca açıkladı: “Bu teyze dün gece olanları duymuş. Seni merak etmiş. Kahvaltıya da onun yüzünden erken kalktım. ‘Kız çocuğu yalnız kalmasın’ diye tutturdu.”
Bir anlığına gözlerimi kırptım. İçimde tuhaf bir sıcaklık yayıldı. Yıllardır kimse benim için böyle küçük ama samimi bir endişe duymamıştı.
Yine de aklım hâlâ dün gecenin ağırlığında, omzumun başındaki o görünmez yükteydi. Ama bu mutfak… bu iki kadın… bu sabah… Bana çok uzun zaman sonra ilk defa “belki her şey iyi olur” hissini veriyordu.
Ayşe teyze bu cümlede göğsünü kabarttı, sonra bana doğru ellerini uzatıp hafifçe yanaklarımı sıvazladı. Ne yapacağımı bilemediğim için sadece gülümsedim. O da bundan cesaret almış gibi daha da yaklaştı.
Annem devam etti: “Bir oğlu var Ayhan, bir de yeğeni var. Yusuf. Otuz üç yaşında. Aynı apartmanda oturuyorlar. Ayşe’nin eli ayağı gibi. Ne derse koşar. Mahallede kime bir şey olsa önce onlar duyar.”
Ayşe teyze o anda heyecanla konuşmaya başladı. Ellerini havaya kaldırdı, gözleri parladı. Dudaklarının kıpırtısından, ‘çok iyi çocuktur’ tarzı bir şeyler söylediğini tahmin ettim. Hatta arada bir eliyle başını gösterip, sonra kalbine dokundu. Akıllı, vicdanlı, ağırbaşlı biri olduğunu anlatıyor gibiydi.
Ben sadece izledim.
Yıllardır böyle sıradan ama sıcak bir sabah görmemiştim. Sessizliğimin bile bu kadar anlaşılır olduğu bir ev düşünemiyordum.
Annem tezgâha döndü, ikinci bardak çayı doldururken konuşmaya devam etti: “Yusuf apartmanın üst katında oturuyor. Çalışkan biridir. Sabah erken çıkar, akşam sessizce döner. Kimseyle işi olmaz ama gerektiğinde herkese koşar. Ayşe onu kendi oğlu gibi büyüttü zaten.”
Ayşe teyze bu cümlede başını gururla eğdi, hafifçe göğsüne dokunup “ben büyüttüm” der gibi bir işaret yaptı.
Gülmemek için kendimi zor tuttum. Tuhaf ama güzel bir histi. Masanın etrafında, yıllardır görmediğim bir şey vardı:
İnsan sıcaklığı.
Ne hesap vardı, ne gerginlik, ne de gece boyunca taşıdığım korkunun bir izi. Sadece çayın buharı, annemin bakışları ve Ayşe teyzenin o şefkat kokan varlığı…
Bu kadar basit şeylerin bile beni nasıl yaralayıp aynı anda nasıl iyileştirdiğini anlamıyordum.
Annem en son el işaretleriyle ekledi: “Bugün biraz dinlen. Ayşe burada olduğunu duyunca çok sevindi ama seni yormayalım. Yusuf da sabah evden çıktı, görse o da selam verirdi.”
Ayşe teyze o anda dudaklarını abartılı bir şekilde oynattı, yüzünde kocaman bir gülümseme:
“Sende artık bizim kızımızsın bir şey olur hemen bize gel.”
Sesini duymadım belki ama dudaklarından okudum.
Ve kalbime işledi.
Gülümseyerek ona minnettarlığımı gösterdim. Ardından üçümüz de ara ara sohbet ederek kahvaltımızı yapıp masadan kalktık. Anneme yardım edip mutfağı hızlıca toparladık. Bulaşıkları dizip tezgâhı kuruladıktan sonra, annemin “otur dinlen biraz” dercesine yaptığı işareti görmezden gelip kahve makinesine uzandım. İnadımdan değil… içimden geldi. İlk kez bu evde bir şey yapmak istedim.
Kahveleri getirip balkona geçtik. Hava serindi ama üşütecek kadar değil; rüzgâr arada bir saçlarımı hafifçe savuruyor, sonra duruyordu. Gökyüzü kapalıydı. Bulutların o ağır, gri hali… belli ki birazdan yağmur düşecekti.
Demir korkuluklara yaslanıp mahalleye baktım. Sokaktan geçen çocuklar, elindeki poşetlerle eve yetişmeye çalışan kadınlar, kapının önünde laflayan iki ihtiyar… Normal bir mahalle görüntüsüydü hepsi. Ama aradan sıyrılıp bana doğru bakan birkaç meraklı göz de yok değildi.
Uzun süre bir yere ait hissetmeyen kalbim, bu tanımadığım sokakta, tanımadığım insanların arasında garip bir şekilde yumuşuyordu. Burada herkes kendi yaşamında ama aynı zamanda birbirinin içinde yaşıyor gibiydi.
Anneme baktım. O da sokağı izliyordu ama yüzündeki ifade düşünceliydi. Kafasının içinde dönen şeyleri tahmin edemesem de gözlerinin içindeki pişmanlık, tedirginlik ve aynı anda mutluluk içimi burktu.
Ayşe teyze kahvesini yudumlarken eliyle sokağın karşı tarafını gösterdi. Dudakları hızlı kıpırdadı. Annemin çevirisini bekledim.
Annem bana dönüp el işaretleriyle anlattı: “Mahalle sabah sabah seni konuşmuş biraz. Normal… uzun zamandır ortada olmayan bir kız gelince merak ediyorlar.”
Gözlerimi kırpıp tekrar sokağa baktım. Bir merak, bir ölçme, bir tartma vardı bakışlarda. Ama dün geceki gibi tehdit yoktu. Bir baskı da yoktu. Sadece insanların kendi küçük dünyalarındaki doğal tepkileriydi.
Kahvemi yudumlarken hava bir anda daha da ağırlaştı. Rüzgâr yön değiştirdi. Bulutlar sokakların üstüne iyice çöktü. Burnuma toprak kokusu geldi—yağmur başlamadan hemen önceki o tanıdık koku.
İşte o anda apartmanın giriş kapısı açıldı. Metal kapının tok sesi balkona kadar yükseldi. Annemle Ayşe teyze refleksle aşağıya baktı. Ben de başımı eğip kim olduğuna baktım.
Koyu renk bir mont, uzun boylu bir siluet… saçları hafif dağınık…
Yavaş adımlarla apartmanın önünden uzaklaşır gibi oldu, sonra bir an durup yukarı, bizim balkona doğru başını kaldırdı.
Ayşe teyzenin yüzünde bir anda tanıdık bir gülümseme belirdi. Anneme baktı, annem de ona.
Sonra annem işaret etti: “Yusuf.”
Ayşe teyzenin 33 yaşındaki yeğeni…
Ve bakışları bizimkilerle kesişti o an.
Yusuf’un bakışı önce anneme, sonra Ayşe teyzeye, en son da bana kaydı. Yüzünde ne gülümseme vardı ne de soğukluk… ama bir şey, çok küçük bir şey, bakışının içinde kaldı: merak mıydı, tanımaya çalışma isteği mi… çözemedim.
Ben farkında olmadan dikleşmişim. Sanki biri omzuma dokunmuş gibi bir an irkildim. Annem bunu görünce elini hafifçe dizime koydu, “sakin” dercesine. Başımı azıcık salladım.
Aşağıdan Yusuf’un sesi geldi ama elbette kelimeleri duymadım. Dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Ayşe teyze kolunu sallayıp bir şeyler söyledi ona. Yusuf da başını hafifçe kaldırıp onlara onay verirmiş gibi bir hareket yaptı. Sonra apartmandan çıkıp sokağın köşesine doğru yürüdü.
Ayşe teyze kahvesini masaya bırakıp bana dönerek kocaman bir gülümseme attı, dudakları oynadı. Annemin çevirisini bekledim.
Annem işaret ederek açıkladı: “Yusuf’u nişanlısı Aylin çağırmış gelip bakmış şimdi de tekrar işe gidiyor işte bir de teyzesi seni görmeye gelince merak da etmiş sağ olsun.”
Elim fincanın kulpuna istemsizce daha sıkı tutundu. Yaşadığım onca şey, yabancı yüzler, tedirgin bakışlar… hepsi zihnimde kısa bir anlığına tekrar canlandı. Ama sonra Yusuf’a baktım — ilk kez görüyordum onu. Yavaş adımları, ölçülü duruşu, bakışındaki hafif tereddüt… Sanki beni anlamaya çalışan ama mesafesini de koruyan bir tarafı vardı.
Bir de nişanlı olduğunu duyunca içimde tuhaf bir boşluk oluştu; tanımadığım bir adam hakkında hissetmemem gereken bir şeydi bu ama belki de sadece… herkesin bir hayatı olduğunu hatırlattı bana. Benimse sığındığım her yer, herkes yarım kalmıştı.
Yine de Yusuf’un bakışında kötü bir niyet yoktu. Daha çok, uzaktan bakan bir yabancının basit merakı… ya da sadece “kim geldi?” diye soran bir mahalle insanının bakışı.
Ayşe teyze konuşmaya devam etti; annem tekrar çevirdi: “Yusuf burada büyüdü. İyi çocuktur. Annesi erken öldü, ben baktım ona. Apartmanda herkes sever.”
Ayşe teyze bunları söylerken bakışları annemden bana, benden tekrar anneme kayıyordu. Annem de pek bir şey belli etmeyen ama hafif huzurlu bir ifadeyle dinliyordu.
Ben balkondan sokağa baktım yeniden. Yağmur damlaları düşmeye başlamıştı, önce birer tane, sonra hızlanarak… Toprak kokusu daha yoğun yayıldı.
Yusuf köşeyi dönmeden önce bir kez daha arkasına bakmış mıydı? Gözlerim o noktaya kaydı. Emin olamadım. Belki bakmıştı, belki de ben öyle sandım.
Anneme döndüm, eliyle saçımı okşadı. Ayşe teyze ise yağmurun hızlanışını izleyip gülümsedi.
Balkonda üçümüz, yağmurla dolan havanın ortasında otururken içimde tuhaf bir his yayıldı:
Belki bu mahallede bir yerim olabilir.
Belki burada, yıllardır kimsesiz kalmış gibi hissettiğim hayatıma küçük bir başlangıç yapılabilirdi.