Ertesi sabah hava açıktı. Yağmurun ardından gelen o temiz serinlik hâlâ sokak aralarında geziniyordu. Annem erkenden hazırlanmış, çantasını kapıya koymuştu. Mutfağa girdiğimde bana dönüp gülümsedi, “Bugün pazara çıkıyoruz,” diye işaret etti. Başımı salladım ama içimde tuhaf bir sıkışma vardı. Dışarıya çıkmak, özellikle bu mahallede insanlar arasında dolaşmak hâlâ beni zorlayan bir şeydi. Hem tanınmadığım bir yerdeyim, hem de herkesin merakla bakan gözleri üzerimdeymiş gibi hissediyordum.
Kapıyı kapatıp apartmanın merdivenlerinden indik. Bu defa Ayşe teyzenin sesi gelmedi, ama dairenin kapısı aralık kalmıştı; içeriden çay kokusu yayılıyordu. Aşağı indiğimizde apartmanın girişinde oturan yaşlı amca başını kaldırıp anneme selam verdi, sonra gözleri bana kaydı. Dudaklarının “Kızın mı o?” dediğini anladım. Annem “Evet” diye işaret etti. Adamın yüzündeki şaşkınlık hafif bir tebessüme karıştı, başını salladı.
Sokağa çıktığımızda mahalle daha hareketliydi. Kapı önlerinde sandalyesini çekmiş birkaç kadın oturmuş, ellerinde örgüler, ağızlarında sakız… Bizi görünce konuşmaları kesildi. Birinin bakışı meraklı, birinin ki mesafeli, diğerinin bakışıysa gereğinden fazla ısrarcıydı. Adımlarım hızlandı ama annem koluma hafifçe dokunarak yavaşlamamı söyledi.
Pazarın girişine geldiğimizde seslerin uğultusunu duymuyor ama kalabalığın titreşimini hissediyordum. Tezgâhların renkleri her zamanki gibi albeniliydi. Annem domates tezgâhına yaklaşınca ben kenarda durup etrafı incelemeye başladım.,
İşte o an, iki kadın yanımdan geçerken bana öyle bir baktı ki nedenini anmak için dudaklarına odaklanmam yeterliydi.
“Bu kız… hani senelerdir olmayan…”
“Evet evet, o işte. Sağırmış, zavallı.”
Zavallı. Dudaklarının o kelimeyi söylerken büzülüşünü gördüğüm an içimden bir şey koptu. Yutkundum. Başımı çevirdim ama bakışları hâlâ sırtımdaydı. Benimle ilgili her şeyi yıllarca görmeden de konuşmuşlardı belli ki; şimdi beni görünce merakları sokağa sığmayacak kadar büyümüştü.
Annem tezgâhtan döndü, yüzündeki hafif tedirginliği fark ettim. Elini uzatıp “İyi misin?” diye işaret etti. “İyiyim,” dedim omuzumu silkeleyerek. Belki çok da iyi değildim ama söyleyebileceğim başka bir şey yoktu.
Pazarın içinde biraz ilerledik. Kuru yemiş tezgâhının önünde durmamızla birlikte henüz otuzlarında görünen bir adam anneme dönüp bir şeyler söyledi. Annem cevap verirken adamın gözleri birden bana kaydı. Bakışı tuhaftı—fazla uzun, fazla değerlendiren.
“Haa… bu kız mı?” dediğini rahatlıkla okudum dudaklarından.
Annem hafifçe gerildi. “Kızım,” diye işaret etti kısaca. Adam ise başıyla onayladı ama bakışını üzerimden çekmedi. Sanki bir eşya inceliyor gibi, sanki bir defosu var mı yok mu diye bakıyordu.
Bir adım geri çekildim.
Adam bunu görünce hafifçe güldü; dudaklarının “Korkma ya,” deyişini gördüm ama sesini duyamadım. Bu daha bile rahatsız ediciydi. Annemin koluma dokunuşu beni o bakıştan kurtardı. “Hadi,” dedi.
Kalabalığın içine karıştık. Fakat bu kez tek rahatsız eden o adam değildi. Bir kadın elindeki poşetle anneme yaklaşarak sordu:
“Bu kız… gerçekten senin kızın mı? Hani yıllardır yoktu?”
Annem derin bir nefes aldı. Yüzündeki sabır kırılmaya yakındı ama dışarıdan kimse anlamazdı. Ellerini kaldırıp kısaca “Evet” dedi. Kadın bana dönüp uzun uzun baktı.
“Büyükmüş ha… ama bir tuhaf geldi bana.”
O kelimenin annemin yüzüne nasıl bir gölge düşürdüğünü gördüm. Ben de nefesimi tuttum. Kadın çekilip giderken hala dönüp dönüp bana bakıyordu.
Bir süre annemin yanında yürüdüm, onun hareketlerine bakarak izledim. Herkesin konuşması susup yeniden başladığında, dudaklarının arasından çıkan kelimeler havada görünmez bir ağ gibi dolaşıyor, ben o ağın içinde sıkışıyormuş gibi hissediyordum.
Derken kalabalığın içinden bir başka adam çıktı. Elinde sigara vardı, yüzü sert, dudaklarında alaycı bir kıvrım.
“Sen misin o kız?” diye sordu bana yaklaşarak.
Cevap vermedim—zaten duyamayacağımı o da biliyor olmalıydı ama yine de konuştu; çünkü konuşmak, benim cevap veremeyişimi görmek, sessizliğimi ölçmek ona bir tür güç veriyordu. Yüzüme fazla yaklaştı, nefesi üzerime vurdu.
Dudaklarının şekline odaklandım sadece; kelimeleri sessiz ama rahatsız edici bir netlikle okuyabiliyordum. “Mahalleli kaç gündür seni konuşuyor. Bir görüneydin de şöyle… görseydik seni işte.” Bakmak kelimesini söylerken dudaklarının kenarı çirkin bir şekilde kıvrıldı; tam o anda içimde bir şey ürperdi. Geri çekilmek istedim ama kalabalık sıkıydı, adım atacak yer azdı.
Annem anında araya girdi. Kolunu adamla arama siper eder gibi uzattı, yüzü sertleşti. Dudaklarını hızla oynatarak ona bir şey söyledi—ben yalnızca birkaç kelime yakalayabildim, “Yeter… uzak dur… kızım…” Adam bir anlığına durdu, annemin bakışındaki sertliği ölçtü, sonra alay eder gibi omuz silkti, sigarasından bir nefes daha alıp kalabalığa karışarak uzaklaştı. Ama giderken bile dönüp bir kez daha baktı; sanki hakkıymış gibi.
Annem derin bir nefes aldı, sonra bana döndü. Elleriyle “Korkma,” dedi. Parmakları titremiyordu ama yüzünün geriliminden anlıyordum: O da rahatsız olmuştu, en az benim kadar. Başımı salladım, bunun benim yüzümden olmadığını bilmesini istedim, ama içimdeki sıkışma hâlâ tam göğsümün ortasında duruyordu.
Pazarın içindeki kalabalık hiç susmuyordu ama benim için her şey sessiz bir film gibiydi. İnsanların yüzleri, ifadeleri, meraklı gözleri… hepsi konuşuyor ama tek duyduğum şey yemek kokularının dalga dalga yayılıp titreşimlere dönüşmesi, zeminin adımlarla sallanışıydı. Bir teyze tezgâhın önünde annemin kolunu yakalayıp kısık sesle “Biz de duyduk, yazık… nasıl olmuş acaba?” diye sorunca dudaklarından dökülen o “yazık” kelimesi yumruk gibi yüzüme çarptı.
Annem bu defa cevap bile vermedi. Gülümsedi sadece, kibar ama mesafeli bir gülümsemeyle. Kadın ise konusunu bitiremeden öteki tarafa döndü, ama giderken bile beni göz ucuyla süzdü. Herkes sanki parçalarımı sayıyor, eksiklerimi ölçüyor, geçmişimi tahmin etmeye çalışıyordu.
Domates, biber, patlıcan… tezgâhların renkleri bir noktadan sonra bulanık bir fon gibi arkamda akmaya başladı. Ben annemin yanından ayrılmadan yavaş adımlarla yürürken bir çocuk durdu önümde; dokuz-on yaşlarında. Merakla bana baktı, sonra annesine dönüp “Anne, bu abla mıydı konuşmayan?” diye sordu. Kadın telaşla çocuğu çekiştirdi, beni suç işlemişim gibi süzüp “Sana ne kızım, geç yürü,” dedi. Çocuğun yüzünde merak, annesinin yüzünde rahatsız edici bir tedirginlik vardı.
Biraz ileride annem poşetlerini düzenlemek için durunca ben yanımızdaki tezgahtan yayılan sebze kokusuna takıldım. Kalabalığın ortasında bir anlığına sakin bir köşe bulmuş gibiydim ama o an bile uzun sürmedi. Arkadan iki kadının konuşması gözüme takıldı, dudaklarının hareketini ister istemez çözdüm.
“Yıllardır ortada yoktu, şimdi çıkıp gelmiş. Ne olmuşsa...” “Belki de kulağı duymuyor diye uyduruyorlar.”
İkinci kadının yüzündeki o “acaba doğru mu?” bakan küçümseyici ifade içimi öyle bir sıkıştırdı ki nefesim kesildi sanki. Beni duymadıklarını bilerek konuşmanın verdiği o tuhaf rahatlık… ama bilmedikleri bir şey vardı: Sözleri kulağıma değil, gözlerime çarpıyordu ve daha can yakıyordu.
Annem bana döndü, gülümsemeye çalıştı. Ben de karşılık olarak hafifçe başımı eğdim. İçimdeki tüm sesler, tüm bakışlar, tüm fısıltılar birbirine karışıyordu. Kendi sessizliğim bile zaman zaman ağır geliyordu.
Kalabalığın içinden çıkıp pazarın sonuna doğru yürürken güneş biraz daha kendini gösterdi; insanların kalabalığıyla ısınan hava yüzüme vurdu. Bir an durup etrafa baktım. Herkes kendi hayatında meşgul görünse de göz ucuyla beni izleyenler, fısıldaşanlar, merakını saklamayanlar vardı.
Ama yine de… bütün bunların ortasında annem poşetleri taşıdığı eliyle diğer eliyle benim bileğime hafifçe dokunup “Bitti sayılır,” diye işaret ettiğinde, içimde bir yer yumuşadı. En azından yanımdaydı. En azından bu kalabalığın içinde tek başıma değildim.
Pazarın çıkışına geldiğimizde arkama dönüp baktım. İnsanların dudakları hâlâ kıpırdıyordu ama bu defa çözemeyecek kadar uzaktaydım. Belki de çözmek istemiyordum.
Annemle yürümeye başladık; adımlarımız mahalleye doğru ilerlerken içimde yavaşça yer eden bir his vardı:
Bu mahalle yaşamak kolay olmayacaktı. Ama burası artık kalmak zorunda olsuğum bir yerdi…
Ve belki bir gün, bu kalabalığın içinde kendi sessizliğimi savunmayı da öğrenecektim.
...
Etek paketini iki eliyle kavrayıp sokağın köşesindeki iki katlı eski evin önünde durdu Elif. Duvarlardaki boyalar yer yer dökülmüş, kapının üzerindeki sarmaşıklar yağpurların ağırlığıyla hafifçe sarkmıştı. Annesi, “Ayşe teyzene şu eteği götürür müsün kızım? Götür ver, hemen dön,” demişti.
Ama yine de Elif’in karnı hafifçe sıkışıyordu. Yabancı bir eve gidiyordu. Hem de ilk kez.
Kapıyı üç kez vurdu. Titreşimi avuçlarında hissettiği anda içeri doğru ayak sesleri duyuldu—duyamıyordu ama kapının tokmağı hafifçe titremişti, birinin yaklaştığını anlayacak kadar.
Kapı açılır açılmaz karşısında uzun boylu, yüzünde hafif mahmurlukla gülümseyen bir genç belirdi. Üzerinde ev tişörtü, saçları dağınıktı.
Adam bir saniyeliğine Elif’e baktı, sonra gözleri pakete kaydı, sonra tekrar ona döndü. Elif bu adamı tanımıştı geçen gün kafede olan adamdı.
“Hmm… kapıda hediye getiren küçük bir melek… ama annemi mi arıyorsun yoksa beni mi?” dedi yumuşak bir şakayla.
Elif anlamadığını belli eden hafif bir ifade takınınca, Adam gözlerini kırpıp daha ciddi bir ses tonuna geçti: “Tamam tamam. Ciddiyim şimdi. Ayşe sultanı mı arıyorsun?”
Elif dudaklarını okuduktan sonra başını salladı, paketi gösterdi. Adam paketi görünce anladı. “Etek! Annem söylemişti, Senin annen dikti değil mi?”
Elif bir kez daha başını onaylayarak eğdi. Adam gülümseyip kapıyı biraz daha açtı. “Geç istersen, kapı eşiğinde konuşmayalım. Çay ikram edeyim falan desem ayıp olur ama korkma, ısırmam ben.”
Elif hafifçe gülümseyip içeri adım attı. Adam kapıyı kapattıktan sonra paketi aldı.
“Ben Ayhan,” dedi eliyle işaret ederek kendini gösterip adını net söyleyerek. “Senin adın… Elif’ti değil mi? Annem öyle demişti.”
Elif başıyla onayladı. Şaşırmıştı ama belli etmedi ayrıca sabahtandır adamın dudaklarına bakmasına bir şey dememesinden anlamalıydı az çok.
Ayhan’ın yüzünde yumuşak bir “tamamdır” ifadesi belirdi.
“Annem yok şu an,” dedi salona doğru geçip oturdu. “Kesin yine komşuya gitmiştir. İki dakika önce ekmek istemeye gitti, büyük ihtimalle muhabbet uzamıştır. Komşu ziyaretini askeri tatbikat gibi ciddiye alır.”
Elif bu söze hafifçe güldüğünde Ayhan memnuniyetle sırıttı. “Bak, güldün! Tamam, Slytherin'e beş puan.”
Elif son dediğini anlamasa da olumsun bir tepki vermedi.
Ayhan paketi masaya bırakıp döndü. Dikkati tamamen Elif’in üzerindeydi—rahatsız edici değil, daha çok tanımaya çalışan bir abi gibi.
“Sen dün pazardaydın değil mi?” diye sordu, konuşurken yüzünü Elif’in görebileceği açıya getirip dudaklarını belirgin hareket ettirerek.
“Elini salladın mahalledeki çocuklara. Onlar da sana bir sürü bir şey anlattı ama sen hiçbirini takmıyordun. Çok haklısın, bizde çocuk çok konuşur.”
Elif gülünce Ayhan bir kahkaha daha patlattı. “Ay ben bu kızı sevdim!” dedi kendi kendine ama sesli. “Sessiz duruyor ama içten içe fırlama bu.”
Sonra eliyle işaret ederek, yavaş konuşup mimiklerini vurgulayarak devam etti: “Benimle konuşmak istersen… yani işaret dili bilmiyorum ama öğrenebilirim. Yani basit şeylerle başlarım… mesela…”
Elif’e bakıp saçma bir el hareketi yaptı. “Bu ne demek biliyor musun? ‘Ben çok yakışıklıyım.’”
Elif kaşlarını kaldırıp kahkaha atar gibi nefes verdi. Ayhan da güldü. “Tamam tamam, şaka. O el hareketi hiçbir şey demek değil. Sadece uydurdum.”
O sırada dış kapının sertçe kandığını hissetti. Elif irkildi. Ayhan hemen eliyle sakinleştirici bir hareket yaptı.
“Annem geldi. Tam zamanında.” Kapı açıldı, içeri kalın şalıyla Ayşe teyze girdi.
“Elif?” dedi Ayşe teyze şaşkın ama sevinçli ifadeyle.
Ayhan annesine döndü: “Anne, komşunun kızını kapıda yalnız bırakmışsın. Yazık, çocuk bana kaldı. On dakika boyunca abilik yaptım burada.”
Ayşe teyze kaşlarını kaldırdı. “Elif’i yalnız mı bıraktım? Ay ben mahallenin diline düşeceğim!” diye söylenirken Elif’e sarıldı.
“Ay canım kuzum, sağ ol geldiğin için. Çok güzel olmuş etek. Annenin ellerine sağlık.”
Ayhan ise Elif’e doğru eğilip fısıltıya yakın bir tonda ama dudakları net görünür şekilde konuştu: “Bak gördün mü? Annem seni benden daha fazla sevdi şimdiden.”
Elif gülümsedi ve kalktı yerinden çok kalmadan eve gitmek istiyor. Ayşe teyzesi ne kadar kalmasını istese de bir şe demedi ve Ayhan ona kapıyı gösterdi.
“İstersen seni aşağıya kadar geçireyim. Hem annemle muhabbeti ballandıralım da mahallede herkes duysun; yeni komşu Elif resmi olarak kabul edildi.”
Elif başıyla onayladı. Ayhan kapıyı açtı, biraz öne çıkıp eliyle “hadi gel benimle küçük komşu” der gibi işaret etti.
Ve Elif ilk kez, bu mahallede biri ona gerçekten iyi geldiğini hissetti.
Ayhan, Elif’i kapıya kadar uğurlarken hâlâ gülümsüyordu.
“Elif, anneme verdin ya eteği, vallahi yüzü güldü kadının. Sen olmasan üç gün daha surat asardı,” dedi şaka yolluyla.
Elif de hafifçe başını eğip dudaklarını kıpırdattı; teşekkür eder gibi bir mimik. Tam merdivenlere dönecekti ki, apartmanın ağır dış kapısı hızla açıldı.
Sanki biri kapıyı tutmadan itivermiş gibi sert bir sesle çarparak geri savruldu.
Elif o sesi duymadı ama kapının sallanışından ve Ayhan’ın yüzünün bir anda değişmesinden durumun ciddiyetini sezdi.
Yusuf içeri giriyordu.
Adımları hızlı, omuzları gergindi; yüzünde bütün günü taşıyan bir yorgun sinir geziniyordu. Ayhan’ın annesinden çıkan o sakin sessizlik, Yusuf’un gelişiyle bir anda dağılmış gibiydi.
Ayhan, “Abi hayırdır, niye böyle—” diyecek oldu ama Yusuf konuşacak hâlde değildi.
Gözleri Elif’e yalnızca bir saniyeliğine döndü, o da bakış sayılmaz; daha çok birinin koridorda bir eşya görüp geçtiği anlık bir görüntü gibiydi.
Sanki Elif orada insan değilmiş gibi. Sanki görmemiş gibi. Sonra hiçbir şey söylemeden yürümeye devam etti.
O dar koridorda birinin kenara çekilmesi gerekiyordu ve Elif panikle duvara yaklaşmaya çalıştı ama Yusuf dikkat bile etmedi.
Geniş omzunun bir kenarı, Elif’in omzuna sertçe çarptı. Elif’in dengesi anında bozuldu. Vücudu yan tarafa doğru kaydı, dizleri titredi, düşecek gibiydi.
Ayhan’ın yüzündeki rahat gülümseme bir anda paniğe döndü. “Dur—!” diye hamle edip kolundan yakaladı Elif’i, tam yere çökecekken.
Elif’in nefesi kesilmiş gibiydi; çarpmanın yarattığı o boşluk hissi birkaç saniye boyunca içini titretti. Yusuf ise…
Arkalarına bile bakmadan yürümeye devam etti.
Ayhan’ın “Abi dikkat etsene!” deyişini duydu mu, yoksa duysa da umursamadı mı belli değildi.
Ayhan Elif’i yavaşça doğrulttu. “İyi misin?” dedi, kaşları çatık.
Elif başını salladı ama yüzü kızarmıştı; hem utanmıştı, hem de o ani çarpmanın şokunu hâlâ üzerinden atamamıştı.
Ayhan nefesini sertçe verdi.
“Kusura bakma,” dedi. “O bugünlerde çok gergin. Sana bilerek çarpmamıştır ama… keşke biraz dikkat etse.”
Elif dudaklarının kıpırdayışından ne dediğini anladı. Ayhan’ın eli hâlâ onun kolunun üstündeydi; fazla sıkmıyor, ama düşmeyeceğinden emin olana kadar da bırakmıyordu.
“İyi misin?” diye sordu bir kez daha.
Elif bu kez daha net bir şekilde başını salladı. Ayhan gülümsedi sanki az önce olan şey hiç olmamış gibi değil ama onu rahatlatmak için, abiliğine yaraşır bir ifadeyle.
“Merak etme,” dedi hafifçe eğilerek. “Bizim evin kapısını hep ben açarım sana bundan sonra hem etrafa da bakarım bunun gibi öküzler sana çarpmasın diye.”
Elif’in istemsizce dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Ayhan geri çekilip kapıya doğru döndü.
Kapı kapanırken içeriden sandalye bacaklarının zemine sürtünme sesi gibi bir gerginlik yayıldı. Elif merdivenlere adım atarken kalbinde iki duygu birbirine karıştı:
Ayhan’ın abi sıcaklığı.
Ve Yusuf’un buz gibi geçip gidişi.