“Buyur kızım kime bakmıştın?” yaşaran gözlerimin izin verdiği kadarıyla okudum dudaklarını. Keşke kızım deyişini duysaydım anne. Ben ona cevap vermedim, veremedim.
Titreyen ellerim konuşmamı engelliyordu ve annemin beni tanımıyor oluşu bana çok koymuştu. Bir anne nasıl olur da kızını tanımazdı.
Annemin tekrar bana doğru konuşmasıyla dayanamayıp yere çöktüm ve hüngür hüngür ağladım. İki gündür yaşadıklarımı artık kaldıramadım.
Babamın ölümünü atlamamışken bir de evlilik yüzünden korkuyla buraya kaçmam beni yıpratmıştı. Annemin yanıma çöktüğünü gördüm, bir şeyler diyordu ama onu bile anlayacak okuyacak gücü bulamıyordum.
Sessim çıkıyor muydu bilmiyorum ama birkaç kişinin aceleyle yanımıza geldiğini gördüm. Birbirleriyle konuşuyordu annem ise onlara cevap verip bana bakıyordu. Ellerini sırtıma koyup sıvazladı.
Yanımıza gelenler çoğaldıkça yerimde küçüldüm. Toparlamaya çalışıyordum kendimi ama olmuyordu bir türlü. Biri dudağıma bir bardak su koydu onu içtim ve az da olsa sakinleştim.
Gözlerimi silip tekrar anneme baktım. Seneler ondan çok şey götürmüştü ama güzeliğini götürmemişti. Saçlarına aklar düşmüştü ama hala güzeldi, hatırladığım gibi.
Bir süre sadece onu seyrettim...
Yüzüme bakıyordu ama hiç tanıdıklık belirtisi yoktu. Bana bakarken yüzünde sadece şaşkın bir yabancılık vardı.
Nefesim göğsümde ağırlaştı, avuç içlerim yere dayandım ve yutkunmaya çalıştım ama başaramadım. Yıllardır içimde bir yere sakladığım yük, oracıkta üstüme devrilmiş gibiydi.
Annem bana baktı, başını hafifçe yana eğdi ve dudakları kıpırdadı. “İyi misin” dediğini okudum.
Bu cümleyi kelime kelime dudaklarından okurken içim acıdı. Bir “kızım” yoktu veya bir “Elif” yoktu.
Sadece kibar bir yabancının, başka bir yabancıya söylediği iki kelimeydi.
Ben cevap veremedim.
Bütün bunları anlatacak bir dilim yoktu. Keşke konuşabilseydim... ama konuşsam bile hangi kelimeyi, hangi cümleyi, nasıl yan yana koyacaktım? “Anne, ben Elif’im” diyememek bile boğazımı düğümlüyordu.
Yavaşça yerimden kalktım. Hala gözlerimi ondan alamıyordum sanki gözlerimi başka yere çevirsem rüyadan uyanacaktım.
Çantamdan telefonumu çıkardım ve titreyen parmaklarımla notlar kısmına girdim. Birkaç saniye durup kendimi toparladım sonra ise üç kelime yazdım.
“Anne benim. Elif.”
Telefonu ona doğru çevirdim. Annem telefona doğru eğilerek yazdıklarımı okudu. Önce anlamadı sanırım ama sonra birden yüzü dondu. Kaşlarını arasına bir gölge düştü ve gözleri aniden doldu.
Bir adım geri çekildi.
"Elif mi dedin?" diye sordu annem, sesiyle. Dudaklarını okuyabiliyordum ama o anda içimden konuştuğunu duyabilmeyi o kadar çok istedim ki...
Başımla onayladım. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu ama farkında değildim bile. Annem bir daha baktı bana. İnanamıyordu. Sonra elini ağzına götürdü, gözyaşları yanaklarından aşağı süzüldü.
"Elif... Benim Elif'im..."
Kollarını açtı.
Anında kollarına atıldım. Sarıldık. O kadar sıkı sarıldık ki nefes alamıyordum neredeyse. Ama önemli değildi. Yıllardır özlediğim kucaktı bu. Annemin kokusu - lavanta sabunu, kumaş yumuşatıcısı.
Ağladık. İkimiz de ağladık.
Ne kadar süre öyle kaldık bilmiyorum. Belki dakikalar, belki daha fazla. Etrafımızda ki insanlarda hayret eder gibi konuşup bakıyorlardı bize.
Sonunda ayrıldığımızda annem yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözlerimin içine baktı. "Sen... Sen gerçekten benim kızım mısın? Elif... Nasıl... Ne zaman... Neden..."
O kadar çok sorusu vardı ki nereden başlayacağını bilemiyordu. Ben de telefonumu çıkardım yine. Yazmaya başladım:
"Babam öldü. Köyde beni amcam eniştemin oğluyla evlendirmek istediler. Kaçtım. Halam yardım etti. Seninle yıllardır görüşmeseydik de adresini biliyormuş. Başka gidecek yerim yoktu anne. Lütfen beni içeri al."
Annem yazdıklarımı okudu. Yüzü değişti - şok, öfke, korku, her şey bir arada.
"İçeri al mı?" diye sordu, sesiyle bağırarak herhalde çünkü ağzı çok açılmıştı. "Sen benim kızımsın Elif! Burası senin evin! Gel, hemen gel içeri!"
Beni kolumdan tuttu, içeri çekti. Bavulumu aldı, kapıyı kapattı. Salondaydık. Küçük, sıcak bir salon. Bir köşede dikiş makinesi, duvarda eski fotoğraflar, küçük bir kanepe.
Annem beni kanepeye oturttu. Kendisi de yanıma oturdu. Elimi tuttu sımsıkı. "Anlat," dedi. "Her şeyi anlat bana."
Anlattım. Telefondan yazdım, o okudu.
Babamın son günlerini anlattım. Hastalığını, ölümünü. Cenaze günü amcaların evde toplanmasını, bana teklif edilen "evliliği". Kuzenimin kim olduğunu - işsiz,, kumar ve içki düşkünü birisi. Nasıl korktuğumu, nasıl kaçmayı planladığımı. Halamın yardımını.
Annem dinledikçe ağladı. Ara sıra başını iki yana salladı. "Alçaklar... Nasıl yaparlar bunu sana..."
Hepsini anlattıktan sonra yorgunluk çöktü üzerime. Yıllardır taşıdığım bir yükü bırakmış gibiydim.
"Artık güvendesin," dedi annem, ellerini elleriyle sararak işaret ederek. Artık işaret diline geçmişti. Ben de rahatlamıştım böyle ama nerden biliyor merak etmedim değil.
"Burası senin evin. Kimse seni buradan alamaz. Reşitsin, kendi kararlarını kendin verirsin."
"Ya gelirlerse?" diye sordum, ellerimle.
"Gelsinler." Annemin yüzü sertti. "Polisi ararız. Burası köy değil. Burada kanun var." İçim biraz rahatladı ama korku tamamen gitmemişti.
"Yorgunsun," dedi annem. "Yıkan, dinlen. Sonra konuşuruz."
Banyoyu gösterdi. Sıcak suyla yıkandım, temiz giysiler giydim. Annem bana odayı gösterdi - küçük ama temiz bir oda. Tek kişilik yatak, küçük bir dolap, pencere.
"Burası artık senin odan," dedi.
Yatağa uzandım. Yorgundum. Çok yorgundum. Ama aynı zamanda huzurluydum. İlk kez uzun zamandır güvende hissediyordum.
...
Sabah uyandığımda bir an nerede olduğumu anlayamadım. Tavan yabancıydı, perdeler yabancıydı, koku bile yabancıydı. Sonra hatırladım. İstanbul'daydım. Annemin evinde.
Hızla doğruldum. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Rüya mıydı yoksa gerçek miydi? Gerçekten kaçmış mıydım köyden?
Kapı hafifçe aralandı. Annem içeri girdi, elinde bir tepsi vardı. Üzerinde çay, peynir, zeytin, ekmek.
"Günaydın," dedi dudaklarını kıpırdatarak. Sonra ellerini kullanarak işaret diliyle tekrarladı: Günaydın.
Gözlerim doldu. Annem işaret dili biliyordu.
"Nasıl?" diye sordum ellerimle.
Annem tepsini yatağın yanındaki sehpaya koydu ve yanıma oturdu. Ellerini konuşturmaya başladı:
"Senin gittiğin gün yemin ettim kendime. Eğer bir gün seni bulursam, seninle konuşabilmek istiyorum diye. Kurslar aldım. Yıllarca çalıştım. Her gün pratik yaptım. Çünkü biliyordum ki bir gün geleceksin."
Dayanamadım. Annemin boynuna sarıldım ve sessizce ağladım. O da saçlarımı okşadı.
Kahvaltıdan sonra annem bana evde ki odaları gösterdi. Küçük bir evdi. İki oda, bir salon, mutfak, banyo. Ama sıcak ve temizdi.
"Burada terzilik yapıyorum," dedi annem dikiş makinesini göstererek. "Evden çalışıyorum. Komşulara, tanıdıklara dikiş dikiyorum. Geçimimizi bu şekilde sağlıyorum."
"Baba sana nafaka göndermedi mi?" diye sordum.
Annemin yüzü karardı. "Hayır. Hiç göndermedi. Boşandıktan sonra seni aldı ve bir daha yüzümü görmemi istemedi. Mahkemeye gitmeye cesaret edemedim. Köyde kadın haklarını kim dinler ki?"
"Peki beni neden bıraktın?" Yıllardır içimde olan soruyu sonunda sordum."
Annem derin bir nefes aldı. Gözleri doldu ama ağlamadı. Ellerini konuşturmaya başladı:
"Bırakmadım Elif. Zorla aldılar seni benden. Babana köyde kalacaksın dedim, ben seninle İstanbul'a gideceğim dedim. Engelliyim diye üzerime geldi. Deli, çocuğu büyütemez, kötü anne dedi. Dayak attı. Beni evden kovdu. Seni bırakmadım, elimden aldılar seni."
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. "Bilmiyordum anne. Ben sandım ki beni sevmiyorsun."
"Seni her gün sevdim Elif. Her gün düşündüm. Her gün ağladım. Ama korktum. Geri dönersem beni öldürür diye korktum. Babanı bilirsin. Öfkeliydi, sert adamdı."
"Biliyorum anne." Bir süre öylece oturduk. Sonra annem elimi tuttu.
"Artık geçmiş, geçmişte kaldı. Şimdi sen buradasın. Ve bir daha seni bırakmayacağım. Söz."
Gülümsedim. İlk defa uzun zamandır içtenlikle gülümsedim. Öğleden sonra annem beni eve kapanmamam gerektiğini söyledi. Dışarı çıkıp mahalleyi gezelim, tanışalım diye önerdi. Ben biraz çekindim.
"Ya tanıdık biri görürse?" diye sordum.
"Kim görecek seni burada? Köyden kimse bilmiyor burayı. Üstelik kalabalık bir şehir burası. Sen bir tanesisin on milyonun arasında." Haklıydı. Cesaretimi toparladım ve birlikte dışarı çıktık.
Mahalle kalabalıktı. Sokaklar dardı ama canlıydı. Bakkal, manav, berber, küçük kafeler... Her yer insanlarla doluydu.
Annem beni manavına, bakkala, tanıdığı komşulara tanıştırdı. Herkes çok samimiydi.
"Bu benim kızım Elif," dedi annem herkese. "Uzun zamandır görmüyordum, şimdi yanıma geldi."
Kimse fazla soru sormadı. Herkes "hoş geldin kızım" dedi, beni içten karşıladılar.
Bir ara sokağın köşesindeki küçük bir kafeye girdik. İçerisi sıcak ve rahatlatıcıydı. Duvarlarda resimler, raflarda kitaplar vardı.
Annem bana sıcak çikolata ısmarladı. Masada otururken etrafı izledim. Genç insanlar vardı - öğrenciler, çalışanlar. Hepsi konuşuyor, gülüyor, vakit geçiriyordu.
Bir an köşedeki masaya baktım. Orada genç bir adam oturuyordu. Dizüstü bilgisayarında bir şeyler yazıyordu. Koyu renk saçları vardı, gözlüklüydü. Yanında bir fincan kahve duruyordu.
O anda başını kaldırıp bana baktı. Gözlerimiz bir an için birleşti. Sonra hemen başını çevirdi, tekrar bilgisayarına döndü.
Yüzüm kızardı. Neden utandım bilmiyorum.
Annem beni izliyordu. Gülümsedi.
Yakışıklı değil mi? diye sordu ellerimle.
Anne! Yüzüm daha da kızardı.
Annem sessizce güldü. "Şaka yapıyorum. Ama belki burada yeni insanlarla tanışırsın. Hayat sadece acılardan ibaret değil Elif."
Haklıydı. Yirmi üç yaşındaydım. Hayatım daha yeni başlıyordu.
Eve döndüğümüzde annem akşam yemeği hazırladı. Birlikte yedik, konuştuk, televizyon izledik. Normal bir aile gibi.
Gece yatağıma uzandığımda içimde garip bir his vardı. Mutluluk muydu bu? Uzun zamandır tanımadığım bir duygu.
Ama bir köşede, çok derinlerde, küçük bir korku da vardı. Ya onlar bulursa beni? Ya amcam, eniştem buraya gelirse?
Telefonu kontrol ettim. Hiçbir arama, hiçbir mesaj yoktu. Köyden hiçbir haber.
Belki gerçekten kurtulmuştum.
Belki gerçekten özgürdüm.
Gözlerimi kapatıp uykuya daldım. Bu sefer kâbus görmeden uyudum.