2.BÖLÜM:

1747 Kelimeler
Kuzenin bakışı dondu. Bir anlığına yüzündeki tüm ifade silindi. Sanki o küçümseyen, iğrenç gülüş kısa süreliğine maskelenmişti. Ben de gözlerimi kaçırmadım. Onu olduğu gibi izledim. Şunu hissediyordum: Onlar benim konuşamadığıma değil, anlamakta zorlanmadığıma şaşırıyordu. Benim tehlikem sesimin olmaması değil, gözlerimin görmesiydi. Dudakların kelimelere nasıl dönüştüğünü okuyabilmemdi. Ve telefonumun şu anda kayıtta olmasıydı. Amcam çay bardağını önünden ileri itti. Kuzenine kısa bir şey söyledi. Kuzen başını hafifçe eğdi. Evdeki rollerin önceden belirlenmiş olduğu çok belliydi. Sanki bir planın satırları önceden çizilmiş, herkes o planın içindeki görevini sessizce yerine getiriyordu. Halam su bardağımı doldurdu. Elini omzuma koydu. Beni korumaya çalışıyordu ama yüzündeki endişeden anladım: O bile ne konuştuklarını bilmiyordu. Ya da biliyordu ve söylemeye korkuyordu. Bu evde masanın karşısında oturanlar ile bizim tarafımız arasında görünmeyen bir sınır vardı. O sınırdan sonra kuzen, ağzını hızlıca açıp kapadı. Dudaklarının oluşturduğu cümleyi net bir şekilde okudum: “Onu anneye bırakırız.” Bu kelimeler midemi yaktı. Beni bir eşya gibi konuştular. Bir paket gibi. Bir sorumluluk değil, bir yük gibi. Babamın ölümünden sonra hayatımın ne olacağına onlar karar veriyordu. Babam daha dün toprağa verildi. Bugün aynı masada beni kimin alacağı konuşuluyordu. Ben masanın üzerinde duran sessiz bir kız değildim artık. Telefon kaydediyordu. Her kelime, her imâ, her bakış kanıt oluyordu. Onlar beni bastırabileceklerini zannediyorlardı. Ama bilmiyorlardı. Benim sessizliğim, gizlice açtığım bir kapıydı. Bugün ilk kez içimde keskin bir amaç oluştu. Babam öldü. Ve ben tam burada, bu mutfak masasında, hayatımı geri alacaktım. Yavaşça başımı kaldırdım ve halama baktım. Omzundaki el hâlâ benim üzerimdeydi. Gülümsemesi zoraki, bakışı endişeliydi. Kimseye çaktırmadan, sakin şekilde, “Lavaboya gidiyorum,” dedim. Hareketlerim yavaş; tavrım doğal. Halam başını salladı, kimse durup beni izlemedi. Ayağa kalktım. Sandalyeyi ittim. Hareketim istemsiz, yavaş ve sakindi. Koridorun kenarına doğru yürüdüm. Kimse dikkat etmesin diye adımlarımı sessiz tuttum. Telefonum cebimdeydi; avuç içinde sıcak. Parmağım ekranın kenarına değince ses kaydının hâlâ çalıştığını gördüm. Uygulama kaydediyordu. Ancak ses dalgaları ne kadar güvenli olursa olsun, insan kulağı hâlâ en güvenilir araçtı. Hemen bir deşifre uygulaması açtım; birkaç dokunuşla ses kaydını içe aktardım ve “yazıya döndür” düğmesine bastım. Uygulama çalışırken ben lavaboya yöneldim. Lavabonun kapısı sertçe kapanmadı; sadece arkama bir perde gibi çekildi. Aynada kendime baktım. Gözlerim koyu, yüzüm yorgun. Saçlarım dağınıktı. Elleriyle yüzünü ovalayan birini görüyordum; o ben değildim. Derin bir nefes aldım. Telefonu elime aldım. Uygulama birkaç saniyelik bir yükleme sesi verdi, sonra yazılar akmaya başladı. Harfler, kelimeler ekranda belirdi. İlk başta bulanıktı; sonra cümleler netleşti. Benim merkezimde duran o yüz, birdenbire somut bir araç oldu. Ekrandaki kelimeler, masadaki yüzlerin maskesini indirecek olan şeydi. Koridorun hafifçe tıkırtısını duydum. Konuşmalar masadan geliyordu; düşük, kesik. Uygulama yazıyı döktükçe ben de kulak kabarttım. Yazının ilk satırları kısa ve düzensizdi: “—evet, uygun olur… daha iyi olur… hâlâ genç… babanın da hatırı var.” Satırlar akıp gidiyordu. Bir isim geçti. O isim beni ürpertti. “—Elif’e en uygun olanı bu kuzeni ile evlenmesi. Hem… düzgün, işi var.” Kelimeler basit, soğuk ve hesaplıydı. Uygulama duraksamadan yazıyordu, benim için söyleneni dümdüz kaydediyordu. Ayna karşısında dururken, içimde hem şeytani bir merak hem de bir tuhaflık yükseldi. Ses kaydı bana bir lütuf gibi geliyordu. Ellerim titredi ama bunu kimse görmeden duymadan yapmalıyım. Yazı satır satır ilerledikçe, cümleler netleşiyordu: “—Güzel bir evlilik olur, aile için de güzel. Onun annesi de rahat eder. Hem çocukluğunu kimse bilmez. İyi biri, iş sahibi. Kız da zaten kimsesiz, burada ne yapacak başka?” Kelimenin sonunda “kimsesiz” düşmanca vuruldu. Birden hafif bir ağırlık çöküverdi göğsüme. Ama yüzümden hiçbir iz yoktu; ayna karşısında sadece donuk bir ifade duruyordu. Uygulama bir paragrafı bitirdi ve yeni bir blok yazmaya başladı: “—Babası daha yeni… biliyorum, ama durumlar böyle. Bizim için çözüm. Hem aile kaynaşır. Onun için en hayırlısı bu.” Sesler masadan geliyordu; cümleler birbirine ekleniyor, bir plan şekilleniyordu. Yazılar ekranda ilerledikçe bir şey daha fark ettim: Bu plan, konuşulduğu kadar sıradan değildi. Konuşmaların tonu, kararlılığı, aralarda verilen kısa onaylar hepsi bir düzenin işaretiydi. Herkes elindekini biliyor gibiydi. Benim kadar söz sahibi olmadığım bir gayrimenkulün kaçınılmaz kararı gibi konuşuyorlardı. O an, dudaklarımın kenarında soğuk bir çizgi belirdi; bir şeyler köpürüyordu içimde. Uygulama şu cümleyi yazdı: “—Zaten… Bize de iyi olur. Dert etmeyin.” Ekran kaydı ilerledikçe, içim soğuk bir sızıyla doldu. “—Annesi geldiğinde konuşuruz, ama evet… düğün işleri de ayarlanır. Hatta küçük, sessiz bir nikâh. Kimseyi üzmeden. Hem bir süre ayrı kalmaz, beraber yaşar. Bizim için de rahat.” Kelimeler, beni geleceğe kapatan zincir halkaları gibiydi. Onların planı, benim hayatımı satın alıyor gibiydi. Bir an durdum. Uygulama tüm kelimeleri düzgünce yazıyordu, ama kelimelerin arasındaki anlamı, o soğuk sermayeyi ben okuyordum. “Sessiz bir nikâh.” “Kimseyi üzmeden.” Hepsi benim adıma tasarlanmış cümlelerdi. Ayna karşısında dururken, elime bir güç geldi; o güç sessiz, soğuk ve kesin bir karardı. Artık tek yapmam gereken, bu kelimeleri kimseye göstermeden bir plan kurmaktı. Beynim olanları, okuduklarımı algılamıyordu. Ne demek beni evlendirmek hem de işsiz serseri kuzenimle. Yediği haltları yaptıklarını herkes biliyorken nasıl olur da beni onunla evlendirmek istiyordu. Benim babam dün vefat etti. Ben dün kimsesiz kaldım ama onların umurlarında bile değildi. Her şeyi beklerdim arsaları, evi ne bileyim evde olan birkaç altını istemelerini anlardım ama evlilik. Asla ama asla beklemiyordum. Ama ben ölsem de evlenmezdim o haysiyetsiz sapıkla. Annemle yıllardır görüşmüyor olsak da o da izin vermez. Biz zorunluluktan görüşmüyoruz yoksa annem beni çoktandır almıştı yanına. Gidecektim bu evden bu akşam bu evden kaçıp gidecektim başka şansım yoktu. Adım kadar eminim ki amcamlar birkaç güne bir bahaneyle beni o sapıkla evlendirirdi. Resmi olmasa da dini olarak. Herkes evden gittiğinde ve ikindi vakti olduğunda eve taziyeye gelenleri karşılayıp baş sağlığı dileyenleri geçirdik halamla. Onunla ve kimseyle göz göze gelmeden tüm günü geçirdim. Sonunda evde kimse kalmadığında ise odama giderek bez bavuluma birkaç parça kıyafet ve babamın ardında bıraktığı altınları aldım. Hızlıca babamın odasına girerek onu bana hatırlatacak birkaç eşya aldım. En sevdiği gömleği ve fotoğraf albümünü aldım. Anneme yazdığı mektubu ve defteri de alarak odama geçiyordum ki odanın kapısında bana bakam halamı gördüm. Ağlıyordu ve gözlerinden benim ne yaptığımı anladığını belli eden bir bakış vardı. Ağzını açıp sadece şunu dedi “Git.” Şaşırarak ona baktım. Ben sandım ki o da aynı şekilde oğluyla evlenmemi istiyordu. İstemese bile enişteme kesin boyun eğerdi. Ama o ondan beklendiğim gibi iyiliğimi istiyordu, yine. Halamın odasına girdiğimde, boğazım düğümlüydü. Bir şey söylemek istedim, dudaklarım aralandı ama yine de konuşamadım. İşaret diliyle başlayacaktım ki halam eliyle durdurdu beni. O anda her zamanki gibi, sadece gözlerimizle konuştuk. “Hala ben—” demeye başladım ama sözümü kesti. Bu sefer o konuştu, ben dudaklarından okudum. “Sus Elif, sus. Konuşma. Ben biliyorum ne yapmak istediğini. Ve haklısın. Bu evde senin için hayır yok. Oğlum… Oğlum iyi biri değil. Ben de biliyorum bunu. Ama kocam… Kocam seni ona verecek. Zorla da olsa.” Gözlerim doldu. İşaret diliyle sadece tek kelime söyledim. “Hala…” Halam derin bir nefes aldı. Dudakları tekrar kıpırdadı, her hecesini okudum. “Git. Annene git. Adresi biliyorum. İstanbul’da. Orada, o küçük mahalleye taşınmış diye duydum.” Başımı salladım sadece. İçimde boğuk bir korku vardı ama sesim yoktu. Halam cebinden bir zarf çıkardı. İçinde para vardı. Zarfı avucuma bastırdı, sonra bir kez daha konuştu, ben yine dudaklarını okudum. “Al. Çok değil ama yeter otobüse binmeye. Git. Hemen git. Akşam namazından önce. Erkekler camiye gittiklerinde sen de otogara git.” İşaret diliyle, titrek parmaklarla sordum. “Hala siz ne yapacaksınız? Enişte—” Halam gözlerimin içine baktı ve sesi tamamen kısıldı. Dudaklarından akan her kelime buz gibiydi. “Ben hallederim enişteni. Yıllardır katlandım. Bir kez daha katlanırım. Sen git. Hayatını kurtar. Sen daha gençsin, güzelsin, akıllısın. Bu köyde çürüme.” Dayanamadım. Halamın boynuna sarıldım. İçimden taşan her şey gözümden yaş olarak aktı. İşaret diliyle söyleyebildiğim tek bir yük vardı içimde: “Seni hiç unutmayacağım.” Hala saçımı okşarken, alnımı öptü. Yumuşak bir sesle son kez konuştu, ben yine dudaklarından okudum. “Ben de seni unutmam. Şimdi git. Hazırlan. Ben sana biraz yiyecek hazırlayayım yola.” Akşam ezanı okunurken, erkekler camiye giderken, ben de bavulumu alıp evden çıktım. Halam kapıda bekliyordu. Elinde bir poşet vardı: içinde ekmek, peynir, birkaç elma. Bana işaret diliyle küçük bir hareket yaptı: “karnını aç bırakma” diye. “Yola,” dedi. Dudaklarından okudum. “Aç kalma.” Bir kez daha ellerimi hareket ederek teşekkür ettim. “Teşekkür ederim hala.” “Git artık. Otobüs kaçırma.” Son bir kez sarıldık. Sonra koştum. Köyün dışına, ana yola, dolmuşların olduğu yere doğru koştum. Kalbim delice atıyordu. Korkuyordum. Ya yakalarsalar? Ya eniştem gelirse? Ya amcam? Ama koşmaya devam ettim. Dolmuşun yanına vardığımda nefes nefese kalmıştım. Gişeye gittim. Burada bir adam vardı, onunla küçük kağıda yazarak konuştum. “Bir yolcu olacak” diye yazdım. “Nereye gidiyor en yakın dolmuş?” Adam kağıdı okudu ve bana sesle cevap verdi. Ben dudaklarından okudum. “İl merkezine. Yarım saat sonra kalkıyor.” Parayı verdim ve dolmuş kalkana kadar bekleme salonuna oturdum. Etrafıma bakındım. Beni tanıyan var mıydı? Biri görmüş müydü? Hayır. Kimseler yoktu. Yarım saat, sonsuz gibi geçti. Her dakika eniştemin ya da amcamın gelip beni yakalamasını bekledim. Ama gelmediler. Sonunda dolmuş yeteri kadar yolcu alıp yola çıktı. Arkada bir koltuğa oturdum. Pencereden dışarı baktım. Dolmuş hareket etti. Köyden uzaklaştık. İlk defa özgür hissettim. Ama aynı zamanda korkuyordum. Çünkü şimdi yapayalnızdım. Yirmi üç yaşında, işitme engelli, bavulunda birkaç eşya ve cebinde az bir parayla yola çıkmış bir kızdım. Annemi görmeyeli yıllar olmuştu. Beni kabul edecek miydi? Yoksa geri mi gönderecekti? Bilmiyordum. Ama başka şansım yoktu. İl merkezine vardığımda gece olmuştu. Otobüs terminalinde bir başka bilet aldım. Bu sefer annemin olduğu yere, İstanbul’a. Otobüs bir saatte kalkacaktı. Terminalde bekledim. Bir köşeye çömeldim, halamın verdiği yiyeceklerden yedim. Uyumamaya çalıştım ama yorgunluktan gözlerim kapandı. Rüyamda babamı gördüm. Gülümsüyordu ilk defa hemde. Dudaklarını kıpırdatıyordu, ben rüyada bile dudaklarını okuyordum: “Doğru yolu seçtin kızım. Annene git. O seni seviyor.” Birden uyandığımda, insanların otobüslere doğru gittiğini gördüm. Panikle kalkıp bir görevliye kağıda yazıp sordum, bana otobüsü gösterdi. Bindim. Uzun bir yolculuktu. Saatler sürdü. Manzarayı izledim. Dağlar, ovalar, küçük şehirler… Hepsi geride kalıyordu. Terminalde indim. Bavulumu aldım. Şimdi ne yapacaktım? Annemin adresini biliyordum. Halam söylemişti. Çınar Mahallesi, Gül Sokak, numara 7. Bir taksiye bindim. Adresi kağıda yazıp şoföre gösterdim. Şoför başını salladı, hareket etti. On dakika sonra bir evin önünde durdu. İki katlı, taş bir bina. Zemin kat. Parayı ödedim, indim. Kapının önünde durdum. Elim titriyordu. Kaç yıl olmuştu annemi görmeyeli? Beş yıl? Altı yıl? Hayır hiçbiri tam tamına 13 sene olmuştu. Nefes aldım. Kapıya vurdum. Bekledim. Kapı açıldı. Karşımda orta yaşlı bir kadın duruyordu. Saçları topuz, elinde dikiş iğnesi, gözlüklü. Annem.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE