Kaçış Yok

1238 Kelimeler
Zaman daralıyordu. Aynanın yüzeyi dalgalandı, sanki suya atılan bir taşın yarattığı halkalar gibi. Yansımam bozuldu, parçalandı, ve ardından öteki tarafın silik görüntüsü belirdi. Geçit açılıyordu. Ama içimdeki şüphe, adımlarımı sabitleyen ağırlık gibi beni yerime mıhlıyordu. Gerçekten geçebilecek miydim? Buradan çıkabilecek miydim? Karan burada kalacaktı. Ona döndüm. Gözleri karanlığın içinde donuk yıldızlar gibi parlıyordu, derin, uçsuz bucaksız bir geceye açılan kapılar gibi. Yüzüne gölgeler düşmüştü, ama bakışlarındaki anlam değişmemişti: Kaçınılmaz olan yaklaşıyordu. “Ben gidiyorum,” dedim, sesimdeki titremeyi bastırmaya çalışarak. Ama kelimeler dökülürken bile ne kadar zayıf olduklarını hissettim. Sanki havaya karışıp yok olacaklardı, hiçbir iz bırakmadan. Karan başını iki yana salladı, hareketi ağır ve kesin bir reddedişti. “Bu kadar kolay olacağını mı sanıyorsun?” Cümlesi daha havada asılıyken, çevremizdeki dünya değişmeye başladı. Önce hava ağırlaştı. Göğsümün üzerine görünmez bir el bastırıyor gibiydi, ciğerlerime yeterince oksijen çekemiyordum. Sonra, sessizlik yırtıldı. Sokakların derin huzursuzluğu yerini uğursuz bir fısıltıya bıraktı. Kelimeler anlaşılmazdı ama anlamlarını hissediyordum: Bir şeyler bizi çağırıyordu, bizi istiyordu. Bekçiler geri geliyordu. Bunu hissetmek bile yetti; içgüdüsel olarak geriye döndüm. Sokak lambalarının ışıkları solgunlaştı, sanki dünyadan usulca çekiliyordu. Gölgeler uzadı, duvarlardan, yerden, gökyüzünden sızarak geldiler. Şekilsizdiler ama varlıkları inkâr edilemezdi. Öylesine soğuktular ki, tenime değmemelerine rağmen iliklerime kadar üşüdüm. Gözleri yoktu. Ama beni izliyorlardı. Her bir gölge bana bakıyordu. Karan, dudakları neredeyse kıpırdamadan fısıldadı. “Koş!” Ve o an… Gölge üzerimize çullandı. İlk hamleyi yapan onlardı. Bekçiler, bir kasırga gibi sokağa yayıldı. Siyaha bulanmış, uğursuz bir fırtına gibi girdaplar oluşturuyor, etraflarına zehirli bir koku yayıyorlardı. Kolları yoktu, bacakları yoktu—yalnızca hareket eden, dönen, bükülen bir karanlıktan ibarettiler. Ama her dokundukları şey çürüyordu. Binaların taş duvarları, gölgeler değdiği anda çatırdayarak paramparça oldu. Zemin, ayaklarımızın altında ufalanıyor, adımlarımızı atmaya çalıştıkça bizi yutmaya hazırlanıyordu. Karan hızla geriye sıçradı, sertçe kolumdan tuttu ve beni ileri çekti. “Koş!” Koştuk. Sokaklar çöküyordu. Her adımımızda dünya daha da çarpık bir hal alıyordu. Binalar yavaşça bir boşluğa çekiliyor, taşlar ve ahşap yapılar gözlerimizin önünde toz haline geliyordu. Kendi içine çöken bir rüyanın içindeydik sanki. Burası ölüyordu. Ve bizi de yanında götürmek istiyordu. Bir köşeyi döndüğümüzde, içimdeki dürtüye engel olamayıp arkamı döndüm. Bekçiler. Hareketleri… yanılgı uyandırıyordu. Üst üste binmiş, katmanlar halinde devinen bir gölge seliydiler. Bir vücutları yoktu ama aynı anda her yerdeydiler. Çığlık atmıyor, konuşmuyorlardı. Sessizlikleri, varlıklarından daha korkutucuydu. Ama en kötüsü— Hızlanıyorlardı. “Oraya ulaşmalıyız!” diye bağırdım, az ileride hâlâ parlamakta olan aynayı işaret ederek. Ayna… bizi buraya getiren o geçit. Ama Karan duraksadı. “Hayır. O ayna—” Kelimelerini tamamlayamadı ama gözleri bana her şeyi söyledi. Ayna değişmişti. Yüzeyi hâlâ ışıldıyordu ama şimdi içinde tuhaf bir bozukluk vardı. Sanki dalgalanırken gerçeği yansıtmak yerine, içindeki bir şeyi saklamaya çalışıyordu. O bildiğimiz geçit değildi artık. Onun ötesinde ne olduğunu bilmiyorduk. “Sana söyledim,” diye fısıldadı Karan, sesi neredeyse rüzgârın içinde kaybolarak. “Bu dünya bizi kandırıyor.” Ama bekçiler yaklaşıyordu. Bir seçim yapmalıydık. Bekçiler burada kalmamızı istiyordu. Ayna ise… başka bir yere götürmeyi vaat ediyordu ama nereye? Ya o aynaya girecektik… Ya da bekçilere teslim olacaktık. Ve ben teslim olmayacaktım. Düşünmeye vaktim yoktu. İçimde bir ses, bir sezgi, bir çılgınlık beni itiyordu. Tek bir hamleyle aynaya doğru atıldım. Ve dünya bir kez daha altüst oldu. Aynaya atladığım an, her şey ters döndü. Bedenim parçalandı. Ya da parçalandığımı sandım. Bir an için varlığım binlerce küçük ışık zerresine bölündü, sonra tekrar bir araya geldi. Zihnimde anlık görüntüler belirdi—yüzler, şehirler, gökyüzünde dönen bilinmez şekiller. Geçmiş. Gelecek. Ama hiçbiri gerçek gibi değildi. Ya da hepsi aynı anda gerçekti. Ve sonra… düştüm. Sert bir zemine çarptım. Ciğerlerimden havanın çekildiğini hissettim, nefes almak için boğuk bir hırıltıyla çabaladım. Avuç içlerim taşlı yola sürtündü, acıyı hissettim ama ona odaklanacak zamanım yoktu. Çünkü bir şey yanlıştı. Yavaşça ayağa kalktım. Etrafıma bakınca, içimdeki korkunun soğuk bir dalga gibi yayılmasına engel olamadım. Burası… aynıydı. Ama farklıydı. Sokaklar tanıdıktı, binaların şekli, yolların kıvrımları, ağaçların suskun duruşu… Hepsi bildiğim dünyaydı. Ama renkler solmuştu, sanki yaşam buradan usulca çekilmişti. Gökyüzü griydi, ama bulutsuzdu. Güneşin nerede olduğunu bilmiyordum. Hava ağırdı, kasvetli ve rahatsız edici bir sessizlik vardı. Bekçiler yoktu. Ama Karan da yoktu. Burası neresiydi? Adımlarımı dikkatlice attım, her şeyin hala yerli yerinde olup olmadığını anlamaya çalışarak. Ama dünya bana cevap vermedi. Hiçbir şey hareket etmiyordu. Zaman, görünmez iplerle sabitlenmiş gibiydi. Ve en kötüsü… O fısıltı hâlâ buradaydı. İlk başta sadece havanın içinde yankılanan bir uğultu gibiydi. Ama sonra… kelimeler netleşti. “Buraya ait değilsin.” Ses, boş sokakların arasında yankılandı. Ama bu sefer daha yakındı. Arkamı döndüm. Ve işte o zaman dehşet beni ele geçirdi. Ayna yoktu. Geçit kapanmıştı. Geldiğim yol mühürlenmişti. Bu bir tuzaktı. Aynadan geçmek… bir tuzaktı. Ve ben, bilinmeyen bir dünyanın içine düşmüştüm. Hızla etrafıma bakındım. Bir çıkış bulmalıydım. Ama sokaklar… farklıydı. Sonsuz bir labirent gibi görünüyorlardı. Her dönüş, bir öncekiyle aynıydı. Her yol, beni başladığım yere geri getiriyordu. Birkaç adım attım, sonra duraksadım. Başımı sağa çevirdim—aynı sokak. Sola döndüm—aynı bina, aynı solgun tabelalar, aynı donuk atmosfer. Dünya, iç içe geçmiş bir yanılsama gibiydi. Ve sonra… onu gördüm. Benden birkaç metre ötede duruyordu. Bir insan gibi. Ama insan değildi. Bekçi değildi. Onlar gibi karanlıktan doğmamıştı. Ama yine de… bir şeyler yanlıştı. Üzerinde uzun, bembeyaz bir elbise vardı. Kumaşı, hareketsiz havaya rağmen usulca dalgalanıyordu. Kadın mıydı? Öyle görünüyordu. Ama yüzü… Yüzü yoktu. İçimde bilinçsiz bir ürperti yükseldi. Ayağım istemsizce geriye kaydı. O an, figür hareket etti. Yavaş. Düzgün. Kararlı. Bana doğru yürüyordu. Boğazım kurudu. İçimdeki korku, mantığımla savaş halindeydi. Ne olduğunu bilmiyordum ama her hücrem, bu varlığın yanlış olduğunu söylüyordu. Kalbim delicesine atıyordu. Bu şey… beni tanıyor muydu? Neden buradaydı? O anda, fısıltı bir bıçak gibi zihnime saplandı. “Karan’ı istiyorsan… yanlış yoldasın.” Tüm vücudum buz kesti. Karan. Bu şey, onun hakkında konuşuyordu. Ona bir adım daha yaklaşmadan önce ağzımdan kısık bir fısıltı döküldü. “Sen kimsin?” Ama cevap vermedi. Sadece ilerlemeye devam etti. Adımları sessizdi. Sanki gerçek değilmiş gibi. Ama ona yaklaştıkça, içimdeki korku büyüdü. Derin bir yerden, mantığın ötesinde bir sezgi yükseldi. Bilinçaltım bağırıyordu: Kaç! Ve ben… Koştum. Sokaklarda deli gibi koştum. Nefesim düzensizdi, göğsüm yanıyordu ama durmaya cesaret edemezdim. Binaların gölgeleri arasında ilerledim, dar geçitlerden geçtim, merdivenleri tırmandım, tekrar indim. Ama ne kadar hızlı olursam olayım, ne kadar kaçarsam kaçayım… O hep benden önce varıyordu. Her döndüğüm köşede, oradaydı. Sadece duruyordu. Bana bakmayan yüzüyle, görünmeyen gözleriyle. Bu şey… bu dünyanın kurallarına tabi değildi. Ona yaklaşmıyordum. O, bana yaklaşmıyordu. Ama nereye gidersem gideyim, önümde beliriyordu. Bana bir şey göstermeye çalışıyordu. Burada kaybolduğumu. Dünya kapanıyordu. Labirentin duvarları daralıyordu. Çaresizlik içimi kemirdi. Bu dünyadan çıkış yok muydu? Buraya düşmüştüm… ve sanki burada kalmaya mahkûm edilmiştim. Ama ben kalamazdım. Karan’ı bulmalıydım. Burada değildi, ama bir yerlerde olmalıydı. Sorun şu ki, onu nerede arayacağımı bile bilmiyordum. Ve o an… Ses değişti. Fısıltı bir yankı gibi zihnimde çarpıştı. “Onu almak mı istiyorsun?” Tüm dünya sarsıldı. Boğazıma bir el sarılmış gibi nefesim kesildi. Bu ses, artık yalnızca bir fısıltı değildi. Bu, bir emirdi. “O zaman… cesaretini göster.” Gökyüzü karardı. Binalar sarsıldı, duvarlar solmaya başladı. Ve dünya… değişti. Bir anda, zemin ayaklarımın altından kaydı. Ayağımın bastığı dünya bir hayalden ibaretmiş gibi çözüldü. Gökyüzü, katran gibi bir siyaha büründü. Yıldızlar yok oldu. Ufuk çizgisi kayboldu. Binalar eridi. Taşlar, sokaklar, duvarlar… Hepsi çözülerek havaya karıştı, sanki dünya bir illüzyondan ibaretmiş ve şimdi perdesi indiriliyormuş gibi. Ve ben… bir boşluğa düştüm. Rüzgâr yoktu. Hız yoktu. Ama düşüyordum. Ve bu boşluk… sonsuz değildi. Beni bir yere götürüyordu. Bir seçime. Bir karara. Ve belki de, bir sona. Ama bir şey kesindi: Artık kaçış yoktu. DEVAM EDECEK…
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE