Telsizlerden yayılan çatallı sesler dağın yamacındaki sisin içinde kaybolurken, Pınar sabah erkenden uyanmıştı. Güneş hâlâ doğmamış, gökyüzü kurşuni bir örtü gibi kampın üzerinde asılı kalmıştı. Uykusuz bir gecenin ardından göz altlarındaki morluklar daha da belirginleşmiş, saçları çözülmüş bir örgü gibi omzuna dağılmıştı. Ama en çok gözleri, her şeyi anlatıyordu: Tedirginliği, öfkeyi, merakı, kabullenişi... ve korkuyu.
Burak hâlâ yoğun bakım çadırındaydı. Durumu stabildi ama onu daha uzun süre burada tutmaları gerekiyordu. Kırık kaburgalar, dikişli kolu ve düşmeyen ateşi onun için risk oluşturuyordu. Doktorlar temkinliydi. Pınar ise sabırsızdı. Asıl çatışmanın sadece dağda değil, içinde de büyüdüğünü biliyordu.
Nizam sabah raporlarını verirken Pınar’ın göz ucuyla onu süzdüğünü fark etti. Komutan olarak görevini ne kadar kusursuz yürütse de, bir ağabey gibi Pınar’ı kollamayı da ihmal etmiyordu. Elindeki dosyayı kapattıktan sonra yanına yaklaştı.
"Burak'ın durumu iyiye gidiyor. Ama senin için aynı şeyi söyleyemem."
"Ben iyiyim komutanım."
"Değilsin. Gözlerinde geceyi devirmiş bir uykusuzluk var. Dinlenmen gerek."
"Burada hiçbir şey dinlenmeye izin vermiyor. Her şey tetikte."
Nizam, Pınar’ın gözlerinin içine baktı. Ona her zaman güvenir, en kritik görevleri onun eline bırakırdı. Ama bir insan ne kadar güçlü olursa olsun, çatlaklarından sızanlar bazen en büyük patlamaya neden olabilirdi.
"Burak bu kampta kalacak. Ama senin sahaya çıkman gerekiyor."
"Yeni bir operasyon mu var?"
"Maalesef. Sınırın diğer tarafındaki hareketlilik artmış. Gece drone görüntüleri bazı kaçak geçişlere işaret etti. Üstelik yalnızca silahlı değil, tıbbi malzeme de taşıyor olabilirler."
Pınar başını eğdi. Operasyonun ciddiyetini anlamıştı. Ama geride Burak’ı bırakmak, onun iyileşmesini izleyememek… bu bambaşka bir savaştı.
"Ben hazırım."
"Yarın sabaha karşı çıkıyoruz. Timinle birlikte Kuzeybatı geçidine ilerleyeceksiniz. Dikkatli ol. Bu sefer her şey farklı olabilir."
O gün boyunca eğitim sahasında hazırlıklar sürdü. Telsizler test edildi, silahlar temizlendi, çantalar yeniden düzenlendi. Pınar tüm enerjisini sahaya verdi. Her adımında, Burak’a duyduğu kaygıyı bastırmak için daha da disiplinli olmaya çalıştı. Görevde olmak, düşüncelerden kaçmak için en iyi yoldu. Ama kalp… görev tanımazdı.
Akşamüstü Burak’ı son kez görmeye gittiğinde çadır sessizdi. Burak gözlerini kapatmıştı ama derin bir uykuya dalmamıştı. Onun geldiğini fark ettiğinde başını hafifçe çevirdi.
"Nereye gidiyorsun?"
Pınar durdu. Ne cevap vereceğini bilmiyordu. Yalan söyleyemezdi, ama gerçeği anlatmak da içini acıtıyordu.
"Yeni bir görev. Sınır bölgesine."
"Ne zaman dönersin?"
"Dönünce anlatırım. Ama bu sefer... beni bekle olur mu?"
Burak’ın gözleri nemlendi. Dudaklarında beliren hafif tebessüm, acıyla yoğrulmuştu.
"Ben seni her zaman beklerim. Ama kendini tehlikeye atma. Çünkü... çünkü bu sefer seni kaybedersem, iyileşemem."
Pınar ona eğildi, alnına bir öpücük kondurdu.
"Ben hep dönmek için giderim. Bunu unutma."
Kapı örtüsünü aralayıp dışarı çıktığında kalbi, içeride bırakmak zorunda kaldığı adamla birlikte titriyordu. Ama görev, duygulara izin vermezdi. Hele ki bu topraklarda... aşk bile nöbet tutmak zorundaydı.
Gece karanlığı, sessizce kampın üzerine çökmeden önce hazırlık tamamlanmıştı. Pınar, timiyle birlikte kamyonete binmeden önce son kez haritaya göz gezdirdi. Sınır hattına en yakın yamaçta konuşlanacaklardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde geçiş yapacaklarını düşündükleri grubun önünü kesmeleri gerekiyordu. Bu, sıradan bir baskın değildi. Gelen istihbarata göre, taşıdıkları malzeme yalnızca silah ya da uyuşturucu değil; kimyasal içeriği olan deneysel ilaçlardı. Kimin için, neden, hangi örgüte ait… bilinmiyordu. Ama Pınar bu operasyonun sadece fiziksel değil, zihinsel de bir savaşa dönüşeceğini hissediyordu.
Gece devriyesi başladığında herkes sessizdi. Tüm tim disiplinli, kontrol altında ilerliyordu. Pınar gözünü sürekli çevreye çeviriyor, kayalıkların arasına gizlenmiş en ufak hareketi bile fark etmek için nefesini tutuyordu. Gecenin içinde yankılanan sadece bot sesleri değil, kalbinin ağır adımlarıydı.
Bir noktada, telsizden gelen parazitsiz bir ses tüm timi durdurdu.
"Alpha-1. Termal iz yakalandı. Batı yamacından geliyor. Hareketli beş kişi."
Pınar mikrofonu bastırdı.
"Anlaşıldı. Sessiz mod. Konum alıyoruz."
Bir işaretle tüm tim yere çöktü. Eller silahlarda, gözler ileriye çevrildi. Rüzgârın taşıdığı toprak kokusu geniz yakıyor, o anın gerginliğini arttırıyordu. Pınar, dürbünlü tüfeğini kaldırıp hedefe odaklandı. Karanlıkta belli belirsiz ilerleyen beş gölge fark etti. Taşıdıkları sırt çantaları ağırdı. İkisi tetikteydi, üçü taşıyıcı.
Yalnızca birkaç saniye içinde plan devreye sokuldu. Pınar sağındaki askere bakıp başını salladı.
"Şimdi."
Bir ışık patlaması, ardından yankılanan uyarı sesleri ve bağrışmalar… Kısa sürede çatışma başlamıştı. Mermiler kayalıkların arasından sıçrıyor, timin mevzileri arasında yankılanıyordu. Pınar yer değiştirerek daha iyi bir pozisyon aldı. Hedeflerden biri kaçmaya çalışırken bacağına isabet aldı ve yere kapaklandı. Diğerleri geri çekilmeye kalktı ama çok geçti. Timin arka kolu mevzilenmişti.
Çatışma üç dakika sürdü. Üç dakika… ama sonsuzmuş gibi uzanan o anlarda, her şey duruyordu. Kan, toprakla buluştuğunda zaman tekrar akmaya başladı.
"Temizlendi. Beş hedef etkisiz."
Pınar hızla ileri atıldı. Yere düşen çantalardan birini açtı. İçindeki plastik kaplar, mühürlü torbalar dikkatini çekti. Üzerlerinde hiçbir etiket yoktu. Ancak biri açıldığında içinden koyu sarı bir sıvı sızdı. Gözleri büyüdü.
"Kimyasal içerik. Hemen analiz için raporlayın."
Arkasından gelen askerlerden biri maskesini takarak numuneyi aldı. O an, karanlığın ortasında görünmeyen bir tehlikeyle savaştıklarını hissetti Pınar. Silah kadar güçlü, sessiz kadar ölümcül bir şey vardı artık karşılarında.
Operasyon başarıyla tamamlanmıştı. Ancak kamyona dönerken, içindeki huzursuzluk daha da büyüdü. Kampta bıraktığı adamı düşünmekten kendini alamadı. Burak, o çadırın içinde yatarken burada yaşananları asla öğrenmemeliydi. Çünkü anlatılan hiçbir şey, yaşananların gerçeğini taşımazdı. O sadece sonuçları duymalıydı. Riskleri, kayıpları değil.
Kampa döndüklerinde sabahın ilk ışıkları ufuk çizgisine dokunmuştu. Gökyüzü hala solgundu ama en azından gece bitmişti. Timin morali yerindeydi. Ama Pınar’ın yüzündeki ifade… sanki gece hiç sona ermemişti.
Nizam onu karşılarken göz göze geldiler. Gözlerinde gurur vardı ama aynı zamanda bir başka şey daha: anlayış.
"Raporu sonra verirsin. Git, önce Burak’a uğra. Uyanmıştır."
Pınar başını hafifçe salladı. Ne çok şey birikmişti içinde… Kelimelerle anlatılamayacak kadar ağır duygular. Kampta yürürken askeri disiplinle yürümeye devam etti. Ama kalbi… kampın bir diğer ucundaki çadırda çoktan koşmaya başlamıştı.
Kapının örtüsünü aralayıp içeri girdiğinde Burak, yatakta doğrulmuş onu bekliyordu. Gözlerinde hâlâ uykunun gölgeleri vardı ama yüzü gülüyordu.
"Döndün."
"Her zaman dönerim demiştim."
Burak elini uzattı, Pınar onu tuttu. O an hiçbir şey konuşulmadı. Sözlere gerek yoktu. Sadece suskunluk… bazen her şeyin cevabıydı.
Ve dışarıda, güneş yavaşça doğarken, bir başka nöbetin başladığı habersizce yeniden yankılanıyordu sessizlikte.