BÖLÜM 7 -KIRILMA NOKTASI

765 Kelimeler
Gecenin sessizliği, nöbet kulesinde yankılanan telsiz cızırtısıyla bölündü. Burak gözlerini ufka dikmiş, omzundaki tüfeğiyle karanlığı dinliyordu. Bölük bir süredir operasyon hazırlığındaydı ama istihbarat hâlâ netleşmemişti. Sınır hattında hareketlilik vardı. Son çatışmadan sonra gelen sessizlik, fırtına öncesi tuhaf bir dinginlik gibiydi. Bu sessizlik, onun içini daha çok tırmalıyordu. Parmakları silahın metalinde gezindi. Gözlerinde yorgunluk, zihninde ise Pınar'ın sesi yankılanıyordu. Pınar, sabah mesaisine erken başlamıştı. Hastane çadırı kış soğuğunda bile yoğunlukla kaynıyordu. Yaralı askerler, solunum güçlüğü çeken köylüler ve sınır hattında görev yapan erlerin kontrolleri derken öğle saatini fark etmemişti bile. Ama aklı orada değildi. Geceden beri Burak’tan haber alamamıştı. Birkaç mesaj atmıştı ama cevap gelmemişti. Sadece “Görevdeyim. Dikkatli ol” yazan bir satır. Hepsi bu. Kadın içgüdüsü derinlerde bir huzursuzluk taşıyordu. Bilekliğiyle oynarken gözleri kamp alanına takılıyordu. Burak’ın aracı yerinde değildi. Akşamüzeri gelen patlama sesi tüm kampı sarsmıştı. Pınar sedyelerin kaldırılmasına yardım ederken içindeki endişe artıyordu. Hangi timdi vurulan? Kaç kişi yaralıydı? Bir isim söyleyen olmamıştı henüz. Ama bir sesin içinden yükseldiğini duydu: “Burak oradaydı.” Bu düşünce göğsüne oturmuş, nefesini daraltmıştı. Elinde kanlı bir gazlı bez, gözlerinde bin parçaya bölünmüş bir korku vardı. "Yaralılar geliyor!" Pınar refleksle koşmaya başladı. Ambulansın içinden taşınan ilk asker yüzünden okunmuyordu. İkinci, üçüncü… Hiçbiri Burak değildi. Ama sonra, sedyenin üzerinde bilinci yarı açık bir astsubay getirildi. Sol kolunda derin bir yara, gözleri açık ama bulanıktı. Komutanı onun adını bağırdı. "Astsubay Burak Demir! Nabzı zayıf, ama var!" Pınar’ın kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Ayakları hareket etmiyor, gözleri onun kan içindeki üniformasına kilitlenmişti. İçinde bir çığlık yükseldi ama dışarı çıkamadı. Ellerini yıkarken parmaklarının titrediğini fark etti. Hemen müdahale ekibine katıldı. İçerideki doktor onunla göz göze geldiğinde bir an tereddüt etti. "Sen burada durma Pınar. Bu senin için zor." "Ben hemşireyim. Onun yanında olacağım." Burak’ın yarası ölümcül değildi ama enfeksiyon riski yüksekti. Kolu neredeyse parçalanmıştı. Bilinci açıktı ama tansiyonu düşüktü. Pınar başına geçtiğinde gözleri onunla buluştu. Hafifçe gülümsedi. "Ben dedim sana. Dikkatli ol diye." Pınar, gözyaşlarını silmeden cevap verdi. "Sen de bana söz vermiştin. Korumayacaktın sadece. Geri dönecektin." Burak acıyla kıvrandı. Yanağına bir parmak dokundu. Pınar’ın elleri. "Ben hep dönerim sana Pınar. Neresi olursa olsun." Birbirlerine sessizce baktılar. O an kampın sesi kesildi, zaman durmuştu. Belki bu savaş onların etrafında dönmeye devam ediyordu ama ikisi için her şey birkaç dakika durdu. Sevginin ve korkunun kol kola yürüdüğü o sessizlikte, sadece ikisi vardı. Burak ameliyata alındığında saat gece yarısını geçmişti. Pınar çadırın dışında, hastane bölgesinin az ilerisindeki seyyar çay ocağında elleriyle termos bardağını kavramış bekliyordu. Gözleri çadırın girişine kilitliydi. Kalbi hâlâ ritmini bulamamış, kafasının içi Burak’ın son bakışıyla doluydu. Savaş alanının ortasında bir adam, ona gülümseyerek bakmıştı. Kan içinde, ama sakindi. Onu korkutan da buydu. O sakinlik, hep gitmeden önce olurdu. Doktor çıkıp da yanına geldiğinde ayağa fırladı. "Ameliyat başarılı geçti. Kolu kurtardık. Kas dokusunda ciddi yırtılmalar vardı ama sinirlere ulaşmamış. Enfeksiyon riskine karşı antibiyotik verdik. Bu geceyi atlatırsa toparlar." "Şu an durumu nasıl?" "Yoğun bakımda ama bilinci açık. Sadece fazla konuşmasına izin vermiyoruz. Gidip kısa süre görebilirsin." Pınar teşekkür ederek çadıra yöneldi. Burak yatakta soluklanıyordu. Yüzü solgun ama gözleri açık ve ona dönüktü. Yanına yaklaştığında Burak’ın dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. "Hayatta kalmışım demek." "Çok şanslısın. Sadece bir santim daha aşağı olsaydı sinire saplanacaktı. Kolunu kaybedebilirdin." Burak hafifçe başını salladı. Yüzüne yerleşen huzur ifadesi Pınar’ın yüreğini burktu. "Senin sesin geldi kulağıma. ‘Sakın pes etme’ dedin gibi oldu. Gerçekten söyledin mi?" "Her zaman söylüyorum. Duyuyorsun artık." "Ben senin sesinle savaşıyorum bu dağlarda. Biliyor musun?" "Senin için savaş bitmedi. Ama bundan sonra bir daha asla tek başına savaşmayacaksın." İkisi de sessizleşti. Yorgunluk, acı ve korkunun altında ezilmiş duygular artık daha fazla gizlenemiyordu. Aralarındaki bağı kelimelerle değil, o sessizlikle ördüler. Sabah olduğunda kamp bölgesine güneş doğduğunda askerî araçlar yeniden hareketlenmişti. Telsizler anonslarla doluydu. Komutanlar yeni bir operasyona hazırlanıyordu. Ancak Burak o timde olmayacaktı. En az birkaç hafta sahadan uzak kalması gerekiyordu. Bu da onun için tam bir işkence demekti. Sedyesinde doğrulmaya çalışırken Pınar onu hemen durdurdu. "Yat. Sadece bu sabahı dinlenerek geçir. Asker olmak demek, her zaman ayakta kalmak değil. Bazen yatıp iyileşmeyi de bilmektir." Burak başını yastığa koydu ama gözleriyle onu takip etmeye devam etti. "Senin sesine alıştım artık. Sessiz kaldığında bile duyuyorum." Pınar gülümsedi. O da alışmıştı Burak’ın nefesine, kokusuna, varlığına. O gece çadırın dışında bir nöbet daha vardı ama bu sefer sadece sınırı değil, kalbini de koruyordu. Kamp içinde gece çöktüğünde herkes görevine dönmüştü. Ambulanslar sessizliğe çekilmiş, telsizler yalnızca rutin kontrol sinyalleriyle dolmuştu. Ama kalpler, asla sessiz değildi. Her nöbetin sonunda geride kalan tek şey, beklenen bir el, duyulmayı umut eden bir ses, tutulmayı bekleyen bir söz olurdu. Ve Burak ile Pınar için o söz artık suskun kalamayacak kadar büyümüştü.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE