Sisli dağların arasından geçen zırhlı askeri araç, gece boyunca ilerlemişti. Motorun düzenli sesi Pınar’ın yorgun düşüncelerini bastırmaya yetmiyordu. Hâlâ önceki gün yaşanan çatışmanın etkisindeydi. Yüzbaşı Erdem’in şehit olduğu haberini alınca gözyaşlarını tutamamıştı. Hastanede geçirdiği her saat, yeni bir acıya tanıklık etmek gibiydi. Ama görev burada bitmiyordu. Doğunun bu sert coğrafyası, her gün başka bir sınavla onları karşılıyordu.
Yanında oturan Burak sessizdi. Zihni meşgul, yüzü gergindi. Gözleri camdan dışarıyı izliyordu. Onun da aklında sadece görev yoktu; geçmişten gelen yükler de vardı. Bu topraklarda yıllardır görev yapıyordu ama bazı anılar, zamanla değil kanla yazılmıştı belleğine. Bugün Pınar’la beraber geçecek olan yeni görev, sadece bir terör ihbarı değildi. Aynı zamanda Burak’ın geçmişiyle de yüzleşmesiydi.
“Yaklaşmak üzereyiz,” dedi sürücü telsizden. “Köy girişinde jandarma timi bizi karşılayacak.”
Burak başını eğip Pınar’a baktı. “Hazır mısın?”
“Ne kadar hazırsam, o kadar işte,” dedi Pınar hafif bir tebessümle. Ama içinde fırtınalar kopuyordu. İlk kez bir operasyon sahasında doğrudan yer alacaktı. Hemşire olarak alışkındı yaralıya, kana, acıya… ama sahada olmak başka bir şeydi. Bunu Burak’ın gözlerinde görüyordu.
Araç köy yoluna saptığında, rüzgâr çırpınan kurumuş otları savuruyordu. Etrafta tek bir ışık yoktu. Köy neredeyse terk edilmiş gibiydi. İhbar, birkaç gün önce dağdan inen silahlı bir grubun köye sığındığı yönündeydi. Şimdi ise o köyde kadın, çocuk kalmamış, sadece sessiz taş evler ve karanlık bir tepe vardı.
Jandarma timi araçlarına yaklaştığında Burak indi. Komutanla tokalaştıktan sonra haritayı açıp durumu incelediler. Pınar da arka koltuktan çıkıp sessizce onların arkasında durdu.
“Tepeyi çevreledik,” dedi jandarma komutanı. “Ama içeride kimse olduğunu teyit edemiyoruz. Sıcak temas ihtimali yüksek.”
Burak başını salladı. “Sağlık personelimiz hazır. Her ihtimale karşı arka kısımda bekleyecek.”
Pınar bir şey söylemedi. İçinden sadece dua etti.
Yarım saat içinde operasyon başladı. Askerler tepeye sızarken Pınar ve sağlık personeli arkada kaldı. Telsizden gelen her ses, Pınar’ın yüreğine çivi gibi saplanıyordu. Bir anda silah sesleri duyuldu. Ardından telsizden Burak’ın sesi geldi.
“Yaralı var! Sağlık ekibiyle birlikte giriş yapın, alan temiz.”
Pınar çantasını alıp hızla koştu. Girişe ulaştığında toz duman içindeydi her şey. Bir asker omzundan yaralanmıştı. Pınar diz çöküp hemen müdahale etti. Eli titremiyordu. Gözleri kararlıydı. Tüm eğitimlerini hatırlayarak, askeri alandaki müdahalesini soğukkanlılıkla gerçekleştirdi.
Burak uzaktan onu izliyordu. Bu kadının sadece şefkat değil, cesaret de taşıdığını biliyordu artık. Yanına yaklaştığında, Pınar gözlerini kaldırdı.
“Hayatta kalacak,” dedi net bir sesle.
Burak başını eğip hafifçe gülümsedi. “Biliyorum.”
Gece çökerken köydeki operasyon tamamlanmıştı. Yaralı askerler tahliye edilmiş, köyün etrafı güvence altına alınmıştı. Pınar ve Burak görev bitiminde bir çadırın önünde karşılıklı oturuyorlardı. Sessizlik aralarında büyüyordu ama bu sessizlik rahatsız edici değildi. Bilakis, ikisi de bu sessizlikte birbirlerini daha iyi tanıyorlardı.
“Sen ilk kez mi askeri alandasın ?” diye sordu Burak aniden.
Pınar başını salladı. “Bu kadar doğrudan evet. Daha önce karargâhta çalıştım. Ama sahada olmak… farklıymış.”
Burak omuz silkti. “İlk seferin gayet başarılıydı. Panik yapmadın. Soğukkanlıydın. Ve aynı şekilde devam ediyorsun.”
Pınar bakışlarını yere indirdi. “Korktum aslında. Ama birinin sana güvenmesi… insanı güçlü kılıyor.”
Burak’ın bakışları ciddileşti. “Bu güveni boşa çıkarmayacağım.”
O an aralarında sessiz bir sözleşme yapılmış gibiydi. Ne zaman, nasıl başladığını bilemedikleri bir bağ örülüyordu. Pınar, Burak’ın sert kabuğunun altında yumuşak bir vicdan olduğunu görüyordu artık. Ve Burak, Pınar’ın sadece bir hemşire değil, cesur bir kadın olduğunu.
Gece nöbeti için görev dağılımı yapıldı. Pınar dinlenmeye çekilirken Burak çadır önünde kaldı. Rüzgârın serinliği kemiklerine kadar işliyordu ama aklı Pınar’ın üzerindeydi.
Sabah olduğunda yeni bir gün ve yeni görevler onları bekliyordu. Ama bu gecenin izleri, her ikisinin de kalbine derin bir şekilde işlenmişti. Doğu’nun dağları, sessizliğin içinde iki insanın yavaş yavaş birbirine yaklaştığına tanıklık ediyordu.
Ve aşk, bazen en çok suskun gecelerde başlardı.
Gece, dağın yamacında inen soğukla birlikte daha da ağırlaştı. Pınar, seyyar birlik çadırının içindeki sedyede uzanan askerin nabzını kontrol ediyordu. Göz ucuyla Burak’ı izledi. Bir an olsun bölgeden ayrılmamış, yardım taşıyan ekipleri yönlendirmişti. Omuzlarına sinmiş çamur, botlarındaki kan izleriyle sabrın ve savaşın sembolü gibi görünüyordu.
"Durumu sabit. Ama acilen hastaneye sevk edilmeli" dedi Pınar, çantasından damar yolu açmak için gerekli ekipmanları çıkarırken.
"Helikopter çağırdık. Ama rüzgar çok sert. Kara yoluyla sevk yapacağız" dedi Burak, telsizden gelen yeni bilgiyle.
"Yol patlayıcılarla dolu. Geçiş garantisi veremem. Ama vakit kaybedersek kaybederiz" dedi kıdemli bir astsubay arkalarından. Burak bir an duraksadı. Sonra gözlerini Pınar’a çevirdi.
"Sen bizimle geliyorsun."
Pınar şaşırdı. "Ben bir hemşireyim. Burada kalıp gelen yaralılara bakmam gerekmez mi?"
"Bu adam yolda ölürse, bunun sorumluluğunu taşıyacak kişi yok. Ama seninle belki bir şansı olur. Bunu göze alamayız."
Sessizlik kısa sürdü. Pınar gözlerini sedyede inleyen genç askere dikti. Dudaklarını ısırdı. Sonra başını salladı. "Tamam."
Yarım saat içinde konvoy hazırlanmıştı. Bir zırhlı ambulans ve iki koruma aracı. Dağ yolu gece boyunca sisli ve çamurluydu. Konvoy ilerledikçe telsizler susmadı. Her virajda başka bir tehlike vardı. Bir noktada Burak, öncü aracın durmasını emretti. Araçtan indi ve gözlerini karanlığa dikti.
"Yol kenarında bozulmuş gibi duran o araç... Şüpheli."
Pınar içerideki oksijen maskesini ayarlarken başını kaldırdı. Askerlerin elleri tetikteydi. Kalbi bir anlığına duracak gibi oldu. Sonra Burak’ın sesi telsizden yankılandı.
"Uzaktan ateş açılabilir. Herkes siper alsın."
Patlayan ilk silah sesi, geceyi yırttı. Ambulansın camına birkaç kurşun saplandı. Pınar, korkusuna rağmen dizlerini kırıp askerin üzerine kapanmıştı.
"Maskeyi bırakma. Nefesi düşüyor!" dedi kendi kendine.
Dışarıda çatışma büyüyordu. Burak, bir kayanın ardından ateş açarken diğer askerlere yön veriyordu. Karşı taraftan düzenli bir ateş geliyordu. Bu bir tuzaktı. Planlıydı. Ama Burak pes etmedi.
Dakikalar sonra sesler azaldı. Ateş kesildi. Konvoy tekrar harekete geçtiğinde sabaha sadece bir saat vardı. Geriye gerilmiş sinirler, mermi izleri ve yeniden hayata dönmeye çabalayan bir asker kalmıştı.
Sabah ilk ışıklarıyla beraber karakolun güvenli alanına ulaşmışlardı. Pınar, ambulanstan indiğinde dizlerinin titrediğini hissetti. Fakat içeri girerken Burak’la göz göze geldi. O da yorgundu. Ama gözlerinde bir parıltı vardı. Teşekkür müydü, hayranlık mıydı, yoksa çok daha derin bir şey mi...
Pınar yanına yürüdü. "Hayattayız. O da hayatta. "
Burak başını eğdi. "Sen olmasaydın olmazdık."
Birbirlerine daha önce hiç bakmadıkları kadar uzun baktılar. Sözcükler gereksizdi. Sessizlikte oluşan bağ, ne mermi sesinden korkmuştu ne dağ yolunun keskin virajlarından. O gece, ikisi de artık aynı cephedeydiler. Sadece asker ya da hemşire olarak değil. Kalplerini siper etmiş iki insan olarak.