Üniversite güz döneminin son sınavları nihayet sona ermişti. Yoğun geçen haftaların ardından Hayat ve Uğur, yarıyıl tatili için ertesi gün Diyarbakır’a birlikte döneceklerdi. Bu, şehirde geçirecekleri son günleriydi.
Öğleden sonra, Uğur’un evine doğru yola çıktılar. Son günlerde zaten vakitlerinin çoğunu evde, yatakta geçiriyorlardı.
Daireye adım atar atmaz, Uğur kapıyı hızla kapattı ve Hayat’ın dudaklarına yapıştı. Öpücükleri ateşliydi, sanki günlerdir bu anı beklemiş, hasret kalmış gibiydi. Bir yandan Hayat’ı kendine çekiyor, diğer yandan onun kot pantolonunu aceleyle sıyırmaya çalışıyordu. Öpücüklerinin arasında, nefes nefese, “Yanıyorum kızım, çok istiyorum seni,” diye fısıldadı.
Hayat, kıkırdayarak ona engel olmaya çalıştı. “Yapma, acele etme,” dedi, ama Uğur, onun sözlerini duymazdan geldi. “En az yirmi gün sana dokunamayacağım,” dedi, “Stok yapmalıyım.” Hayat’ı en yakındaki kanepeye doğru çekti. Önce Hayat’ın pantolonunu ve külotunu çıkardı, ardından da kendi pantolonunu ve iç çamaşırını hızlıca indirdi. Ereksiyon halindeki aleti özgürlüğüne kavuştuğunda zaman kaybetmek istemiyordu; sanki her saniye bir hazineydi ve o, bu hazineyi sonuna kadar değerlendirmek niyetindeydi.
Hayat’ı kanepeye yatırıp bacaklarını araladı. İçine girdiğinde dudaklarından hayvani bir hırıltı koptu; bu, kontrol edilemeyen bir tutkunun sesiydi. Soluk soluğa gidip gelmeye başladı, hareketleri aceleci ama ritmikti.
Birkaç dakika sonra Uğur, Hayat’ın karnına boşaldı ve ardından onun yanına, kanepeye yığıldı. Nefesini kontrol etmeye çalışırken, “Sana doyamıyorum,” dedi. Sesi, hem yorgun hem de hâlâ tutkulu bir tondaydı.
Hayat, bu sözlere cevap vermedi. Sessizliği, içinde biriken duyguların ağırlığını taşıyordu. Çünkü yine sevişmemişlerdi; en azından Hayat’ın hissettiği anlamda değil. Uğur’un yaklaşımı çoğu zaman böyleydi: Direkt, aceleci ve kendi zevkine odaklı. Bir günde birkaç kez seks yapıyorlardı, ama Uğur ancak canı isterse Hayat’ı gerçekten düşünür, onun da zevk almasını sağlardı. Çoğu zaman, Hayat’ın orgazmı Uğur’un keyfine bağlıydı. Bu durum, Hayat’ın içinde biriken bir huzursuzluk yaratıyordu, ama Uğur’a olan derin sevgisi bu duyguları bastırıyordu. Yine de, bu anlarda içindeki sessiz soru işaretleri büyüyordu.
Ertesi sabah, havaalanına doğru yola çıktılar. Biletlerini birlikte almışlardı; koltukları yan yanaydı. Uçak havalandığında, pencereden dışarıyı seyreden Hayat, bir süre sessiz kaldı. Sonra, içindeki duyguları daha fazla tutamadı ve usulca, “Bazen beni gerçekten sevmiyormuşsun gibi hissediyorum,” dedi. Sesi, kırılgan ama samimiydi.
Uğur, bu sözler karşısında şaşırdı. Başını ona çevirip kaşlarını kaldırdı. “Bunu da nereden çıkardın?” dedi, sesinde hem şaşkınlık hem de hafif bir savunma vardı. “Tabii ki seni seviyorum. Sevmesem, senin sınavlarının bitmesini bekler miydim? Benimkiler geçen hafta bitmişti, hatırlarsan.”
Hayat, başını koltuğa dayadı ve gözlerini kapattı. Kalbinin derinliklerinde biriken duygular, sanki bir fısıltı gibi dudaklarından döküldü: “Biz ne olacağız, Uğur?” Sesi, hem umut hem de endişe taşıyordu.
Uğur, onun ellerini avuçlarının arasına aldı. Parmakları, Hayat’ın ellerini sıcacık sararken, “O nasıl soru bebeğim?” dedi. Sesinde kendinden emin bir güven vardı. “Seneye mezun olunca babamla konuşacağım. Gelecek yıl düğünümüzü yaparız. Ben İzmir’de kalacağım için sen de okuluna devam edebileceksin.”
Evlilik lafını duyan Hayat’ın yüzü aniden aydınlandı. Uğur’u çok seviyordu; ona, hayatında kimseye güvenmediği kadar güveniyordu. Bu güven, onun Uğur’a teslim olmasına, onunla bu kadar yakın olmasına neden olmuştu. Şaka yollu, “Ya babam beni sana vermezse?” dedi, gözlerinde muzip bir ışıltı vardı. “O zaman ne yapacağız?”
Uğur, gülümseyerek Hayat’ın gözlerinin içine baktı. “Babalarımız birbirlerini tanıyorlar, iyi de anlaşıyorlar,” dedi, “Aynı aşiretteniz. Neden vermesin ki?”
Hayat, hafifçe omuz silkti. “Ne bileyim. Tek kızıyım ya hani, öyle kolay razı olmaz gibi geliyor.”
Uğur, Hayat’ın gözlerine bakarken gülümsemesini genişletti. “Baban kızı için benden daha iyisini mi bulacak?” dedi, sesinde hem espri hem de özgüven vardı. Hayat, bu sözlere gülümsedi, ama içinde bir yerlerde hâlâ o küçük huzursuzluk vardı. Uğur’un sevgisinden şüphe etmiyordu, ama onun sevgisini hissettirme şekli, bazen eksik kalıyordu.
Uçak Diyarbakır’a indiğinde, vedalaşma vakti gelmişti. Uğur, Hayat’ı sessiz bir köşeye çekip birbirlerine sarıldılar, son kez dudaklarına bir öpücük kondurdu. “Yirmi gün ben sensiz ne yapacağım?” dedi, “Çok özlerim ki”
Aralarındaki romantik vedalaşma sırasında Hayat’ın telefonu çaldı. Çantasından telefonunu çıkardı ve ekrana baktı. “Bizimkiler… Gelmiş olmalılar,” dedi. “Önce ben çıkayım. Bizi birlikte görmesinler.”
“Tamam,” dedi Uğur, başını sallayarak. “Seni arayacağım.”
Hayat, ona son bir kez gülümsedi ve kalabalığın arasına karıştı.
***
İki gün sonra Hayat’ın doğum günüydü. Günün ilk kutlama mesajı, beklediği gibi, Uğur’dan geldi. Telefon ekranında beliren mesaj, Hayat’ın yüzüne küçük ama içten bir gülümseme yerleştirdi. Uğur’un yazdığı kelimeler kısa ama sıcacıktı: “İyi ki doğdun, sevgilim. Seni çok seviyorum. Bu akşam keşke yanında olabilseydim.” Ancak Hayat, bu mesajın ardındaki imkânsızlığı biliyordu. Uğur’la rahatça görüşmeleri mümkün değildi. İkisinin ailesi ve yakın çevresi birbirini çok iyi tanıyordu; aynı aşiretten olmaları, her hareketlerinin dikkatle izlenmesine neden oluyordu. Birlikte görülürlerse, dedikodular hızla yayılır, laf söz olurdu. Artık lise çağında değillerdi; her adımda daha dikkatli olmaları gerekiyordu. Bu durum, Hayat’ın içindeki özgürlük arzusunu kısıtlasa da, Uğur’a olan sevgisi her zorluğu gölgede bırakıyordu.
Sabah, ailesiyle birlikte geniş bir kahvaltı masasına oturdu, Hayat. Babası, annesi, abileri ve erkek kardeşi doğum gününü kutladılar.
Kahvaltı sonrası, babası ve abileri dışarı çıktığında, annesiyle baş başa kalmak için mutfağa yöneldi. Annesi mutfakta çalışan hizmetliye akşam yemeğinde hazırlaması gereken menüyü konuşuyordu. Hayat, derin bir nefes aldı. “Anne biraz gelebilir misin?” dedi. Hizmetlinin yanında konuşmak istemiyordu.
Annesiyle mutfaktan çıkınca konuya girdi. “Anne, akşam Arjin ve Deva’yla dışarı çıkmak istiyoruz,” dedi. “Doğum günümü kutlayacağız.”
Annesi, kaşlarını çattı. “Olmaz Hayat,” dedi, kararlı bir tonda. “Babanı biliyorsun. Şimdi bunu söylesem, ‘Kız kısmının akşam vakti dışarıda ne işi var?’ der. Benim başımı ağrıtma durduk yere. Ayrıca koca kızsın sen, ne doğum günü”
Hayat, pes etmek istemiyordu. “Anne, kutlamak istiyorum. Ne olursun, yardım et bana,” diye yalvardı, “Çıkayım işte, ne olacak? Tek başıma İzmir’e gönderiyor babam, orada sorun olmuyor da, burada akşam çıkmama neden izin vermiyor sanki?” Sesi, hem sitem hem de haklı bir isyanla doluydu.
Annesi, başını iki yana salladı. “Biri görür, laf ederler kızım,” dedi, sesi yumuşamıştı ama kararlılığı hâlâ yerindeydi. “İnsanların ağzı torba değil ki büzesin. Burada herkes birbirini tanıyor. Bir yanlış anlaşılma olsa, iş büyür.”
Hayat, annesinin sözlerini dinlerken içindeki isyankâr ruhun kabardığını hissetti. Bugün onun doğum günüydü; bu özel günü, dört duvar arasında sıkışarak geçirmek istemiyordu. Kafasına koymuştu: Ne yapıp edip dışarı çıkacaktı. Annesiyle daha fazla tartışmak yerine, gülümsedi ve konuyu kapattı. Ama zihninde planlar çoktan şekillenmeye başlamıştı.
Akşam, babası ve annesi bir akrabalarının nişan törenine katılmak için evden çıkınca, Hayat’ın beklediği fırsat doğdu. Hızla odasına gidip dolabından en sevdiği elbiseyi seçti. Aynada kendine bakarken, saçlarını hafif dalgalarla serbest bıraktı ve yüzüne doğal bir makyaj yaptı. Kalbi hızlı hızlı atıyordu; hem özgürlüğün heyecanı hem de yakalanma korkusu iç içeydi. Telefonunu ve çantasını kaptı, kapıyı usulca çekip dışarı çıktı. Bu akşam abilerininde evde olmamaları onun için büyük bir şanstı.
Çocukluk arkadaşları Arjin ve Deva’yla buluşmak için önceden rezervasyon yaptırdıkları şık bir restorana doğru yola çıktı. Restoran, Diyarbakır’ın hareketli caddelerinden birinde, ışıklarla süslenmiş bir mekândı. İçeri girdiğinde, arkadaşları ondan önce gelmişlerdi. Masaya doğru ilerlerken göz ucuyla diğer masalara çaktırmadan baktı. Tanıdık birini görmediği için içi rahatlamıştı. Arjin ve Deva ile birbirlerine gülümseyerek sarıldılar; bu buluşma, uzun zamandır bir araya gelememiş olmanın getirdiği özlemi dindirdi.
Masaya oturduklarında, Deva hemen lafa girdi. “Ya, evden çıkamasaydın?” dedi, “Boşuna yer ayırtmış olacaktın.”
Hayat, gülerek kendinden emin bir şekilde yanıt verdi. “Kapıdan olmazsa, pencereden çıkardım,” dedi, Üçü birden gülüşerek sohbete daldı. Konu konuyu açtı; lise anılarından, üniversite maceralarına, oradan da gelecek hayallerine uzandılar. Restoranın sıcak atmosferi, fondaki hafif müzik ve dostlarının neşeli kahkahaları, Hayat’ın ruhunu ısıtıyordu.
Tam o sırada Hayat’ın telefonu çaldı. Ekrana bakınca, Amerika’da yaşayan dayısı ve yengesinin aradığını gördü. Yengesi Amerikalı olduğu için konuşma İngilizce ilerledi. Hayat, bir yıl onlarla yaşarken İngilizcesini epey geliştirmişti ve şimdi kelimeler ağzından akıcı bir şekilde dökülüyordu. Masadaki Arjin ve Deva, onu hayranlıkla dinliyorlardı; Hayat’ın bu kendine güvenli hali, arkadaşlarını her zaman etkilerdi. Telefon görüşmesi, yengesinin içten kutlamaları ve dayısının esprili doğum günü dilekleriyle sona erdi. Hayat, telefonu kapattığında yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
O sırada garson, ellerinde çilekli bir yaş pastayla masaya yaklaştı. Pastanın üzerinde yanan mumlar, masaya sıcak bir ışıltı yayıyordu. Hayat, gözlerini kapatıp bir dilek tuttu: Uğur’la geçireceği mutlu, huzurlu bir gelecek. Mumlara üflerken, Arjin ve Deva onu alkışlayarak doğum gününü kutladı.
Deva, “Ne dilediğini tahmin edebiliyorum,” dedi.
Arjin hemen lafa karıştı. “Bunu bilmeyecek ne var?” dedi, Deva’ya dönerek. “Hayat’ın Uğur’dan başka bir dileği yok ki. Yıllardır bu böyle!”
Üçü neşeyle gülerek pastalarını yemeye başladı. Hayat, pastanın üzerindeki minik bir çileği ağzına attı. Çileğin tatlı ekşi lezzeti damağında yayılırken, birden beklenmedik bir şey oldu. Nefesi kesildi. Çilek, boğazında takılmıştı. Elleri istemsizce boğazına gitti, nefes alamıyordu. Konuşmaya çalıştı, ama sesi de çıkmıyordu. Yüzü önce kızardı, ardından morarmaya başladı. Arjin ve Deva, onun ciddileşen halini fark edince panikle ne olduğunu sordular, ama Hayat yanıt veremiyordu. Oturduğu yerde çaresizce çırpınıyordu.
Deva, durumu anladı. “Bir şey boğazını tıkadı!” diye bağırdı. Hızla Hayat’ın arkasına geçti, elini sırtına vurdu, ama bu işe yaramadı. Arjin de panikle bağırmaya başladı; restorandaki diğer müşterilerin bakışları bir anda onlara döndü. Tam o sırada, yan masada ailesiyle yemek yiyen Toygar adlı genç bir adam, yerinden ok gibi fırladı. “Boğuluyor!” diyerek Hayat’ın yanına geldi. Onu kolundan tutarak ayağa kaldırdı ve Heimlich manevrasını uygulamak için arkasına geçti.
Hayat, o an Uğurdan başka bir erkeğin bedenini ilk kez kendi bedeninde hissediyordu. Toygar’ın kolları, onu sıkıca sarmıştı, ama can çekişirken bu durumdan rahatsız olacak halde değildi. Toygar, ilk denemede başarılı olamadı. İkinci deneme de sonuçsuz kaldı. Restorandaki herkes, endişeyle başlarına toplanmıştı. Arjin ve Deva, çaresizlik içinde arkadaşlarının başında çırpınıyordu. Hayat, artık yolun sonuna geldiğini düşünüyordu. Gözleri kararıyordu; sanki ruhu bedeninden çekiliyordu. Toygar’ın güçlü kolları, onu hayata bağlamaya çalışırken, üçüncü deneme de başarısız oldu. Ama Toygar pes etmedi. Dördüncü denemede, çilek nihayet Hayat’ın ağzından fırladı ve yere düştü.
Hayat, derin bir nefes aldı ve öksürmeye başladı. Yüzü yavaş yavaş normale dönerken, Toygar onu nazikçe sandalyesine oturttu. “İyi misiniz?” dedi, sesinde hem endişe hem de rahatlama vardı.
Hayat, nefes almanın yeniden mümkün olduğu o anın şokuyla başını salladı. Gözleri, kendisini kurtaran Toygar’la ilk kez buluştu. Toygar’ın koyu mavi, neredeyse lacivert gözleri, Hayat’ın dikkatini bir an için çekti, ama o anki duyguları karmakarışıktı. Güçlükle, boğazındaki yanma hissiyle mücadele ederek, “Allah razı olsun,” dedi, sesi titrek ama içtendi. Arjin ve Deva, şaşkınlık ve minnettarlık arasında, Toygar’a defalarca teşekkür etti. Ancak Toygar, ciddi bir ifadeyle ve sakin bir ses tonuyla, “Önemli değil,” diyerek masasına geri döndü. Sanki az önce bir hayat kurtarmamış gibi, sükûnetle ailesinin yanına oturdu.
Restorandaki diğer müşteriler, olayın şokuyla bir süre masalarına bakmış, bazıları “Geçmiş olsun,” diyerek yanlarından geçmişti. Garsonlar da telaşla Hayat’ın durumunu sorup su getirmiş, ardından yavaş yavaş herkes kendi yerine çekilmişti. Masada yalnız kalan üç arkadaş, bir süre sessizce birbirine baktı. Arjin, “Çocuk tam zamanında geldi, hızır gibi yetişti” dedi, sesinde hâlâ olayın ciddiyetinin izleri vardı. “Neredeyse ölüyordun, Hayat.”
Deva, ise olayın ciddiyetini bir kenara bırakıp, gözlerini Toygar’ın oturduğu masaya dikti. “Böyle bir tip benim hayatımı kurtaracaksa, boğulmaya razıyım,” dedi, muzip bir gülümsemeyle. “O nasıl gözlerdi öyle? Hiç bu kadar koyu bir mavi görmemiştim. Resmen lacivert gibiydi.” Sesi, hayranlıkla doluydu, sanki az önceki korku dolu anlar hiç yaşanmamış gibi.
Arjin de başını çevirip Toygar’ın masasına baktı, dikkatle inceleyerek, “Yanındakiler ailesi galiba,” dedi. “Karşısında oturan adam büyük ihtimalle babası olmalı. Tipleri, boyları, yüz hatları aynı. Çok benziyorlar. Bir tek göz renkleri farklı galiba.” Arjin’in gözlemci tarafı devreye girmişti; her zaman detaylara dikkat eden biriydi.
Hayat, arkadaşlarının bu rahat tavırlarına ve Toygar’ı konuşmalarına içerledi. Yüzü hâlâ solgundu, kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Az önce yaşadığı ölüm korkusu, tüm neşesini kaçırmıştı “Ben ölümden dönmüşüm, siz çocuğu kesiyorsunuz,” dedi, “Ne biçim arkadaşsınız siz? Zaten keyfim kalmadı, hadi kalkalım”
Üç arkadaş toparlanarak çantalarını aldılar. Kalkmadan önce Hayat, içindeki minnettarlık duygusuna engel olamadı. Toygar ve ailesinin yemek yediği masaya doğru yürüdü. Masaya yaklaştığında, Toygar’a tekrar teşekkür etti ve arkadaşlarıyla restorandan çıktılar.
Hayat konağa vardığında, anne ve babasının hâlâ akraba nişanından dönmemiş olduğunu fark etti. Ev sessizdi; abileri ve erkek kardeşi de ortalarda görünmüyordu. Odasına doğru ağır adımlarla yürürken, kendi kendine mırıldandı: “Dışarıya anandan babandan gizli çıkarsan, işte böyle dönersin, Hayat hanım. Az kalsın öteki tarafı boyluyordun” Sesinde hem kendine kızgınlık hem de hafif bir alay vardı. Bu akşamki macerası, özgürlük arzusunun bedeli gibi hissettiriyordu.
Odasına girip kapıyı kapattı. Hızla üzerindeki elbiseyi çıkarıp rahat bir pijama giydi. Aynada kendine bakarken, yüzündeki solgunluk hâlâ geçmemişti. Yatağına oturdu ve eline telefonunu aldı. Başına gelenleri anlatmak, içini dökmek için Uğur’u aramak istedi. Ancak telefon çaldı, çaldı ve sonunda telesekretere bağlandı. Bir kez daha denedi, ama sonuç değişmedi. İçinde biriken duygular, anlatılamadan ağırlaştı. Yatağa uzandı, saat 22:30’u gösteriyordu. Gözlerini tavana dikti; uyumak istiyordu, ama zihni bir türlü durulmuyordu. Yaşadığı korku, Uğur’a ulaşamamanın hayal kırıklığı ve ailesinden gizli dışarı çıkmanın vicdan azabı, içini kemiriyordu.
Yatakta sağa sola dönerken, dışarıdan gelen hafif sesler dikkatini çekti. Arabaların motor gürültüsü, uzaktan gelen konuşmalar… Tam uykuya dalacakken kapısı çalındı. “Kim o?” dedi, sesi yorgun ama temkinliydi.
“Gelebilir miyim, Hayat?” Bu, en büyük abisinin sesiydi.
“Gel, abi,” dedi Hayat, pijamalarıyla yataktan kalkarak.
Abisi üzerinde futbol formasıyla içeri girdi. Yüzü ciddiydi, “Halı sahada maç yapıyorduk,” dedi, kapıyı kapatıp yatağın kenarına otururken. “Haber geldi. Ali İhsan amcam ölmüş.”
Hayat, İstanbul’da yaşayan amcasının ölüm haberini duyunca şaşırdı, ama içinde hiçbir üzüntü kımıldamadı. Ali İhsan, onun için sadece kötü anılarla dolu bir isimdi. Yüzünde duygusuz bir ifadeyle, “Allah rahmet eylesin,” dedi, ama sesi mekanikti, içtenlikten yoksundu.
Baran, onun bu umursamaz tavrına kaşlarını çatarak baktı. “Amcamız öldü diyorum, Hayat,” dedi, sesinde hafif bir sitem vardı.
“Ne yapayım, abi?” dedi Hayat, omuzlarını silkerek. Sesi, ne kadar umursamaz olduğunu açıkça belli ediyordu.
Abisi sinirle başını iki yana salladı “Tuhaf, duygusuz bir kızsın” dedi ve odadan çıktı. Kapı kapanırken, Hayat’ın zihninde çocukluğunun karanlık anıları canlandı. Ali İhsan amcası, bayramlarda İstanbul’dan Diyarbakır’a geldiğinde, onu kucağına oturtur, sevgi gösterisi altında rahatsız edici dokunuşlarda bulunurdu. Hayat, o zamanlar küçük bir çocuktu; amcası ise yirmili yaşlara yakındı. Onun davranışlarını tam anlamlandıramasa da, içinde bir huzursuzluk hissederdi. Kucağından inmeye çalışır, ama ne yapacağını bilemezdi. Büyüdükçe, o anların iğrençliğini fark etti. Utancından kimseye anlatamadı. Amcasının Diyarbakır’a her gelişinde ondan ve ürkütücü bakışlarından köşe bucak kaçar, aynı ortamda bulunmamak için bahaneler uydururdu. Daha altı ay kadar önce, amcasının gecenin bir yarısı aramasını hatırladı. Hayat’tan İstanbul’a gelmesini istemişti. “Seni gezdiririm. Takılırız” diye ısrar etmişti. Hatta babasını arayıp izin alabileceğini söylemişti amcası ama Hayat güzel sanatlar sınavına hazırlanacağını söyleyerek telefonu kapatmış, onu bir daha aramasın diye engellemişti. Amcasının niyetini tahmin ettiğinden ondan tiksiniyordu. “Sapık herif,” diye mırıldandı kendi kendine, sesi öfkeyle titriyordu. Hala inanamıyordu. Bir amca yeğenine karşı nasıl olurda böyle iğrenç duygular besleyebilirdi.
Ali İhsan gibi bir adamın ölümünün bir kayıp olmadığını düşünüyordu. Onun iğrenç hatıraları, zihninde hâlâ canlıydı ve bu haber, içinde ister istemez bir rahatlama hissi uyandırmıştı. Artık ondan kaçmak zorunda kalmayacaktı. Ancak, kurtulduğunu sandığı Ali İhsan amcası yüzünden, çok yakında hayatını kurtaran Toygar’la berdel yapılacağını ve onunla evlenmek zorunda kalacağını henüz bilmiyordu.