Yusuf aracına binmiş polis araçlarının peşinde köye doğru yol alıyordu. Onlar hemen üç dört kilometre uzaklıkta olan Nevşehir merkeze doğru döndüklerinde oda anne ve babası ile oturduğu eve doğru direksiyonu kırdı. Kafasında dönüp duran cevapsız sorular çoktan beynini kemirmeye başlamıştı. Savcının telefon numarasını alıp kendi telefonuna kayıt etmesinden dolayı içine bir kurt düşmüştü. Ne olur ne olmaz diye eve gitmeyi uygun görmüştü. Ancak içi içini yiyor Banuçiçek’i çok merak ediyordu. Gecenin bir yarısı mezarlığın bitişiğindeki çalıların arasında ne yapıyordu acaba, korkuyor muydu, gitmiş miydi? Binanın merdivenlerinden hızla çıkarken karanlıkta o karmaşada pek görememişti gözlerini falan. Gerçekten de savcı beyin dediği gibi güzel miydi? Sesi gibi naif ise güzel olmalı diye düşündü. “Ne kadar salağım” dedi kendi kendine “hayal dünyam ne kadar geniş.”
Annesi açtı kapıyı her zaman ki gibi şevkat ve sevgi dolu gözlerle bakıyordu yine. Çilekeş annem diyordu hep. Bizler için katlandıkları, karşılık beklemeden çıkarsız seven, koca yürekli annem. Gözlerine bakarken hep ruh halimi anlamaya çalışan, bana her namazında dua eden, moral vermeye çalışan melek annem benim. Üç yaşındaki bir çocuğa dönen babama bıkmadan usanmadan bakan, yediren içiren, tuvaletini yaptıran, yıkayan, tıraş eden, haftada üç gün en az beş saati bulan diyaliz seanslarında başında bekleyen, beklerken hiç yanından ayrılamayan, binlerce kez sorduğu aynı sorulara yorulmadan cevap veren fedakar annem. Babam senin cennetin anne diyordu hep Yusuf. Bu da senin imtihanınmış. Ne mutlu babamaki senin gibi birisiyle evlenmiş ne mutlu bizlereki senin gibi bir annemiz var.
Babasının bu durumunu gören Yusuf çok korkuyordu. Bu alzhemir illetine yakalanırsam ne hale düşerdim. İlk eşim hele hele ikinci eşim aman Allah’ım tasavvur bile edemiyorum. “Rabbim benim canımı bu durumlara düşürmeden al” duası hiç eksik olmuyordu namazlarından.
Nevşehir’e on üç senedir yaşadığı Antalya’yı terk edip gelmişti Yusuf. Onu sürekli aşağılayıp servetiyle öğünen itip kakmaya çalışan, ikinci sınıf insansın duygusunu yaşatmaya çalışan ikinci eşi Sedanur’u terk etmek zorunda kalmıştı. En yaralayanı ise annelerinde kalan iki çocuğuna duyduğu hasretti. Ayrıca on üç senedir yaşadığı şehre yani Antalya’ya aşıktı. Buralar dar geliyordu kendisine, sığmadığını hissediyordu. Annem tek başına her yere koşuşturuyor. Sürekli babamla ilgilenmek zorunda kalıyor ve bunalıyor diye çok üzülüyordu. Antalya’da yaşayıp hakaretler duyup ezileceğime gider anneme babama bakarım evin işlerini, tadilatlarını yaparım. Babamı diyalize dönüşümlü olarak götürürüz. Annemi çarşıya pazara götürürüm, gezdiririm. Hiç olmassa hayır duasını alırım diyerek terk edip gelmişti Nevşehir’e.
Her zamanki gibi “açmışın Yusuf’um” dedi annesi.
“Yok anam tokum canım bir şey istemiyor.” diyerek annesinin alnından öptü.
“Biraz uzanayım namazımı kılacağım. Vakit geçince zor oluyor.”
Elinde telefonunun çalmasını bekliyordu Yusuf. Arayacak biliyorum diye içinden geçirirken telefonu çalmaya başlamıştı bile. Savcı Sedat yazıyordu ekranda. Hemen doğruldu. Kendinden emin bir ses tonu ile telefonunu açtı.
“Efendim sayın savcım.”
“Ne yaptın Yusuf evde misin?”
“Evet evdeyim efendim. Sizin peşinizden bende eve geldim hemen. Uzanıyordum. Hayırdır bir sorun yoktur inşallah.”
“Yok yok kaçak şahıs hariç bir sorun yok. Annen müsait ise hem bir merhaba demek hem de geçmiş olsun dileklerimi iletmek istiyorum. Telefonu verebilir misin.”
“Tabi efendim hemen veriyorum” diyerek annesinin yanına koştu Yusuf.
“Anne bugün tesadüfen bir savcı beyle tanıştım. Babamı merak etti. Seninle konuşmak istiyor.”
Annesi şaşkın ifadelerle Yusuf’a bakarken eline aldığı telefonu kulağına götürerek.
“Efendim savcı bey oğlum. Hayırlı akşamlar” deyiverdi.
Yusuf sesi hopörlere vermişti.
“Ellerinden öperim Gülbahar anne. Bugün akşamın karanlığında oğlun Yusuf ile mezarlıkta tanıştık. Söylemişti ama şimdi adını unuttum. Trafik kazasında ölen çocukluk arkadaşı varmış onun mezarı başında idi.”
“ Evet savcı oğlum, çok iyi bir çocuktu Hamza. Yusuf’um çok severdi Hamza’yı. Allah rahmet eylesin.”
“Yusuf biraz eşinizden bahsetti de. Meslektaş sayılırız. Geçmiş olsun demek için aramıştım. Tekrar ellerinizden öpüyorum. iyi akşamlar efendim.
Annesi Yusuf’a biraz şaşkın biraz da soru dolu gözlerle bakarken “İyi akşamlar savcı bey oğlum. Allah işinizi rast getirsin.” Diyerek kapattığı telefonu oğluna uzattı.
“Hayırdır oğul savcıyla falan ne işin olaki senin?”
“Merak etmeyesin anacım.” Diyen Yusuf, Banuçiçek ile tanışma konusunu hiç açmadan olanları kısaca anlattı.
“Allah Allah öyle bir kız ne gezerki buralarda. Aman oğlum dikkat et. Başın belaya girmesin. Hadi daha fazla gecikmeden namazını kıl” diyerek annesi Yusuf’un odasından çıktı.
Yusuf “Vay uyanık savcı seni. Annemin ağzını aradı. Bir şekilde Hamza olayını doğrulatmış oldu. Bu benim için iyi oldu.” diye mırıldandı. Biraz daha beklemenin uygun olacağını düşünerek abdestini aldı ve namazını kıldı. Telefon sinyalinin takip edilebileceğini düşünerek sessize alıp odasındaki dolabın çekmecesine bıraktı. Sanki çok büyük bir polisiye olayın içindeymiş gibi ince düşünmeye çalışıyordu. Annesinin telefonunu almak istedi önce. Ama bütün imkanlar ellerinde o numarayıda öğrenip takip edebilirler diye düşünerek vazgeçti. Annesine
“Anacım bağ evinin anahtarını bulamıyorum kapının üzerinde unuttum her zaman ki gibi heralde”
diyerek evden çıktı. Merdivenlerden inerken farkında olmadan jölelediği sık ve kumral saçlarını elleri ile yatırmaya çalışıyordu. Üstüm başım toz topraktı mezarlığa geldiklerinde. Mezarlık girişi ve yürüyüş yolları kaldırım taşı döşeli. Ama mezar araları toz toprak. Belki de emin olmamakla beraber bundan şüphelenmişti diye düşündü. Belki savcının bulmayı çok istediği Banuçiçek’e kendisinin götüreceğini düşünüyordu. Belki evin sağında solunda takip için birileri vardı. “Yuh ya Yusuf” dedi kendi kendine. “Belgesel tadındaki kanıt dizisini bu kadar çok izlememeliydim. İyi ki araçla mezarlığa gelmeden önce bağ evine uğrayıp anahtarı kapı üzerinde bırakıp ışıkları da yakmışım. Şimdi polisler çıkıp gelseler -“nereye gidiyorsun?” diye sorsalar. Yanıma takar götürür ispat ederim.” Bir yandan bu kadar şüpheci olduğu için kendine kızıyor bir yandan da yaptığı ince hamlelerle zekasıyla övünüyordu.
Belki karanlıkta arabama takip cihazı takmışlardır. Savcı sedat beni sorgularken altı kişiydiler biri mezarlıkta saklandı. Benim geri gelip gelmiyeceğimi bekliyor. Belki belki belki, sorular sorular sorular. “Saçmaladın iyice ha sende” dedi. Ama yinede aracıyla gitmek istemiyordu.
Evin arka tarafından mezarlığın arka girişine giden araçların yol alamayacağı patika bir yol vardı. Hızlı adımlarla oraya doğru yöneldi. Bu seferde o yoldan gidip yakalanırsa bağ evinin kapısında bıraktığı anahtar ve açık bıraktığı ışık işe yaramıyacaktı. Patika yoldan vazgeçerek geri arabasına doğru yöneldi. Ve bağ evinin olduğu bahçeye doğru aracını sürmeye başladı. Etrafta hiç kimseler görünmüyor her hangi bir ışık ya da takip hissi uyandıracak şeyler görmeyince biraz rahatlamıştı. Bahçeye gelip aracından indi ve dikkatlice sağını solunu kontrol etti. Mezarlık ile bahçe arası bir km kadardı. Hızla mezarlığa doğru yürümeye başladı. Nevşehir bin iki yüz metrelik rakımından dolayı açık havalarda ay ışığı olmasa bile yıldızlara elini uzatsan dokunacakmışsın hissi uyandıran bir özelliğe sahipti. Yani ay ışığı olmasa da birazda bulunduğun yeri biliyorsan yıldızlardan yansıyan ışıklar rahat hareket edebilecek bir ortam sağlıyor zifiri karanlık olmuyordu.
Yusuf yaklaşık on dakikalık bir yürüşten sonra mezarlığa yaklaştı. Mezarlığa hiç girmeden dış duvarların arkasından yürüyerek Banuçiçek’i bıraktığı yere geldi. Sessiz hareket etmeye çalışarak fısıltı şeklinde “Gülnur neredesin?” deyiverdi. Kısa bir sessizlikten sonra “hani Banuçiçek’tim ben abi” diye gelen sese doğru döndü. “Sessiz ol ukala şey” diyerek Banuçiçek’in elinden tutup yanına yere doğru çömelmek zorunda bıraktı. Sımsıkı tuttuğu eli hiç bırakmadan ve konuşmadan bir gölge gibi bağ evine doğru seri adımlarla yürüdüler.
Nihayet bağ evindeydiler artık. Yusuf Banuçiçek’in ayakkabılarını içeri alıp sakladı. Perdeler çekili lambalar açıktı. Aracı evin önünde olduğu için ışıkları kapatmak olmaz diye düşündü. Yaklaşık iki dönümlük bahçe içinde açık mutfaklı, iki odalı, banyo tuvaleti birlikte olan küçük, şirin bir evdi.Tarih kokan divanlar. Yünden yapılmış divan yatakları ve adeta bir taş sertliğinde olan divan yastıkları.Örtüleriyle beraber tam bir köy evini andırıyordu.
“Elimi yüzümü yıkayıp biraz kendime gelsem” dedi Banuçiçek. Yusuf eli ile lavaboyu gösterirken sigarasını yakarak evin önüne çıktı. Bahçesinde ki küçük havuza doğru ilerleyerek bir şeylere bakıyormuş gibi yaparak etrafı kolaçan ediyordu. İki ay kadar önce bağ evinin kapısı önünde yatarken görüp sahiplendiği, yavru sayılabilecek ama oldukça iri olan ve hızla irileşmeye devam eden adını Cesur koyduğu köpeği heyecanlı ve soluk soluğa Yusuf’un yanına geldi. Patilerini bacaklarına doğru atıyor yalamaya çalışıyor bir o yana bir bu yana hızlı hızlı hareket ediyordu. Yusuf 1.80 ni geçen boyu kaslı ve güçlü yapısına rağmen bazen köpeğini zapt etmekte zorlanıyordu.
“Sakin ol sadık dostum benim. Artık iyice buralı oldun sana bir kulübe yapmanın vakti geldi.” dedi başını okşayarak.
Cesur’u bağ evinin kapısında bulduğundan beri her gün bahçeye geliyor. Yemek atıklarını ve kasaptan aldığı annesinin evlerinin bodrumundaki derin dondurucuda sakladığı kemiklerden bir parça alarak getiriyor, onu besliyordu. Aralarında sıkı bir bağ oluşmuş vazgeçilmezi olmaya başlamıştı. Ama bir gün kapısının önünde bulduğu gibi bir başka gün bulamayacağını düşünerek korkuyor her yola çıkışında acaba gitmişmidir sorusunu sormadan edemiyordu kendine. Çok güvendiği veya güvenilir sandığı insanlardan gördüğü vefasızlıklardan, haksızlıklardan, yüzüstü bırakılıp gitmelerden kalbi ve gönlü o kadar kırıktı ki Yusuf’un. Alışkınım diyordu bir gittiğimde bulamassam şaşırmam. Cesur’u bağlamak özgürlüğünü kısıtlamak istemiyordu. Ama Cesur ile yavaş yavaş bir gönül bağının oluştuğuna inanıyor terketmeyeceğine inanıyor ve kendini inandırmaya çalışıyordu. Başını okşadığı Cesur’a doğru eğilerek,
“Oğlum bak ben şimdi içeri gireceğim. Bir misafirim var. Ya da bir kanun kaçağım anlıyacaz bakalım. Buradan bir yere ayrılma sakın. Bir ses, bir hareket, bir yaklaşan görür veya duyarsan ne yapacağını biliyorsun.”
Her zamanki gibi arabasından bir parça kemik çıkarıp bağ evinin giriş kapısının kenarına koydu. “Bugün burda ye bakalım alıp gitmek yok” dedi gülerek. “Hem bak bugün şanlısın ikinci kemiğini veriyorum normalde yarınki hakkındı bu.”
Yusuf sigarasını söndürdükten sonra içeri girdi. Gülnur yani namı diğer Banuçiçek divanın birine oturmuş duvarda asılı olan Kuran-ı Kerimi eline almış bakar halde bulunca şaşırmıştı. “Abdestin var mı? Başın da açık. Okumayı biliyor musun?”
Hayır anlamında başını sallayan Banuçiçek,
“Türkçe açıklamasına bakıyordum rastgele bir sayfa açtım. Rahmetli annemin evinin duvarında da asılı vardı bir tane. Senelerce hiç açılmadı. Aman abdestsiz dokunma! aman başın açık dokunma! diye diye soğuttular beni. Ne kadar saçma değil mi? Sanki bu kitap okunsun öğrenilsin hayata uygulansın diye değilde duvara asılsın, dokunulmasın, haaa birde ölülerin arkasından okunsun diye indirilmiş.”
Yusuf afalladı bir an neredeydi, ne yapıyordu, bu kimdi, ne diyordu, mezarda bulduğu kanun kaçağı olarak aranan kızmıydı, yoksa bir rüyamı görüyordu? Annesinin “oğlum saat dokuzu geçiyor kaç yumurta kırayım” sesi ile uyanıp herşey bitecekmiydi.
“Daldın” dedi Banuçiçek “saçmamı konuştum yoksa?”
Bir müddet sessiz kalan Yusuf,
“Yok hiç böyle düşünmemiştim hocam.” dedi gülerek.
Kuran-ı Kerimi öperek alnına koyan ve bezden kılıfına koyarak yerine asmaya kalkan Banuçiçek’i ilk defa bu kadar net ve yakından görebiliyordu Yusuf. Gerçekten de uzun boylu, uzun simsiyah düz saçlı, narin yapılı, bakışları ile insanın içini yakan yemyeşil gözlerini yeni fark etmişti. Savcı bey güzelliği hakkında söylediklerinde haklıymış diye düşünmeden edemedi. “Şaşkınsın değil mi?” dedi Banuçiçek sakin bir sesle. “Ve merak içindesin.”
“Hemde nasıl. Bir bilsen. Neler anlatacaksın çoook merak ediyorum. Her şeyi başından itibaren olduğu gibi anlat. Yalan söylersen anlarım. Hayat tecrübelerimden, babamın polis olmasından az çok bir şeyler bildiğimden söylediklerinin tutarlı olup olmamasından soracağım sorulara vereceğin çelişkili cevaplardan anlarım haberin olsun. İşte o vakit seni kendi ellerimle götürür polise teslim ederim.”
Banuçiçek yemyeşil gözlerini kırpmadan Yusuf’a dikmiş bakarken,
“Ohoo savcının birinden kurtulduk diğerine yakalandık galiba.”
Yusuf gülsün mü kızsın mı ciddileşsin mi bilemedi.
“Neyse her halukarda yarını beklemek zorundayız çünkü annem merak eder. Beni arar mutlaka, telefonumu evde bıraktım. Açmayınca telaşlanır hemen döneceğimi söylemiştim. Ayrıca savcı bey bir bahane bularak tekrar arayabilir. O yüzden benim gitmem gerek.”
Banuçiçeğin suratının asıldığını gördü.
“Ben burda tek başına mı kalacağım şimdi?
Yusuf gülerek,
“Mezarlıktan iyidir hanım efendi. Hem seni Cesur’uma emanet edeceğim korkmana gerek yok. Cesur adı gibi yaman ve cesur bir köpektir. Ayrıca cinsi köpek yani ona köpek demek bile bana acı geliyor. Çoğu insandan daha iyi bir dostum ve arkadaşımdır. Çıkıyorum ben. Işığı kapatacağım sakın açmayasın”
Divanlardan birinin üzerine bıraktığı yastık ve battaniyeyi göstererek,
“Eğer üşürsen divanın altındaki kutunun içinde bir battaniye daha var. Büyük ihtimalle açsındır ama şu an bir parça ekmek ve çömlek peyniri ile idare edersin.”
Evden çıkarken hazırladığı ve poşete sarıp getirdiği çömlek peynirli ekmeği Banuçiçek’e uzattı.
“Bak sen sosyetik birine benziyorsun ama bu peyniri burdan başka biryerde bulman zordur. Ye lütfen ve temmuz ayıda olsa buranın geceleri soğuk olur üşütmeyesin sakın. Bir de hastalanırsan iş iyice içinden çıkılmaz hal alır.” diyen Yusuf dış kapıya doğru yöneldi.
Banuçiçek kısık bir sesle “Yusuf” diyerek seslendi.
Yusuf daha kendisine dönmeden,
“Ben hamileyim galiba hastalanmam gerekiyordu günü geçti.” sözleri titreyerek döküldü dudaklarından.
Duyduğu cümle karşısında sendeleyen Yusuf'un son adımı havada kalmıştı. Zar zor adımını atıp duvara tutunabildi.