1.BÖLÜM : YEŞİLIRMAK

2339 Kelimeler
Her düşüş yeniden kalkmaya, her yeis umuda ve her gece güneşin doğuşuna mahkumdu. Güneşin doğuşu Yeşilırmak'ın sularında dalgalanarak su yeşili gözlerime vururken karanlık geceyi ardımda bırakmıştım. Tüm gece boyunca şehirlerarası bu otobüsle Yeşilırmak'ın doğduğu topraklardan, Sivas'tan beridir yoldaydım. Valizimi son sefer toplamıştım, gururla aldığım diplomamı sabırsızlıkla daha Sivas'tayken çerçeveletmiş ve özenle valizimde en üste yerleştirmiştim. Daha köyün girişinde başlayan babamın yeşil tarlalarına bakarken büyük bir hevesle bu tarlalarda bire bin katacağımı ve ileride gururla babamın yerini alacağıma emindim. Babam, öğretmen veya hemşire gibi kurumda ifa edilen bir meslek tutturmamı isterken ben Ziraat okumak istemiştim. Babama göre Ziraat çok gereksiz bir bölümdü, kendisinin de okumadan zaten onların sahip oldukları tüm bilgilere vakıf olduğunu iddia ederdi. Bense ona bütün bunların yanlış olduğunu ispatlamak için hayatımın geri kalanını baba topraklarımda geçirmeye, yuvama geri dönüyordum. Bir canım vardı, Cihangir... Canımın hası. Benden iki yaş büyük olsa da o bana abla derdi. Aklıma Cihangir gelince, dudaklarım gayriihtiyari tebessüme döndü. Benim gözlerim Yeşilırmak'ın yeşiliyse Cihangir'in gözleri tarla yeşiliydi. Hayatını karartan tarlanın yeşili... Daha dört yaşımda olmama rağmen dün gibi hatırlardım Cihangir'in tarlada römorktan düşüşünü. Düşerken başını çeki demirine vurduğu vakit, bilincini kaybetmiş ve ufak bir çuval gibi yere serilmişti. Bilinci kapanmış derin bir uykudaydı sanki ama ben tüm bilincim yerinde izlemiştim onun başından sızan o lanet kanı, çünkü onu ben itmiştim... Beynine şant takılsa da o vakitten sonra bir daha aklı hiç yaşıtlarına yetişememişti. Fiziksel olarak da vücudunun ise sağ kısmındaki kaslara tam hakim olamıyordu. Konuşması ise ağzından akan salyaları toparlayabildiği kadardı, kesik kesik... Dudaklarım tebessümden sıyrılıp gerginlikle büzüldüğünde anıların aklımdan çıkması için başımı hızla salladım. Neyse ki muavin; "İğnelisaz'da inecek var mı?" diye bağırdı ve bana aklımdakilerden bir kaçış yolu sundu. "Ben vardım." Dedim. "Valizin var mı hanfendi?" Her kıro gibi daha senli ve sizli kelimelerle cümle kurmakta zorlanıyordu. "Var, var." dedim hızla çantamı el bagajından alırken. Sabahın serin ve temiz havasının, meralara yeni çıkmaya başlamış ineklerin tezek kokularına karıştığı bu havada, hızla alttaki valizimi de verdi muavin. Tek ama bir hayli büyük valizimi kavrarken, "Teşekkür ederim, sağ olun." dedim kibarca. Muavin ise neredeyse ağzımın içine düşerek; "Ne demek, her zaman hanfendi." dedi. Keşke 'hanımefendi' demeyi de becerebilseydi. Valizimi elimi, eline değdirmeden özenle alırken o hala sırıtıyordu. Valizi kaptığım gibi çatallı yoldan köyün merkezine giden yola revan oldum. Olduğum yerde babamı beklemem gerekirdi ama o zaten ortalarda yoktu ve asabım bozulduğu için yürümeye ihtiyacım vardı. Saçlarım rüzgarda ritimle sallanırken hızlı adımlarımla toprak yolu asfalta doğru tepmeye başladım. Sağ tarafki geniş tarlada, birinin varlığını hissetsem de o tarafa dönüp bakmamıştım ta ki gürleyen bir ses beni olduğum yerde hoplatana kadar. "ÖNÜNE BAK LAN! SİKERİM O GÖZLERİNİ!!!" Celalli sesle bir anda sağa doğru döndüm ve ardımda otobüsün hemen yanında duran muavine hızla koşan iri yarı bir adamı gördüm. Neyin ne olduğunu anlayana kadar koşan adam, muavine neredeyse uçan yumruk atmış, şoför ve diğer muavinler koşarak inmiş, iri yarı adamı zor bela zapt etmeye çalışıyorlardı. Adamın Şahinlerin oğlu olduğunu anladığımda ben de koşarak, ayırmaya gittim. Elinden almazsak muavinin bu köyden cenazesi çıkacaktı. Muavin zaten kaypak bir adam olduğu belli kim bilir ne etmişti ama Şahinlerin bu oğlu da fazla belalı bir tipti. Ne zaman görsem ya kavgada ya karakoldaydı. Adamı sakinleştirecektim ama adını hatırlayamadım. Şahinlerin oğlu desem? Belalı.? İri yarı koşan adam heey.? Adamın sinirli ve kara gözleri korkarak yetişmeye çalışan bana isabet edince duruldu. O an adını da hatırladım. Hah.! Mustafa ! "Mustafa Bey abicim, sakin ol lütfen. Uyma sen ona," dedim gayet sakin şuradan bir helva uzatır mısınız der gibi. Kuduran Mustafa'yken yine ona uyma diyor olman da Dildâr... Nabza göre şerbetini içsinler senin. "Karışma sen kadın!" dedi bana bakmadan kaba sesiyle. Bana 'kadın' diye hitap edişine suratımı ekşiterek, tam laf dalaşına girecektim ki sonra onu laf dalaşına girmeye çok da değer görmedim. Yontulmamış dağ ayısını yontmak bana düşmediydi ya... Ne hali varsa görsündü. Umursamaz bir tavırla tek omzumu silktim ve gözlerimi devirdim. Gerisin geri valizimi koyduğum yere ilerlerken arkamdaki hır gür bitmek bilmiyordu. Şahinlerin oğlunun muavine; "ELALEMİN KARISINA KIZINA YAN GÖZLE BAKMAYA UTANMIYOR MUSUN LAAAN?" diye bağırma sesleri yeri göğü inletiyordu. Arkamda kıyamet koparken, rahat bir tavırla valizimi tekrar kavradım. Muavine tekme tokat dalma sesleri geliyordu. Tam bir, 'var mı bana yan bakan ulen' tipli bir kabadayıydı. Pardon, kıro. Kabadayı diye bir tabir benim lügatımda yoktu. Benim için erkekler ikiye ayrılıyordu, kibar erkekler ve kırolar. Cro magnon döneminden kalma bu kırolar, kendilerini erkek evriminin en son modeli olarak görse de taş devrinden kalmaydılar. Tam bir yontulmamış taş... Gürleme seslerini, inilti sesleri takip etti. Kavga baya gerimde kalmıştı tarlalarda yeşillenmiş buğday manzarasının zevkini çıkardım. Ara ara pirinç edenler de vardı ve pirinç ekilen tarlalar daha suyunu çekmemiş oldukları için göl gibi duruyorlardı. Sebze edenlerin sayısı baya azalmıştı. Meyve zaten bu topraklarda; elma, erik, armut gibi ağaçları evlerin bahçelerine süs olsun diye dikilmekten ibaretti. İşçiliği fazla olan mahsülleri çiftçi artık çok tercih etmiyordu. Camiye erişmeden köyün meydanına az kala arkamdan seğirtme sesi duydum. Korkuyla arkamı döndüğümde Şahinlerin oğlu hemen dibimdeydi. Koşarken terlemiş saçları ara ara alnına yapışmış, geniş cüssesinde gerilen ince beyaz gömleği kol üstünden yırtılmıştı. "Taşıyayım?" dedi sorgusuz sualsiz elimdeki valize uzanırken. Elimden giden valizimi almaya geri uzandım ben de. "Hayır, hayır... Gerek yok sağ olun." Dedim resmi bir kibarlıkla. "Ağır bu. Ben taşırım kalsın bende." dediğinde yüzüme bakmıyor hatta emreder gibi konuşuyordu. "Bakın... İzin istemeden valizimi aldınız. Lütfen valizimi geri verin. Yardım isteyen kişiye edilir, kafanıza estiği gibi edilmez." Resmiyetimle ona haddini aştığını göstermeye çalışıyordum. "Yardım ihtiyacı olana edilir, ağır bu. Tutamazsın sen bunu o incecik kollarınla. Baban nerede senin.? Niye almamış seni sabahın bu saatinde, ne demeye tek koyar seni.?!" dedi sinirle. Te Allah'ım..! Bir de aileme hesap soruyordu. "Babamın keyfinin kahyası öyle istemiş. Size ne beyefendi..? Onu da mı döveceksiniz yoksa?!" Tek kaşımı kaldırmış, ses tonumu ise iğneleyici bir şekilde kullanmaktan kaçınmamıştım. "Tövbe estağfurullah.!! Lan o adam arkandan...." devamını getirmeden sinirle kıpkırmızı olmuş ve sözünü yarıda kesmişti. Dişlerinin arasından tıslayarak başka bir şey dedi; "Çok uzattın. Altı üstü bir valiz! Götüreyim ne olacak?" "Gerek yok dedim." Sesim gayet netti. "Al, taşı!" derken elini saldı ve bir hamlede arkasını döndü, gitti. Elinden salınan valizim yüzüstü asfalta düştü. İçine diplomamı koyduğum çerçeveyi en üste yerleştirmiştim. Devrilen valizin içinde kırılma ihtimaline karşı kısa bir çığlık attım. Apar topar valizimi yerden alıp, bana ardını dönmüş geniş omuzları sallana sallana yürüyen adamın arkasından sinirle bağırdım. "DAĞ AYISIII ! HADSİİZ!" Benim kibarlığım da sinirlenene kadardı, dönüp cevap verir sanmıştım ama duymamış gibi devam etti. Valizimi sinirle yalpalaya yalpalaya peşim sıra hızla sürükledim. Adımlarımla asfaltı dövüyordum. Deli Mustafa, sakin yürüse de boyu uzun için aramızdaki mesafeyi git gide açıyordu. Hakarete devam etmek istesem de gururuma yediremedim. Tüm sinirimi yürüyerek atmaya çalıştım. Ben tahsilli ve eğitimli biriydim, onun gibi sinirini kontrol edemeyen fevri davranan biri olmamalıydım. Ona uymamalıydım. Sakinleşmek için içimden, ondan geriye doğru saymaya başladım. Yükselen güneşin ışıkları, Deli Mustafa'nın sol tarafı yırtılmış gömleğinden serilen kaslı omzuna vuruyor, sert pürüzsüz tenini aydınlatıyordu. Uzun boylu cüssesine ve kaslı omuzlarına arkadan bakmadan edemedim. İnşallah ardını dönüp de sen misin bana yan bakan deyip bir de bana dalmaya çalışmazdı. Çalışa da bilirdi. Belli olmazdı bu delinin işi. Valla deli meli ama iyi parça Dildâr... Ne iyi parça bee.?!! Bildiğin yontulmamış taş işte.! Biz de onu diyoruz ya Dildâr... Adam taş ve taş olduğunun farkında değil... He he.. Taş, taş... Mıstık taşı. Mustafa mıstık Arabaya kıstık Üç mum yaktık Arkasından baktık Bakmayalım, dokunalım Dildâr.! Tek başına taşıyamazsın sen bunu deyip arkaya bir el atalım... Tövbe tövbe..! Kudurma Dildâr. Ay bu iyi ki üniversiteye gitmemiş, bunu çiğ çiğ yerlerdi üniversitede. Saçmalama Dildâr birinin okumamasına mı sevineceksin.? İstese de okuyamazdı ki bu..! Nihahhaha... Adamı liseden kovdular, öğretim hayatı boks maç roundlarını andırıyordu. Mustafa abi, ben ortaokuldayken hatırladığım kadarıyla kasabadaki gittiği lisede çok büyük bir kavgaya karışmış ve disiplin cezasıyla okuldan atılmıştı. Lise terkti ve o günden beridir köyde babasının tarlalarına bakar, ırgatlarla ilgilenir köyden de pek dışarı çıkmazdı. Köyün içindeki sabıkalı hali bile ona yeter de artardı. Benim gözümde lise terk bir serseriydi. Her hali, saçından yürüyüşüne her parçası asiydi. Şahinlerin mandırasını geçip evlerinin bahçesine yaklaşırken, Munise'nin oğlu bahçeden çıkıp Mustafa'ya doğru koşmaya başladı. "Dayııı...!" Görmeyeli konuşmaya, yürümeye hatta koşmaya başlamıştı. Çocuklar ne hızlı büyüyordu. Asım'ın dört sene önce doğduğu vakit sanki dün gibiydi o zamanlar üniversiteyi yeni kazanmış, daha lise çağlarından taze çıkmış bir ergendim. Koşarken yanakları bile sallanıyordu tosuncuğun. Annesi arkasından; "Siğirtme Asıııım. Düşiyen soğra." Annesi peşinden koşuyor olsa da tosuncuk puf puf dizleriyle neredeyse yuvarlanarak ilerliyordu dayısına. Onun bu ısırılası tatlılığına neredeyse kıkırdayarak gülümsedim. Asım bir kere daha sevinçle "Daayıı.!" diye seslendikten sonra kendini kollarını açmış onu karşılayan dayısının kucağına attı. Munise abla, Mustafa'ya; "Traktörünen gidiydin ya, yorulmadın mı sabahınan tarlalağı gezmeye.?" diye seslendiğinde Mustafa ablasına bakmadan çoktan Asım'ı kucağında hoplatmaya başladı. "Hepsini gezmedim aba, mezarlığın oradakinin kanalına baktım sadece." dedi o kadar. Asım, sarsıla sarsıla kahkaha atıyor, Mustafa ise onu eğlendirirken kendi de kıkırdıyordu. Güneş, Mustafa'nın kulak memesine kadar uzanan hafif dalgalı saçlarında ışıldıyor, kolları ile çocuğu bir fırlatıyor bir koynuna çekiyordu. Tam deliydi işte... Onlar kahkahayla gülüşürken, ben de tebessümle gülüyor buldum kendimi. Gülümsemesine hiç şahit olmamışım ki şu an karşımdaki adamı ilk defa görüyor gibiydim. Gülümsemesi bir zinet gibiydi yüzünü parlatıyordu. İnci beyazı dişleri, pervasız kahkahalarıyla serilmiş ve gözü alıyordu. Nasıl daldıysam Munise ablanın imalı bir sırıtmayla, bana seslenmesiyle kendime geldim. "Hoş gelmişsin Dildâr. Sabahınan o valizinen yürümesi zor olmiyi mi gı.?" Munise abla imalı gülümsemesine engel olamayınca sinirlendim ama karşı bir imada bulunmadım. "Hoş bulduk Munise abla. Çok ağır değil, teşekkür ederim düşündüğün için." dedim muhabbete mahal vermeyecek şekilde gözlerimi yola diktim. Munise abla devamında, "Öğleden sura ateşi yakıp keşkek yapiciz, gelir isen bekliyiz." dedi hala sırıttığı bariz bir şekilde. "Teşekkür ederim, afiyet olsun size." Gözlerimi yoldan kaldırmadan adımlarımı daha da hızlandırıp uzaklaştım. Valizin hızlanmamla artan tangırtısına içimden bir küfür savurmadan edemedim. Köyün kahvesini geçmiştim ki şükür babam geldi. "Yürümeyeydin gızım. Geliyidim ben." dedi mübalağa bir üzüntüye mahal vermeden. Ben; "Yürüdüm işte, boşver." dedikten sonra babam ancak; "Hoş geldin gızım." dedi. "Hoş bulduk baba." "Açusundur, haydin hızlı bin de anan fosil etti yanunda da domates kızarttı." dedi kendi ağzı daha sulanmış halde. Bizim buraların menemeni meşhurdu, bu bölgede Çakallı'nın adı daha bilindik olsa da domatesinden, bütün orta karadenizin menemeni güzeldi. Ama menemen demezdik de domates kızartması derdik, diğer yörelere kıyasla bilindik domates kızartmasından ziyade menemendi bizimki aslında. "Off... Gözümde tüttü..." dedim hasretle. Babamla çok samimi bir ilişkimiz yoktu, ama restleşmez, kızışmaz, inatlaşmazdık. Reno Megane arabamızla köyün doğu tarafında kalan evimize ilerlerken camımı açtım. Mandırada çoktan yer etmiş Cihangir beni görür görmez; "ABAAA..!" diye kesik bağırmasıyla aksayarak koşmaya başladı. Kafamı açık camımdan neredeyse sarkıttığımda tüm kolumla Cihangir'e el salladım. Özlemle; "CİİCOOO!" diye bağırdım ve bütün dişlerimi sererek gülümsemeye başladım. Arabadan inerek hızla koşmam, Cihangir'e hasretle sarılmamla son buldu. Babama sarılmazdım, anneme de bu kadar sıkı sarılmazdım ama Cihangir başkaydı. Cihangir'in yüzünü avuçlarım arasına aldığımda; "Sana sakız aldım biliyor musun?" dedim. "Sagız.. Sagız! Ve... Ve.." dedi tükürükleri savrulurken. Annem arkadan hızla gelirken bir yandan bana özlemle gülümsüyor bir yandan çekişiyordu. "Alma demiyem mi şuna sagız! Tükiriyi zati hep, bir de veriyen sagızı hepten akiyi ağzından salyasu." "Anne!" dediğimde annemle bir sarıştık. "Ohh.. Guzuumm!" dedi annem kokumu içine çekerken. "De haydin da geberiyik açluktan.!" diye seslenen babam böldü uzun uzun sarışmalarımızı. "Valizimi koyayım ben, elimi yüzümü de yıkayayım. Hemen geliyorum inşallah." dedim hepsine ve hızlı adımlarla üst kattaki ben gelmeyince hep boş kalan odama çıkmak için tahta merdivenleri tırmandım. Yokluğumda düzenli temizlendiği belli yatağın üstü jilet gibi toplu odama daha girer girmez, yol yorgunluğumu atmıştım. Akşama kalmadan yatağımda çekeceğim rahat uykumu düşleyip gülümsedim. İnsanın uyku, yemek gibi temel ihtiyaçlarını karşılaması dışında her mevzu faso fisoydu. Hızla üzerimdeki çarşı kıyafetlerini çıkarıp, üstüme gömleğimi ve işliğimi altıma da fistanımla birlikte peştemalimi geçirdim. Evden dışarı çıkmaya niyetim olmadığından annemin divanın üzerine koyduğu tozluğumu orada bıraktım. Salık saçlarımı da lastiğimle toplayıp başıma yaşmağımı edinirken, annemin yeni sildiği, odamın bir duvarını neredeyse boylu boyunca kaplayan camımın önüne doğru geçtim. İğne oyalı al yazmamı sıkı sıkıya başıma tutturduğumda, evin arkasından itibaren boylu boyunca bir L harfi çizerek neredeyse köyün çıkışına kadar uzanan babamın tarlalarına baktım. Köyün çoğunluğu gibi yer yer buğday yer yer pirinç ekilen tarlalarımız, Karadeniz'in yağmurları ve Yeşilırmak'ın alüvyonları sağ olsun bire on veren bir berekete sahipti. Tarih öncesi dönemlerde Amazonların mesken tuttuğu Sinop, Tokat tarafındaki bu topraklarda, kadının gücü yüzyıllardır genetiğe işlemişti. Erkeklerden ziyade kadınlar, daha fazla tarlada iş tutar, traktöründen çapasına her işte en az toprakları kadar biri on ederlerdi. Lakin iş tapuya gelince, kızdan kaçırır oğlana verirlerdi. Türlü hileyle kızların üzerine düşenleri de oğlanlara alır, tapularlardı. Çoğu memleketlim kadına kıyasla şanslıydım. Alıp işleteceğim bu topraklar, bereketini ilmimle süsleyeceğim, emeğimle var edeceğim bu tarlalar tapuda da bana kalacaktı. Boylu boyunca yeşil uzanan tarlalarıma bakarken evlatlarım olsa bu kadar severdim diye düşünmeden edemedim. Köylü için toprak emekti, yaşamdı, namustu. Tam 103 dönüm, 8 parsel araziyi metre karesi metre karesine hesap etmiş ve kendimin bellemiştim. Cihangir'in durumundan sebep, bu azalar bölünmeyecekti de... Toplu olarak tarafımdan işletilmeye devam edilecekti. Ben Karadeniz'in çalışkan kadınlarının arasındaki çok azına nasip olan o şanslı kısmındandım. Cihangir yönetebilir durumda olsa babam eşit paylaştırır mıydı bilmem, orası muammaydı. Zaten muammalar ve gayb beni alakadar etmezdi, mevcut durum neyse sadece onunla alakadar olurdum. Annemin odaya girmesiyle gözümü tarlalardan aldım. "Haydin gızım, seni bekliyez." dedi merakla. "Geldim anne." "Uyy, nasil uda yagışmuş guzumaa.!" "Senin kadar olmasa da..!" dedim kıkırdayarak göz kırparken. Tahta merdivenleri bitirdiğimizde sağdaki mutfaktan babamın söylenmesi geldi. "Perihan hadi daa.! Bi oturamadığız sufraya.!" "Geliyik Salim! Bi çatlama.!" "Gelin iki kaşuklan suğra dırdır gonuşunuz da.!" Babamın açkenki huysuzluğuna gözlerimi devirirken sofraya oturdum. Beni görünce sevinçle tekrar zıp zıp zıplamaya başlayan Cihangir'e kolumu doladığımda annem babama çekişiyordu. "Su gat Cihangir'in çayına demiyem mi ben sana.?! İçiyken döküyi da biliyin.?! Yanar sunra çocuk." "Gattım da ne gatayım daha..? Hepten buz gibi mi içicik bu çayı.?!" Babam ağzında yemek anında kendini doyurmaya çalışıyor bir yandan da anneme altta kalmamak için cevap yetiştiriyordu. Annem camı açmış açarken de ta ilerideki caminin hocasına bile seslenmişti; "Hucaaa.!! Gel, goş, yitiş, çay içiyik geeeel.!" Hoca da karşılık olarak bağırarak bir şeyler dese de ne dediğini ben anlamamıştım. Onlar kendilerince bağıra çağıra anlaşmış, yılların getirdiği samimiyetle belki sadece el kolla bile konuşmayı öğrenmişlerdi. Artık temelli döndüğüm yuvamda, canımın canı Cihangir'le gülüşerek, özlediğim sıcak taş fırın ekmeğimi domates kızartmasına bana bana yemiştim.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE