5. BÖLÜM : SUÇSUZ

1207 Kelimeler
Yağmurlu bir gündü. Yağmurlu bir yaz günü. Haftalar geçmiş, Asım'ın cenazesi kaldırılmış ve biz onun cenazesine gidememiştik. Tüm ahali, tanıdıklarımız, yıllardır komşu bellediğimiz hemşehrilerimiz, öyle bir dışlamıştı ki bizi evden dışarı sokağa hatta tarlaya adım dahi atamıyoduk... Annem sık sık Yasin okuyor, hem Asım'a hem de Cihangir'e dua ediyordu ve ekseriyetle bu sırada hep ağlıyordu. Camekanlı arka terasın balkonunda pirinç tarlalarına bakıyordum. Tam sularını çekip yeşillenmişlerdi ki yağmur yağdı gene üzerlerine. Sulama kanallarından gelen suyla yağmur karışmış buğday tarlaları çamura yüz tutmuştu. Haftalardır tarlalarla ilgilenmiyorduk. Arada annemin arkadaşı Zekiye Teyze, bizim işlere de bakıyor ama biz bağladığımız karalardan, ne günün aymasını ne de güneşin vedasını fark ediyorduk. Annem ve babam, Cihangir için yine şehre inmişlerdi. Biliyorduk ki Cihangir orada ne özbakımını yapabiliyor ne de yaşadıklarını idrak edebiliyordu. Bakıma muhtaç olduğu raporunun savcılıktan onaylanması bile zaman istiyordu ve bu zaman zarfında, Cihangir, tuvalete tek başına ne halde gidebilir, yemeğini ne şekilde, kendi başına nasıl yanmadan, dökmeden yiyebilir, bilmiyorduk. Cihangir'i bir savcılığa bir hastaneye sevk ediyorlar, yakın bir tarihe duruşma ayarlamaya uğraşıyorlardı. Sonuç belliydi, ama o, oradan çıktığında ne olacağı belirsizdi. Cihangir, Asım'ı itti mi itmedi mi, kimseler bilmiyordu. Hiçbir görgü tanığı yoktu. Asım'ın otopsisinde herhangi bir darp izine veya boğulma dışı öldürücü bir etkene rastlanmamıştı. Ellerinde saptanan ısırık izleri ise bana aitti, bununla ilgili annemle birlikte çapraz sorguda ifade vermiştik. Asım'ın en son bizim eve gönderilmesi, boğulduğunda yanında Cihangir'in bulunması gibi tespitlerden sebep evimiz jandarma tarafından defalarca aranmıştı. Nitekim suç mahali denilebilecek herhangi bir delile veya suç isnat edilebilecek bir bulguya rastlanmamıştı. Lakin Cihangir'in hastane ve cezaevi mekiği akabinde salıverilmesi uzatılmıştı. Cihangir'in Asım'ı boğulurken kurtarması, Cihangir'in akli heyeti olmadığı için zaten mümkün değildi yani kasti bir bulgu yoktu. Ama Şahinler çok acılıydı. Hepimiz acılıydık. Ve bu acı soğumazdı, soğuyamazdı. Tuşlu telefonumun çalmasıyla irkilerek kendime geldim. Arayan babamdı. "Efendim?" dedim hızla. "Gızım, Cihangir'i saldiler." Bir anda sevinçle gözyaşlarım, göz pınarlarıma hücum etti ve hıçkırıkla ağladım bir kaç saniye. Babamın çatallı sesi böldü hıçkırıklarımı. "Du şimdik ağlama. Cihangir'i köye sokarsam bu Şahinler bi şey eder diye gorguyom. Gece geliciz biz, el ayak çekilince sokucam onu köye. Bunu haber edem didim, merakta kalma gızım." "Ta... Tamam baba." dedim kolumla ağlamaktan şişen burnumu silerken. "Baba.." diye ekledim hemen telefon kapanmadan. "He?" "Cihangir'i versene telefona yanındaysa..." "Al, dur. Cihangir aban gonuşacakmış bak." Cihangir ne haldeydi bilmiyorum ama telefona ; "Abaaa.." diye ses verdi. Hepten hıçkırıklara boğuldum ve ağlarken yayılmış ağzımla seslendim. "Cicooo! Abam! Seni çok özledim.... Gel hemen." Cihangir'in ağladığını çekinmeden çıkardığı yakarışlarla anladım. "Ağlama ağlama. Bak ben evde seni bekliyorum. Geçti Cihangir. Her şey geçti. Kimse bağırmayacak sana, sen gel tamam mı? Kara muhallebi yapacağım sana." Cihangir, çikolatalı muhallebiyi çok sever görünce ellerini şıklatarak oyun havası bile oynardı. "Muallebi aba, muallebi et bana." dedi sevinçle, her şeyleri unutarak. Tekrar çocuklar gibi sevinmiş hatta ağladığını bile unutmuştu. Cihangir'in kalbinden ve nisyanından lazımdı hepimize. Gözyaşları içinde gülümsedim. "Tamam Cico. Akşama kadar babamlarla çarşıda gez ben seni uyumadan bekleyecem abam." Cihangir'in gülme sesleri geldikten sonra babam telefonu geri alıp vedalaşmış ve telefonu kapatmıştı. Geceye kadar Cihangir'in muhallebisini yapmış etrafı da içime gelen hayat enerjisiyle toparlamıştım. Hatta bahçedeki sebzeleri toplamaya bile inmiştim. Sokaktan geçenlerden birkaçı kötü gözle beni süzmeye başlayınca sepetim yarım kalmış ve gerisin geri tekrar içeri girmiştim. Kim ne derse desin Şahinlerin köylüler üzerinde ciddi bir baskısı vardı. Sayılır sevilirlikleri bizden fazlaydı ve kimse onları karşısına almak istemezdi. Çoğu bizimle görüşmeyi bile kesmişti. Öyle ki ırgatların çoğu işi bırakmış, ya onların ya da başka toprak sahiplerinin tarlalarına geçmişti. Zekiye Teyze dışında süt verenimiz de yoktu. Her sabah yumurtamızı aldığımız Gökbel Hatununsa ne hikmetse iki haftadır tavukları yumurtlamıyordu. Yumurtasız yaptığım muhallebiden sonra biraz hamur yoğurup açmış, aralarını sadece yağlamış ve soğan peynirle içini doldurmuştum. Kabak patlıcan ve yeşil fasulye gibi bahçeden topladığım sebzelerle de türlü yemeği yapmıştım. Akşam olup karanlığa kalınca, bu sefer ön terasa atmıştım kendimi, ama bu sefer sevinçle. Sulama kanallarından gelen sivri sinekler eve doluşmasınlar diye çatıdan beri çektiğimiz cibinlikle iyi gene balkonu kapattım. Uzun zamandan sonra ilk kez rahat bir soluk alıp oturmuştum balkonun kenarına. Sokak lambasının yüzüme vuran titrek sarı ışığıyla benden bihaber karanlığı izledim. Sağ elimi çeneme koymuş, uzun saçlarımı solumdan göğsüme salmıştım. Gülen bir yüzle babamların yolunu gözlüyordum. Uzaktan bir Nurettin Rençber şarkısı duysam da köyün gençleri bir köşede eğlenir diye düşündüm. Gerçi eğlenceden ziyade aşık bir gencin tutunduğu bir türküydü. Bir saat dolmuş, ben hala balkonda bekliyordum. Beklemekten hiç usanmadım, Ağlama Yar defalarca çaldı, sanki yalnızlığıma eşlik eder gibiydi. Demlikten kendime çay doldurup gelmek dışında yerimden kalkmamıştım. Cihangir'in gelişini kaçırmak istemiyordum. Ben umutla bahçeye bakarken, şarkıya tutunmuş genç ya da gençler de dönüp dönüp tek bir dörtlükte buluyordu kendini. Her selamın, her kelamın yaradır bende Son bir kere görseydim, son nefesimde Sen de git yar, sen de bırak, sen de unut beni Kanasın yaram, sararsın bahçem, zaman içinde Sende git yar, sende bırak, sen de unut beni Kanasın yaram, sararsın bahçem, zaman içinde Haftalardır mahkum olduğum kederi, Cihangir'in haberiyle unutmuştum ve içim kıpır kıpırdı. Açın halinden aç, yaralının halinden yaralı anlardı. Yaram olmadığı gibi üstüne üstlük aldığım muştu ile şu anda da gayet mutluydum... Bu şarkıyı dinleyene de Allah'tan derdine derman dilemek dışında yapacak bir şeyim yoktu. Sağdan gelen bir araba farı gördüğümde umutla ayağa kalktım lakin araba bizim olamayacak kadar hızlı gidiyordu. Süratle kapının önünden vız diye geçen arabayla nafile bir soluk verdim ve yerime geri otururken arabanın farının aydınlattığı bahçemizin sol tarafında birini gördüm. Doğru mu gördüm diye bakınırken gözlerimi kıstığımda bahçe, çoktan karanlığa geri gömülmüştü. Lakin karanlıkta titrek bir sigara ateşi vardı. O an anladım ki müzik, sokaktan değil, kısık bir şekilde bizim bahçe duvarının oradan geliyordu. Bir serserimiz eksikti... Süper! Hışımla ayağa kalktım; "KİM VAR ORADA?!" Diye bağırdım ve aynı anda cam bardağımı da kaptığım gibi o tarafa fırlattım. Bardağın şangırtı sesi gelene kadar sigaranın ateşi çoktan sönmüştü. "BİR DAHA GEL BURAYA, TÜFEKLE VURMUYOR MUYUM SENİ BAK!" diye bağırmaya devam ettim. Bağırmama yan komuşumuz Fatma Teyze kapı dışarı çıkmış aceleyle; "Ne oldu Dildâr?!" diye defalarca sormaya başlamıştı. Cihangir için ortalığın durulmasını beklerken, istemeden ortalığı alevlendirmiştim. "Yok Fatma Teyze... Bir şey yok. Geme gördüm sandım da ben. Ama yok yani yanlış görmüşüm..." dedim sakin bir sesle. Fatma Teyze çok sorgulamadan içeri geçerken hala gözlerimle etrafı kolaçan ediyordum. Gerisin geri balkondan içeri girdim ve alt kata inerek bu sefer salonda beklemeye koyuldum. Gecenin geç saatlerinde bahçeden cama vuran araba farıyla babamların geldiğini anladım ve tezden dışarı çıktım. Cihangir'i görür görmez bağırmasın diye elimle 'şşşt' işareti yaptım. Zaten babam da ne olur ne olmaz diye ağzını kapamış beni de içeri geç diye kıkışlamıştı. İçeride sessiz sedasız özlemimizi giderdiğimde gülümsesem bile göz yaşlarıma hakim olamıyordum. En çok da içimi yakan suçluluk duygusuydu beni bu kadar aciz bırakan. Cihangir'in göz altları çökmüş ve nice de kilo vermişti. Yorgunlukla koltukta uyuyakaldığında bir süre onu izledim. Annem, gözleri boşluğa dalmış derin bir sessizliğe gömülmüştü. Babamın kısık ve uyuşuk sesi böldü o sessizliği. "Yarın Hüseyin'inilen gonuşucem. Biz iki büyük gonuşup da hallediverelim ha bu işi... Bu büle gitmez yoğusa tarlaları satıp göçmek zorunda kalıriz diye korkuyam..." Tarlaları satmak sözünü duyar duymaz hışımla döndüm. "Olur mu hiç öyle şey baba?! Ben bu tarlalar için okudum. Tarla, toprak değil namustur. Cihangir'in bilmeden ettiği yüzünden bizi yaşarken ölü hale koyamazlar. Bir suçu olsaydı eğer aklı da olmasa savcı der idi değil mi bize?! Hem bir suçu olsa akıl hastanesine yatırırlardı, koymazlardı da yanımıza Cihangir'i."
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE