BÖLÜM 2 – Şehre Düşen Haber

1965 Kelimeler
Sabahın ilk ışıkları, şehrin üstüne usulca serilirken, Baran ofisinin geniş camından dışarı bakıyordu. Karşıdaki binanın camlarına vuran güneş, gözlerini kamaştırsa da o bakışlarını geri çekmedi. İçinde, geceden kalma o tuhaf ağırlık hâlâ yerli yerinde duruyordu. Köyden döndüğünden beri iki gün geçmişti. İki gün… Ama sanki üzerinden aylar akmış gibi hissediyordu. Masasının üzerindeki dosyalar, bekleyen müvekkil telefonları, hazırlanması gereken dilekçeler… Hepsi aynıydı. Ama Baran aynı değildi. Dağın eteklerinde, o ağır odanın içinde alınan karar, şimdi şehirdeki her nefesinin içine sızmıştı. Elif’in “Sen nasıl uygun görürsen baba…” cümlesi, kulaklarında hâlâ yankılanıyordu. Baran, istemsizce elini kravatına götürdü, düğümünü gevşetip derin bir nefes aldı. Sanki kravat değil de, boynuna dolanan görünmez bir urgan vardı. Kapı tıklatılınca irkildi. “Gir.” Kapı aralandı, içeri sekreteri Aslı girdi. Elinde birkaç dosya, yüzünde her zamanki profesyonel gülümsemesi vardı. Ama Baran, Aslı’nın gözlerinin altında beliren hafif yorgunluk halkalarını fark edecek kadar dikkatliydi bugün. “Aslı, günaydın.” dedi Baran. “Günaydın Baran Bey.” Aslı dosyaları masaya bıraktı. “Bu üç dosyanın bugün mutlaka imzalanması lazım. Bir de öğleden sonra saat üçte bir duruşmanız var. Yarın için de randevu talep eden iki kişi var, sizden teyit bekliyorlar.” Baran başını salladı. “Tamam, bakarım. Üçteki duruşmayı biliyorum, kan davası dosyası değil mi o?” Aslı hafifçe kaşlarını kaldırdı. “Evet. Yine iki aile birbirine girmiş. Silahlar, tehditler… Sizin köyün oralar değil ama aynı zihniyet.” Baran, “aynı zihniyet” kelimesinde bir an durdu. “Evet.” dedi, dudaklarının kenarında acı bir gülümsemeyle. “Neresi olduğunun pek önemi yok galiba. Bazı zihniyetler, adres seçmiyor.” Aslı bir an Baran’ı dikkatle inceledi. Son zamanlarda Baran’ın dalgın olduğunu, bazı cümleleri yarım bırakıp pencereden dışarı baktığını fark ediyordu. Ama işine, disiplinine, dosyalara karşı özeninde bir eksilme yoktu. Sadece, sanki içten içe başka bir şeyle boğuşuyordu. “Bu arada…” dedi Aslı, ses tonunu biraz yumuşatarak. “Dün akşam saatlerinde arayan biri oldu. Adını söylemedi ama sesinden yaşça büyük birine benziyordu. Sizin köyden olduğunu, acil görüşmek istediğini söyledi. ‘Baran’a haber ver, Elif’le ilgili konuşmamız lazım’ dedi. Not bıraktım, masanızda olacaktı.” Baran’ın kalbi bir an hızlandı. “Elif…” diye mırıldandı kendi kendine. Aslı, ona uzaktan bakarken bu ismi ilk kez onun ağzından duyduğunu fark etti. “Elif… Tanıdığınız biri sanırım.” diye sordu, merakla değil, daha çok konuşmanın doğal akışı içinde. Baran toparlandı, yüzüne hemen ciddi bir ifade yerleştirdi. “Köyden.” dedi kısa bir şekilde. “Aile meselesi. Notu masanın neresine bıraktın?” “Asıl dosyanın üstüne.” dedi Aslı. “Belki diğer kâğıtların arasında kalmıştır.” Aslı odadan çıkınca Baran, masanın üzerindeki kâğıtların arasını hızlıca karıştırdı. Küçük, yırtılmış bir not kâğıdı buldu sonunda. Aslı’nın düzgün yazısıyla şunlar yazıyordu: “Köyden arayan yaşlı bir adam. İsmini söylemedi. ‘Baran’a de ki, Elif’le ilgili konuşmamız lazım. Haber bekliyorum.’ Not: Ses tonu ciddi ve gergindi.” Baran, notu okurken boğazında bir düğüm hissetti. Elif’le ilgili… Ne olmuş olabilirdi? Daha söz kesilmeden mi bir sorun çıkmıştı? Yoksa köyde işler kızışmış mıydı? Telefonuna uzandı. Arama kayıtlarını karıştırdı, köyden tanıdık bir numara aradı. Babanın, amcaların, Demir’in, köydeki kahvehanenin numaraları… Hangisi olabilirdi? Elif’in adı geçtiği için, içgüdüsel olarak Demir’i aramaktan kaçındı. Onun sesine hazır değildi. Sonunda, babasının sağ kolu sayılan yaşlı bir adamın, Osman Emmi’nin numarasını buldu ve aradı. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı. “Alo?” “Osman Emmi, ben Baran.” Sesin diğer ucunda kısa bir sessizlik oldu. Sonra boğuk, biraz da tedirgin bir ses duyuldu: “Baran… He ya, he ya, sesinden tanıdım. Oğlum, ben dün seni aradım, ama yetişemedim sana. Kızmadın ya?” “Yok emmi.” dedi Baran. “Aslı notunu almış. ‘Elif’le ilgili konuşmamız lazım’ demişsin. Bir şey mi oldu? Kız… iyi mi?” Osman Emmi derin bir iç çekti. “İyi… İyi sayılır da, gönlü iyi değil be oğlum. Sen de biliyorsun, bu iş böyle zorla olmaz. Kız ürkek bir ceylan gibi geziyor evin içinde.” Baran’ın içi sızladı. Elif’in o ilk karşılaşmada göz göze geldikleri an aklına geldi. O gözlerdeki korku, şaşkınlık ve aynı zamanda tuhaf bir merak karışımı… Onu, daha o anda zihnine kazımıştı. “Ne yapmamı bekliyorsun emmi?” diye sordu Baran. “Ben de bu işi aklımda tartmaya çalışıyorum. Babalar karar vermiş, töre konuşmuş. Ben şehirde yıllarca kan davalarına karşı dilekçeler yazdım, şimdi kendi hayatımda törenin bir parçası oldum. İşin içinden çıkamıyorum.” “Baran,” dedi Osman Emmi. “Ben seni küçükten beri bilirim. İçine kapanık ama vicdanlı bir çocuktun. Şimdi adamsın. Bak, Elif daha çocuk sayılır. Sen şehir görmüşsün, okumuşsun, kitap yutmuşsun. Onun yüreği başka türlü çarpar. Haberin olsun istedim: Köyde fısıltılar başladı. ‘Kızı vermeye razı oldu ama yüzü gülmüyor’ diyorlar. Bir de… Demir var.” Baran, bu ismi duyunca içinden bir huzursuzluk geçti. “Ne olmuş Demir’e?” “Ne olacak… Sana hiç gıcık olmaz mı sanıyorsun?” dedi yaşlı adam, buruk bir gülümsemeyle. “Küçükken de sana dik dik bakardı. Şimdi, ‘Bizde delikanlı yok da şehirdeki adama kız mı verilir?’ diye geziyor ortalıkta. Çok üstüne varma, ama bilesin istedim. Düşmanın kim, dostun kim bilmeden adım atma.” Baran, camdan dışarı bakarken hırıltılı bir nefes verdi. “Sağ ol emmi.” dedi. “Bana haber verdiğin için. Ben… Elif’i kırmadan, onu korkutmadan bu işi nasıl olur da insana yakışır hale getiririm, onun yolunu arıyorum. Söz veremem ama deneyeceğim.” Telefon kapandı. Baran masasına geri döndü, elindeki notu buruşturup kenara koydu. İçinden geçenlerle dışındaki hayat arasında bir uçurum vardı. Bir yanda: “Sayın hakim, müvekkilim meşru müdafaa hakkını kullanmıştır…” diye başlayan cümleler kurduğu mahkeme salonları, diğer yanda: “Kan, kanla yıkanır.” diyen köy büyüklerinin gölgesi. Tam o sırada, ofisin kapısı tekrar tıklandı. Bu kez Aslı beklemeden içeri girdi, çünkü yanında biri daha vardı. Uzun saçlarını ensesinden toplamış, şık ama gösterişsiz giyinmiş genç bir kadın. Yüzündeki makyaj dikkatli, adımları kendinden emindi. “Baran Bey,” dedi Aslı. “Sizi görmek için ısrar eden bir misafir var. Randevusu yok ama… Sanırım tanıdığınız biri.” Kadın, dudaklarının kenarına hüzünlü ama meydan okuyan bir gülümseme yerleştirerek konuştu: “Randevu almadan da gelebilirim diye ummuştum. Eski sevgililerin böyle bir hakkı vardır, değil mi Baran?” Baran, kadını görünce bir an olduğu yerde kaldı. “Melis…” Melis, üniversiteden tanıdığı, yıllarca birlikte olduğu kadındı. Şehrin kalabalığında birlikte büyüdükleri, aynı ideallerle yan yana yürüdükleri kişi. Birlikte sayısız kan davası dosyası okumuş, “Biz büyüyünce bunları değiştireceğiz.” diyen hayaller kurmuşlardı. Ta ki… Baran, köyden gelen o ağır çağrıyı alıncaya kadar. “Aslı, bize kahve getirir misin?” dedi Baran, sesini toparlamaya çalışarak. Aslı, ikisinin arasındaki gergin hava nedeniyle fazla oyalanmadan odadan çıktı. Kapı kapanır kapanmaz, Melis kollarını göğsünde birleştirdi. “Demek köyden döndün.” dedi. “Dönmüşsün ama dönmeyen bir şeyler var gibi…” Baran, ellerini cebine soktu, masanın kenarına yaslandı. “Bu kadar çabuk haber alacağını tahmin etmeliydim.” dedi. “Şehir küçük, hukuk camiası daha küçük, değil mi?” Melis kaşlarını kaldırdı. “Ben haberi hukuk camiasından değil, senin ağzından duymak isterdim. Ama ne yazık ki önce dedikodular ulaştı. ‘Baran, köyüne gitmiş, aşiretini barıştırmak için adım atıyormuş. Hem de…’” Melis, cümleyi bilerek uzattı. “Hem de bir kızla evlenerek.” Bu cümle havada ağır bir taş gibi dolaştı. “Daha hiçbir şey kesin değil.” dedi Baran, ama kendi kulağına bile bu cümle zayıf geldi. “Toplantıda konu açıldı, ben… zamana ihtiyacım var.” Melis, ona yaklaşıp gözlerinin içine baktı. “Baran, sen bana ilke anlatan adamsın. Töreye karşı kitap okuyan, ‘Kan davası insanlık suçudur.’ diye tez yazan adamsın. Şimdi bana ‘zamana ihtiyacım var’ mı diyorsun? Ne için? Kendi ihanetini meşrulaştırmak için mi, yoksa töreye teslim olmayı yumuşak bir kelimeye sığdırmak için mi?” Baran irkildi. “İhanet” kelimesi, içini keskin bir bıçak gibi çizdi. “Melis, bu o kadar basit değil. Ailem, yıllardır süren bir düşmanlığı bitirmek için son çare olarak böyle bir yol bulmuş. ‘Ya evlilikle barış, ya da kanın devamı’ diyorlar. Ben ‘hayır’ dersem, belki bir sonraki kurban kardeşim olacak, amcamın oğlu olacak, belki bir çocuk…” Melis’in gözlerinde bir an için yumuşama oldu, ama çabuk geçti. “Peki ya sen?” diye sordu. “Hiç kendine sordun mu? Sen ne olacaksın? Bu evliliğe ‘evet’ dersen, kendine, bana, yıllarca savunduğun her şeye ne olacak? Yarın bir mahkeme salonunda kan davasına karşı savunma yaparken, karşı tarafın avukatı, ‘Siz kendi ailenizde töre evliliği yapmışsınız.’ derse ne cevap vereceksin?” Baran, sustu. Bu soruyu kendine defalarca sormuştu. Ama onun ağzından duymak, gerçeği daha yakıcı hale getiriyordu. “Bu kız…” dedi Melis, sesini biraz daha alçaltarak. “Elif… Öyle değil mi, adı Elif’ti?” Baran’ın gözleri büyüdü. “Nereden biliyorsun?” Melis acı bir gülümsemeyle omuz silkti. “Osman diye yaşlı bir adam aramış seni. Ofiste sen yokken ben telefonu açtım. ‘Baran’a de ki, Elif’le ilgili mühim bir mesele var.’ dedi. İsmini kaçırdım içimden. Sonra Aslı’ya not bıraktırmış. Ama bu işin kokusu çoktan çıkmıştı. Baran, ben duymaz mıyım sanıyorsun?” Baran, içine çekilmiş gibi hissetti kendini. “Melis… Ben sana yalan söylemedim. Sadece… her şeyi bir anda anlatacak cesareti bulamadım.” Melis’in gözlerinde dolmaya başlayan yaş, göz pınarlarında asılı kaldı. “Yalan bazen söylenmeyen cümlede saklıdır, Baran.” dedi kısık bir sesle. “Susmak da ihanetin başka bir türüdür.” O an, odanın içindeki hava ağırlaştı. Baran, masanın kenarından doğruldu, Melis’e doğru bir adım attı. “Bak, sana şunu söyleyebilirim.” dedi, sesi titrerken. “Ben bu kararı sorguluyorum. Elif’e de, sana da ihanet etmek istemiyorum. Ama aynı anda iki tarafı birden kurtaracak bir yol göremiyorum. Biri mutlaka yanacak. Ya ben… ya siz… ya da belki hepimiz.” Melis başını iki yana salladı. “Beni bu oyunun parçası yapma.” dedi. “Ben yıllardır seni beklemedim, senin yanında yürümedim, sadece bir aşiretin günahını hafifletmek için kullanılayım diye. Eğer o kıza ‘evet’ diyeceksen, bana ‘bekle’ deme. Eğer töreye ‘hayır’ diyeceksen, o zaman da ben buradayım. Ama ikisinin arasında sallanan bir Baran’ı tanımak istemiyorum.” Bu sözlerden sonra ne söyleyebilirdi ki? Baran’ın dili tutuldu. İçinde, köyden gelen sesler ile şehirdeki hayatın sesi birbirine karışmıştı. Melis, çantasını omzuna taktı. “Düşün.” dedi. “Ama fazla zamanın yok. Töre hızlı karar verir. Şehir ise, geciken kararlara ikinci şansı pek vermez.” Kapıya yöneldi, eli kapı kolundayken son kez konuştu: “Bu arada, bil istedin diye söylüyorum. Bölgedeki bir arkadaşım aradı sabah. ‘Aşiretin barış nikâhı şehre haber salmış.’ dedi. Yani Baran… Haber çoktan şehre düştü. Artık sadece sana ait bir sır değil bu. Sen susarken, herkes konuşuyor.” Kapı kapandı. Baran, odanın ortasında tek başına kaldı. Melis’in “Haber çoktan şehre düştü.” sözü, dağdan kopan bir kaya misali yüreğine çarptı. Köyde, Elif’in adı fısıltılarla dolaşırken… Şehirde, Baran’ın adı dedikoduların ortasında dönüyordu. Elif, törenin gölgesinde nefes almaya çalışıyor… Baran, iki dünya arasında sıkışmış bir adam olarak kendi adaletini arıyordu. Masasının kenarındaki dosyaya baktı. Üzerinde büyük harflerle şu yazıyordu: “DAVA KONUSU: KAN DAVASI KAPSAMINDA İŞLENEN KASTEN ÖLDÜRME SUÇU” Baran dosyayı eline aldı, sayfaları çevirdi. İki aile, yıllar önce işlenen bir cinayetten sonra birbirine girmişti. Bir taraf “töre” demiş, diğer taraf “onur” demiş, sonunda toprağa dört genç adam daha verilmişti. İçinden, daha önce defalarca yazdığı bir cümle geçti: “Adalet, kanla değil, hakla sağlanır.” Şimdi ise kader, ondan başka bir şey istiyordu: “Adalet mi, töre mi? Aşk mı, barış mı? İhanet mi, vefa mı?” Baran, dosyayı sertçe kapattı. “Ben kimim?” diye fısıldadı kendi kendine. “Bir avukat mıyım, yoksa törenin figüranı mı? Aşiretimin evladı mıyım, yoksa kendi hayatının sahibi bir adam mı?” Pencereden dışarı baktı. Şehir, her zamanki gibi kalabalıktı. İnsanlar koşturuyor, arabalar korna çalıyor, kimse kimsenin içindeki fırtınadan haberdar olmadan yan yana yürüyordu. O an, Baran, köydeki dağın sessizliğini, Elif’in gözlerindeki ürkekliği, Melis’in dudaklarındaki sitemi aynı anda hissetti. Bir yerlerde, biri mutlaka kırılacaktı. Ve henüz hangisini seçeceğini bilmiyordu. Ama bildiği tek bir şey vardı: Haber artık şehre düşmüştü. Ve düştüğü yerden geri toplanamazdı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE