BÖLÜM 5 – Eski Defterlerin Açılışı

2092 Kelimeler
Sabahın serinliği daha tam dağılmamıştı ki köyün içindeki en eski evlerden birinin avlusunda, ağır adımlarla yürüyen erkekler toplanmaya başlamıştı. Bu ev, sadece taş duvarlarıyla değil, içinde sakladığı hatıralarla da köyün “en eski”siydi. Elif, kendi evlerinin avlusunda su doldururken, karşı taraftan gelen fısıltıları duydu. Erkek sesleri, kısık ve ciddi… Bir iki kelime, rüzgârla birlikte kulağına kadar geldi: “Eski defterleri açmanın sırası mı şimdi?” “Ya açacağız ya da aynı sayfaya bir can daha yazılacak.” Elif’in elindeki bakır ibrik, bir anlığına titredi. “Eski defter” dedikleri, çocukluğundan beri duyduğu ama hiçbir zaman tam anlamıyla okuyamadığı hikâyelerin adıydı. Aşiretin iki kolu arasında yıllardır süren o kan davası, hep “eski defter” diye anılırdı. Ama o defterin içinde ne yazdığını, kimse ona anlatmamıştı. İbriki yere bıraktı, elini eteğine silerken bir an duraksadı. İçi, ağır ağır kaynayan bir merakla doldu. Ben, bir defterin boş kalan son sayfası mıyım? diye düşündü. Benden önce neler yazıldı, kim yazdı, kim sildi, kim üstünü örttü? Annesinin sesini duyunca irkildi: “Elif! Kızım, ne oyalandın? Su doldur, içerisi dolacak şimdi.” “Tamam ana.” dedi, ama içindeki soru yerinden kıpırdamadı. Baran, sabah çok erken saatte yola çıkmıştı. Şehir geride kalırken, asfalt yol önce daralmış, sonra tanıdık bozuk satıhlara dönüşmüştü. Direksiyonun her titremesinde, çocukluğunun anıları da titreyerek yerinden kalkıyor, aklına hücum ediyordu. Bir zamanlar, babasının yanında bu yollardan geçmişlerdi. Babası direksiyonda, o da cam kenarında… Babası, dağın yamacını gösterip, “Şu taşın dibinde dayın vurulmuştu.” demişti bir keresinde. O gün, Baran fazla soru sormamıştı. Otağın ortasında asılı duran silahlara, duvardaki eski fotoğraflara bakmış, kendi kendine “Bir gün ben bu hikâyelerin dışına çıkacağım.” diye söz vermişti. Şimdi aynı yoldan, bizzat hikâyenin içine geri dönüyordu. Köyün girişindeki eski kavak ağacını görünce, ayağını gazdan çekti. Yolun kenarında, bastonuna yaslanmış bir siluet duruyordu. Osman Emmi, onu bekliyordu. Baran yavaşladı, arabayı kavak dibine çekti. Camı indirdi. “Osman Emmi…” Yaşlı adamın yüzü, yılların izini taşıyordu. Gözlerinin etrafındaki çizgiler, sadece yaşlanmanın değil, çok şey görmüş olmanın işaretleriydi. “Hoş geldin, oğlum.” dedi, hafifçe eğilerek. “Dağ seni bekliyordu.” Baran, arabadan indi. Osman Emmi’ye sarıldı. Yaşlı adam, sırtını sert ama şefkatli bir tokatla okşadı. “Baban evdedir.” dedi. “Sabah namazından sonra kimseyle konuşmadı. Bellidir, kafasında bir şeyleri tartıyor. Sen gelmeden önce de, ‘Eski defterleri getirin.’ dedi.” “Gerçekten mi?” diye sordu Baran. “Eski defterleri mi?” “ He ya…” Osman Emmi, derin bir nefes aldı. “Yıllardır sandığın dibinde duran defterleri. İlk kez kendi isteğiyle ‘Açın.’ dedi. Demek ki ya çok sıkıştı, ya da içinde bir yerlerde bir şey kırıldı.” Baran, merakla kaşlarını çattı. “Ben geldim diye mi?” “Sen,” dedi Osman Emmi, bastonuna dayanarak. “Hem sebep hem sonuçsun Baran. Okumuşsun, şehirde kendine başka bir yol çizmişsin. Ama kökün burda kalınca, eski defterler seni de içine çekti. Gel, yürüyelim. Yolda anlatacağım şeyler var. Evde herkesken konuşulmaz.” Köyün içinden ağır ağır yürürlerken, etraftaki evlerin duvarları sanki kulak kesilmiş gibi susuyordu. Birkaç kadın, pencereden dışarı başını uzatıp Baran’a baktı; bazıları “Hoş geldin.” diye fısıldadı, bazıları sadece bakmakla yetindi. “Eski defter…” diye başladı Osman Emmi, adımlarını yavaşlatmadan. “Bu sözü çok duydun değil mi?” “Çocukluğumdan beri.” dedi Baran. “Ama hep bize, senin tabirinle ‘hikâye masalı’ gibi anlatıldı. Yarım yamalak, eksik, kahramanlıkla süslenmiş. Gerçeği hiç tam bilmedim.” “Çünkü gerçek, o kadar kahramanca değil.” diye homurdandı Osman Emmi. “Bize yıllarca, ‘Onurumuz için silaha sarıldık.’ dediler. Oysa işin aslı, onurdan çok, kibirdi. Biraz da açgözlülük.” Baran dikkatle dinlemeye başladı. Bu sözler, onun yazdığı tezde okuduklarına benziyor ama çok daha yakıcı geliyordu. “Bak oğlum.” dedi yaşlı adam. “Yılını tam sen söyle, kitabında yazıyordur belki ama… Benim gençliğim, babanın delikanlılık yılları… Daha sen dünyaya gelmemişsin. Bizim aşiretin iki kolu var ya, biliyorsun: Biri sizin taraf, biri de şimdiki barış nikâhı için el sıkıştığımız aile. Eskiden aramızda kötü kan yoktu. Hatta, dedenle ötekinin babası kardeş gibi gezerdi. Bir gün…” Osman Emmi, o günü gözünün önünde canlandırır gibi başını hafifçe geriye attı. “Bir gün, sınır tarlalarının meselesi çıktı.” “Toprak meselesi.” dedi Baran, isteksiz bir tebessümle. “Klasik.” “Öyle deme.” dedi Osman Emmi. “Bu topraklarda, insanın ekmeğiyle onuru birbirine karışmıştır. Tarlanın sınırı kayınca, adamın içi de kayar. Önce bir taş çektiler, ‘Buradan sonrası benim.’ dediler. Sonra bir baktık, sulama arkı başka tarafa dönmüş, biri fazla su alıyor, biri az. Bu, birikti birikti…” “Sonra?” “Sonra,” dedi yaşlı adam, sesini alçaltarak. “Senin babanın abisi ile öteki aşiretin delikanlısı, derenin kenarında karşılaştı. Biri dedi ki, ‘Sen bizim tarlanın sınır taşını kaydırmışsın.’ Öteki dedi, ‘Senin ağan çok konuşuyor.’ Gençlik işte, kan kaynıyor. Biri itip kakar, diğeri küfreder. Sonra… bir silah patlar.” Baran’ın boğazı sıkıştı. “İlk kurban… benim amcam mıydı?” “Öyle derler.” dedi Osman Emmi. “Ama bizim bildiğimiz, öteki tarafından biri daha önce vuruldu. Kim ilk tetiği çekti, işte onu kimse tam söylemez. Herkes kendi anlatısına göre yazar. Bizimkiler, ‘Onlar başlattı.’ dedi. Onlar, ‘Siz başladınız.’ dedi. Sonunda ne oldu? İki taraftan da gençler toprağa düştü. Onların anneleri de ağladı, sizin anneniz de. Ama ağlayanların sesi, silahların sesi kadar gür çıkmadı.” Baran, çocukken odanın bir köşesinde duyduğu kadın ağıtlarını hatırladı. O zaman anlamadığı kelimeler, şimdi çok daha net bir anlam kazanıyordu. “Bu bir hataydı.” dedi Baran, dişlerini sıkarak. “Tek bir anlık öfkenin bedelini nesiller ödedi.” “Evet.” diye başını salladı Osman Emmi. “Ama kimse ‘hata’ demedi. Herkes ‘onur’ dedi. ‘Bizim onurumuz çiğnenmez.’ dediler. Onur denilen şey, bir anda gençlerin sırtına yük oldu. Senin baban da o zamanlar genciydi. Kardeşini toprağa verirken, gözleri kanlandı. O gün, elini şu deftere uzattı.” “Defter…” diye tekrarladı Baran. “Babanın açtırdığı eski defterler, o gün mü yazılmaya başlandı?” “Evet.” dedi Osman Emmi. “Bir imam, bir de yaşlı bir akil kişi vardı aramızda. ‘Her şey deftere yazılsın ki unutulmasın.’ dediler. ‘Kim kimi vurdu, kim kimin kanını yerde bıraktı, kim barış için geldi de kapıdan çevrildi…’ Hepsi yazıldı. Ama insanoğlu garip. Deftere yazdığı şeyi bile kendi lehine okur. Bir süre sonra, defter de bizim için hakem değil, kendi kendimizi aklama kağıdına dönüştü.” Köyün içinden geçip, Hacı Yusuf’un evinin önüne varmışlardı. Avlunun kapısı açıktı. İçeriden hafif bir hareketlilik sesi geliyordu. Osman Emmi, Baran’ın koluna dokundu. “Bak oğlum,” dedi. “Bugün o defterler açılacaksa, senin de gözün açık olsun. Sadece yazılanları değil, yazılmayanları da görmeye çalış. Çünkü bazen en büyük günah, sayfanın boş bırakılan yerinde saklıdır.” Baran, başını salladı. Bu cümlenin altını zihninde kalın bir çizgiyle çizdi. Evin büyük odasına girdiklerinde, uzun yer sofrası henüz kurulmamış, ama ortadaki büyük sedirin üzerinde eski bir sandık duruyordu. Sandığın kapağı açıktı, içinde sararmış kâğıtlar, kenarları kıvrılmış defterler, bazı eski fotoğraflar vardı. Hacı Yusuf, sandığın başında oturmuş, elinde eski bir defter tutuyordu. Başını kaldırıp Baran’ı görünce, gözlerinde belirsiz bir duygunun gölgesi gezindi; gurur, sitem, yorgunluk ve dikkat, hepsi bir aradaydı. “Geldin demek.” dedi. “Geldim baba.” Baran, içeri girerken bir an için odanın köşesinde duran Elif’i fark etti. Zeynep, kızını “Hizmet et.” bahanesiyle içeri almış, ama ona sedirden uzakta bir yer bulmuştu. Elif, başını hafifçe eğmiş, ama kulakları odanın ortasındaki her cümleyi dikkatle takip ediyordu. Hacı Yusuf, elindeki defteri kaldırdı. “Bu,” dedi. “Sen doğmadan önce tutulmaya başlanmış bir defter. Bizim tarafın, yani bizim aşiretin defteri. Buraya, ‘Haksızlığa uğrayan taraf’ diye yazılmışız. Öteki tarafın da defteri var mıdır, bilmem. Ama biz kendimizi böyle kayda geçirmişiz.” Baran, yaklaşıp deftere baktı. Sararmış sayfalarda, eski yazıyla yazılmış cümleler vardı. Tarihler, isimler, yerler… Bazı satırların altı kırmızı kalemle çizilmiş, bazılarının yanına işaretler konmuştu. “İlk satırı oku.” dedi Hacı Yusuf. Baran, yüksek sesle okudu: “Filanca yıl, filanca ay… Kardeşimiz Ali, dere kenarında pusuya düşürülüp vuruldu. Bizim onurumuz çiğnendi. Kanımız yerde kalmasın diye yemin ettik.” “İşte.” dedi Hacı Yusuf. “Bizim hikâyemiz böyle başlar. Ben de o yeminin başındaydım. Gençtim, delikanlıydım. Ama içimden bir ses, ‘Bu defter bir gün bize ağır gelir.’ diye fısıldamıştı. Dinlemedim. O gün, kanın sesini, o sesin üstüne bastım.” Baran, sayfaları çevirirken bir şey fark etti. Birkaç yerde, cümleler yarım bırakılmış, bazı satırların üzeri sonradan karalanmış gibiydi. “Bunlar?” diye sordu. “Neden üzerleri çizili?” Hacı Yusuf, kısa bir an tereddüt etti. Sonra eliyle sakalını sıvazladı. “Çünkü,” dedi, gözleri uzaklara dalarak. “Her defterin bir de utanç sayfası vardır. İlk yıllarda, ‘Onlar birini vurdu, biz de iki kişilerini vurduk.’ diye gururlanarak yazdık. Sonra… çocuklar öldü. Haftalarca bekçilik yapan, hayatında silah tutmamış bir delikanlıyı, sırf ‘öteki aşiretin kanı’ diye vurduk. O gün, defteri tutan yaşlı adam kalemi elinden düşürdü. ‘Bu satırı yazamam.’ dedi. ‘Bu, onur değil günahtır.’ Sonra biz yazdık. Ama yıllar geçince utanıp üzerini çizdik.” Baran’ın midesi kasıldı. “Yani… gerçekte ne kadar hata ettiğimizi biliyordunuz ama görmezden geldiniz.” “İnsan kendi günahını görmekte zorlanır, oğlum.” dedi Hacı Yusuf. “O yüzden defteri bile makyajladık. Ama ne zaman sandığı açsam, o çizili satırlar gözümün içine bakar. Bana sorarsan, esas kan davası, bizim vicdanımızla kendi kendimize başladı. Karşı tarafla değil.” Odanın köşesindeki Elif, bu cümleyi duyunca başını hafifçe kaldırdı. Hacı Yusuf’un böyle konuştuğunu daha önce hiç duymamıştı. Babasının sesi, ilk kez “ağa” değil de “insan” gibi gelmişti ona. İçinde tuhaf bir merak kıpırdadı. Babam, kendi defterini mi açıyor, yoksa sadece sayfaları mı? Baran, babasına baktı. “Peki şimdi ne istiyorsun, baba?” diye sordu. “Bu defteri yeniden açarak neyi umuyorsun? Beni, Elif’i, bu yeni barışı… nereye koyuyorsun bu sayfaların içinde?” Hacı Yusuf, defteri dizinin üstüne koydu, ellerini üzerine kapattı. “Şunu istiyorum.” dedi. “Bu defter, burada dursun ama bundan sonra yeni bir satır eklenmesin. Ne kan, ne lanet. Elif’le senin nikâhınız,” bir an durdu, Elif’e baktı, sonra tekrar Baran’a döndü. “Bu defterin son satırı olsun istiyorum. Ondan sonra yeni defter açılsın. İçinde, torunlarımızın isimleri yazsın. Dava dosyaları, okul kayıtları yazsın. Silah sesi değil, kalem sesi duyalım.” Baran, içindeki sızıyı saklamaya çalıştı. “Güzel konuşuyorsun baba.” dedi. “Ama bu sözlerin üzerine, Elif’e ‘Sen ne istiyorsun?’ diye sorulmadığı sürece, yeni defter de eskisinin aynısı olur. Sadece rengi değişir.” Odanın içindeki hava bir an buz tuttu. Hacı Yusuf, oğlunun sözünden alınmış gibi kaşlarını çattı. “Kız zaten ‘Sen nasıl uygun görürsen baba.’ demiş.” dedi. “Bu yetmiyor mu?” “Belki de yetmiyor.” dedi Baran, kararlı bir tonla. “Belki onun da bir defteri vardır. İçinden neler yazdığını bilmiyoruz. Eğer yeni bir sayfa açmak istiyorsak, o sayfayı iki kişinin birlikte yazması gerek. Sadece senin imzanla değil.” Bu cümle, sadece Hacı Yusuf’u değil, odanın köşesindeki Elif’i de yerinden vurdu. Benim defterim… diye düşündü Elif. Kimse bilmiyor ama var. Hacı Yusuf, biraz sessiz kaldı. Sonra, beklenmedik bir şey yaptı: Derin bir iç çekti ve defteri yeniden sandığın içine bıraktı. “Belki de haklısın.” dedi kısık bir sesle. “Ben bu defterleri açarken, sadece geçmişi size anlatacağımı sandım. Ama görüyorum ki en çok kendime açmışım. İçimde sakladığım bir sürü hesap varmış. O yüzden…” Başını kaldırdı, Baran’ın gözlerinin içine baktı. “Elif’le konuşmana izin veriyorum. Ama bir şartla.” Baran, dikkat kesildi. “Nedir?” “Onu benim karşımda zor durumda bırakmayacaksın.” dedi Hacı Yusuf. “Kızıma töreyi kötüleyip, babasını suçlu göstermeyeceksin. ‘Törenin hepsi yanlıştır.’ demeyeceksin. Eğer itirazın varsa, bana söyle. Ona değil.” Baran, sakin ama net bir ifadeyle cevap verdi: “Ben kimseyi kötülemeye gelmedim baba. Sadece, bu işte kendi rızamın olup olmadığı kadar, onun rızasının olup olmadığını da bilmek istiyorum. Senden tek isteğim bu: Kendi kaderimizi konuşmak için bir nefes kadar alan…” Hacı Yusuf, başını salladı. “Peki.” dedi. “İkindiye doğru, avlunun arkasındaki eski ceviz ağacının orada konuşun. Kimseyi göndermem. Ama unutma: Bu konuşmanın sonunda, ya ‘evet’ diyeceksin, ya da defteri tamamen kapatacaksın. Yarım sayfa istemem.” Baran’ın içinden geçen “Belki bazı defterler yarım kalmalı.” cümlesi dudaklarına kadar geldi, ama söylemedi. Sadece, “Tamam.” dedi. Odanın köşesinde, orada olduğunu unutturmaya çalışır gibi sessiz duran Elif, bu konuşmanın her cümlesini içine çekmişti. “Eski defterler” açılmış, sayfalardaki günahlar, çizili satırlar ortaya dökülmüştü. Ama asıl önemli olan, ikindi vakti onun için açılacak yeni sayfaydı. Ben, diye düşündü, kendi defterimin başlığını ilk kez yüksek sesle söyleyebilecek miyim? Eski defterler açılmıştı. Şimdi sıra, henüz kimsenin okumadığı defterlerdeydi: Baran’ın, Elif’in ve aralarındaki, töreyle inatlaşan kalplerin defterinde.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE