Asmira’nın Doğuşu: Taşın ve Ayazın Gölgesi
Hakkâri'nin gecesi, gökyüzünün en keskin, en amansız ayazıyla mühürlenmişti. Konak, bu amansızlığın ortasında, dev bir kaya parçası gibi duruyordu; sadece soğuktan değil, taştan ve katılaşmış törelerden yapılmış bir anıt gibi. Hırçın rüzgâr, konak taşlarının arasındaki dar aralıklardan sızarken, sanki içerideki tüm sırları dışarıya uğuldayarak fısıldıyordu.
Konak, dışarıdan bakıldığında yalnızca Ağa’nın yenilmez unvanının, gücünün ve toprağa kazınmış imzasının göstergesiydi. Oysa bu soğuk, iki katlı yapının kalın duvarları arasında, dışarıya sızmasına asla izin verilmeyen bir cehennem yatıyordu. Her haksızlık, her gizli çatışma, fısıltıya hapsedilmiş her kırık hayat, kimsenin bilmediği birer sessiz çığlıktı.
İşte o gece, ben doğdum. Bir kız çocuğu. Konaktaki hiyerarşinin, gözlerin ve sözlerin en az değer verdiği, sessizce, gölgede büyümesi beklenen bir varlık. Erkek çocuklar, adları avluda yankılanacak, mirasın asil damarları olacaklardı; gelecekleri planlanırdı, sözleri buyruktur. Ama kız doğmak? Kız doğmak, çoğu zaman yalnızlığa, bir gün bir pazarlık nesnesine dönüşecek olmanın sessiz kabullenilişine mahkûm olmak demekti. Ve ben, Asmira, o en derin yalnızlığın ve görmezden gelinişin ortasına dünyaya geldim.
Aylar ve yıllar bir kar fırtınası gibi geçti. Çocukluğum, konakta yaşayan, kaderlerine boyun eğmiş hizmetçiler, irgatlar ve bağ-bahçe işçilerinin gölgelerinde şekillendi. Hepsi kuralların gölgesinde bir hayat sürüyordu ama ben farklıydım. İçime bir isyan tohumu ekilmişti; dik başlı, inatçı ve soğukkanlıydım. Erkek çocukların arasında, onların oyunlarında, silahlı adamların gözleri önünde büyüdüm. Cesur ruhumu, isyankâr sesimi saklamayı bilmedim. O cahillik devrimimde, içimde sürekli bir fırtına vardı: “Neden sadece erkekler öğrenir, sadece erkekler özgürdür?” Bu soru, kalbimin en mahrem köşesinde bir yemin gibi saklandı.
Her taşın ardında, her sessiz odada bir sır vardı. Duvarlara dokunur, gizli geçitlerin hayalini kurar, kimsenin duyamayacağı kendi iç sesimi dinlerdim. Ve her geçen gün, büyüyen asi ruhumla, bir gün beni esir edecek o "berdel" zincirinden son anda kurtulacağım günü hayal ettim. Çünkü biliyordum; bir gün kendi yolumu, kendi yasamı seçecek, o baskıya, adaletsizliğe ve geleneklerin paslanmış zincirine baş kaldıracaktım.
O soğuk, ayazlı Hakkâri gecesinde, Asmira ilk nefesini alırken, gözlerinde bir ışık yandı; ne bilinmezliğe ne de hayata boyun eğen, her şeye meydan okuyan bir isyan ışığı…
Asi Çocukluk: Zincirleri Kırma Sanatı
Asmira’nın dünyaya bakışı, konaktaki diğer tüm gözlerden ayrılırdı; sessizdi, evet, ama her an patlamaya hazır, gizlenmiş bir kıvılcım gibiydi. Konakta erkek çocukların alanı, atlar, silahlar ve sonsuz görünen arazilerdi. Bense kendimi çoğu zaman gölgelerde, duvarların arasında, silahlı bekçilerin adımlarının yankılandığı koridorlarda buluyordum. Bir kız çocuğu için tehlike, düşen bir taş değil; bakışlardı, sözlerdi, en çok da sessizlikti. Her biri görünmez birer zincirdi.
Ama ben, Asmira, bu zincirlerin neyden yapıldığını, nasıl kırılacağını öğreniyordum. Bahçede erkek çocuklarla oynadım, taşlarla savaştım ve omuzlarımdaki kasların farkına bile varmadan kendimi güçlü hissettim. İçimdeki soru hiç susmadı: “Koşabilirim, savaşabilirim ama neden söz hakkım yok?” Bu soru, ruhumun en derinlerinde bir ateş yakıyordu. Büyüdükçe, bu ateş dik başlı ve geri adım atmayan ruhumu besleyen tek yakıt oldu.
Hizmetçilerin titrek fısıltıları, konağın altında çürüyen sırlar… hepsi bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Ama en korkuncu, "berdel edilme" ihtimaliydi. Her toplantı fısıltısında, her kapı gıcırtısında, içimde hem titrek bir korku hem de yakıcı bir öfke dolaşırdı. İşte o anlarda bir yemin fısıldadım: “Beni kimse sahiplenemez. Ben bir mal değilim. Kendi yolumu kendim çizeceğim.”
Konakta büyümek, sadece fiziksel bir dayanıklılık sınavı değildi; ruhumun savaşıydı. Asmira, hem kendi cinsiyetinin görünmez zincirleriyle hem de geleneklerin sert ve bükülmezliğiyle savaşıyordu. Küçük yaşta, bir erkek gibi güçlü olmayı, duygularını bir kalkan gibi kullanmayı öğreniyordu. Ve o günlerden birinde, bahçede düşen bir taşın ardından, kendime söz verdim; bu, bir çocuğun değil, bir asi ruhun yeminli sözüydü:
“Bir gün, özgürlüğümü kazanacağım. Kendi hayatımı seçeceğim. Ve kimse, bu hayatta bana ne yapmam gerektiğini söyleyemeyecek.”
Soğuk Hakkâri rüzgârı, omuzlarımdaki yeleği savururken, bu küçük kızın kalbi artık sadece korkuyla değil, isyanın temiz ve keskin cesaretiyle çarpıyordu. Asmira, o gün kendi isyanının ilk kıvılcımlarını hissetmişti; ve biliyordu ki, bu kıvılcım, bir gün bütün zincirleri yakıp kül edecek kadar büyüyecekti.
Asi Ruhun İlk Ateşi: Kudret ve Uyanış
Hakkâri’nin gecesi, konak taşlarını keskin bir bıçak gibi, acıtarak deliyordu. Rüzgâr, avludan geçerken taş duvarlara çarptığında, uğultusu korkuyla sessizliği amansız bir kavgada birleştiriyordu. Ben, henüz altı yaşında, hizmetçilerin odasının penceresine yapışmış, o karanlık dış dünyayı titrek gözlerle izliyordum. Avluda, taş gibi, öfkeyle yoğrulmuş on kadar silahlı adam dikiliyordu.
Kalbim, göğüs kafesimi zorluyor, ciğerlerim korkunun kesif kokusuyla dolup boşalıyordu. Annemin eteğinin arkasına sinmiştim; küçük ellerim titriyordu ama gözlerim, o korkunun ötesindeki kudreti görüyordu. O an, dedem, konaktaki kanunun ve tartışılmaz kudretin somut hali, sahneye çıktı. Bir atış sesi, gecenin karanlığını bıçak gibi ikiye ayırdı; yankılanarak avluda donuk bir sessizlik bıraktı.
Dedem’in sesi, gök gürültüsü gibi, hem korkutucu hem de sarsılmaz bir güven veriyordu: “Sen kimin konağını basıyorsun? Cenazeni kaldırmamı istemiyorsan defol!”
Karşıdaki düşman, o sarsılmaz kudret karşısında durmaya cesaret edemedi. Silahını kolunun altına sıkıca vererek geri çekildi. Konak tekrar, sanki hiçbir şey olmamış gibi, derin bir sessizliğe gömüldü.
O an, içimde hem bir çocuğun çaresiz korkusu hem de sınır tanımayan bir hayranlık birbirine karıştı. Dedem’in o anki korkusuzluğu ve gücü, küçük yaştaki kalbime kazındı. Her silah sesi, her ağır adım, her fısıltı; ruhuma hem tehlikeyi hem de cesareti, bir tohum gibi serpiyordu.
O gece uyuyamadım. Rüyalarım silahlı gölgeler, bağıran sesler ve kanlı avlularla doluydu. O küçük çocuğun hissettiği korku, aslında içimde büyüyecek olan asi ruhun beslendiği ilk kıvılcımdı.
Yıllar geçti. 18 yaşına geldiğimde artık bir çocuk değildim. Korku yerini keskin bir cesarete, titrek ellerim ise güçlü, kararlı kollara bırakmıştı. Dedemin atları arasından, beyaz, uzun saçlı ve gözleri ay ışığı gibi parlayan bir atı seçtim. Adını “Asi” koydum.
Her sabah, konak ahalisi uyanmadan, o keskin ayazda ona dokunur, yelesini tarar, fısıltıyla konuşurdum. Ayaklarımda çizmeler, sırtımda yelek, başımda puşi… Kimse bende bir kadın silüeti aramazdı. Çünkü ben artık, sadece aşiretin kızı değil, kendi iradesiyle var olan bir siluet’tim.
Dağlar ve bayırlar arasında, Asi ile yaptığım o yalnız yolculuklarda, çocukluğumun korkuları, avluda gördüğüm o silahlı adamlar silinmeye yüz tutmuştu. İçimde büyüyen isyan ateşi, dik başlı ruhum ve özgürlüğe duyduğum doymak bilmez açlık… hepsi beni, her geçen gün daha da güçlü kılıyordu.
O gece, altı yaşımda hissettiğimi bir kez daha anladım: Ben, Asmira, aşiretin kızıydım; ama beni zincirleyecek olanın aksine, o zincirleri kendi cesaretim ve asi ruhum kıracaktı.
Mayın Tarlası ve Yabancı: Mert
Dağların sırtında sabahın berraklığı vardı; hava öyle soğuk ve temizdi ki, her nefes akciğerlerime çakılan küçük bir bıçak gibiydi. Asi’nin yelesi rüzgârda bir bayrak gibi dalgalanırken, ben atın sırtında hafifçe eğilmiş, gözlerimi ufkun en uzak noktasına dikmiştim. Konakta sessizliğin içinde saklanan ben, bu dağlarda kendimi en canlı, en gerçek hissediyordum; burada, törelerin ve kuralların zincirleri birkaç adım daha uzağımdaydı.
O sabah bir gariplik vardı. Vadinin kıvrımlarında ilerlerken, karşıdan nizamlı, kararlı adımlarla ilerleyen bir siluet gördüm. Üniforması rüzgârda soluklaşmış, yüzünde görevinin sertliğiyle yoğrulmuş derin bir yorgunluk vardı. İlk bakışta kim olduğunu çözemedim; sonra elindeki metal dedektörün üzerine asılı cihazlar, özenle düzeltilmiş askeri giysisi, bakışındaki mesafeli ve dikkatli odaklanma… her şeyi anlattı: bir Astsubay.
O, beni ilk fark eden olmadı belki; ama gözlerimiz arasındaki o ilk karşılaşma, dağın suskunluğunun ortasında, uzun bir an sürdü. O anda Asi bile durdu, sanki at da aynı istenmeyen merakla adama bakıyordu. Dağın sessizliği, sadece rüzgârın ve uzak bir kartalın çığlığının kaldığı, keskin bir sessizliğe dönüştü.
“Selam,” dedi. Sesi, yumuşak ama temkinliydi. Türkçesi netti; bir asker sesi gibi, kelimeleri özenle seçilmişti. “Bu bölge yasaklı bölge... dikkatli olmalısın.”
Cevap vermek için düşünmem gerekmedi ama yine de içimde bir isyan kıpırdadı— ben, bu topraklarda kimseden izin almadan koşan asi ruh. “Ben… atımla dolaşıyorum sadece,” dedim, sesimi bir erkek çocuğu gibi kalın tutmaya çalışarak. Kıyafetlerim ve puşi, kadınlığımı gizliyordu. “Yolumu bilirim.”
Gözleri yüzümü taradı; sorgulayan ama saldırgan olmayan, ölçülü bir bakıştı bu. O an, gözlerinin içindeki o çizgi dikkatimi çekti: yorgunlukla örülmüş, ama huzurlu bir dinginlik. Yüzü sertti ama gözleri net, anlayışlı bir sıcaklık taşıyordu. “Tek başına mı?” diye sordu tekrar.
“Evet,” dedim. “Sabah yürüyüşü.” Konaktan kaçışımın, sabah gizli biniciliklerimin asıl hikâyesini kimseye anlatmazdım.
Astsubay, dedektörünü kapladı, cihazın üzerindeki tozu siler gibi elledi. “Burada mayın taraması yapıyoruz,” dedi. “Geçen hafta bir patlama oldu; bölge hâlâ riskli.” Sözleri, kurcalayan bir özen taşıyordu; her cümlesi bir önlem, her önlem bir insanın hayatına dokunan hassas bir düğme gibiydi.
Kalbim bir an için durdu. Mayın… Patlama… Konakta büyümüş, taşların ve silahların dilini bilen ben, hayatımda ilk defa bildiklerimin aksine ürperdim. O zaman anladım ki bu adam sadece görevini yapan biri değildi; o, hayatı, ölümün sınırında örülmüş bir disiplinle ve hassasiyetle taşıyan biriydi.
Asmira, dikkatli ol, diye fısıldadı iç sesim. Yine de atımın sırtında olup biteni izlemeye devam ettim; merakım, tedirginliğimi bastırıyordu. “Peki…” dedim sonunda, “senin görevin ne kadar sürer burada?”
“Bir süre,” dedi. “Bölge temizlenene kadar. Ama köy yolları her an tehlikeli olabilir. Tek başına dolaşmak tehlikeli.” Sesi nazikti ama içinde mesleğin o soğuk kararlılığı saklıydı. Gözlerinin kenarında bir çizgi derinleşti; yüzündeki gölgeden anladım ki bu onu, ruhen yoran bir işti.
Kendimi tutamayıp, hafifçe gülümsedim— bu gülümseme belki bir maskedir, belki de asi bir meydan okuma. “Ben tehlikeye alışkınım,” dedim, “ama uyarın için teşekkür ederim.” Gerçekte, tehlikeye alışmıştım; çocukluğum silahların gölgesinde geçmişti. Ama bu adamın sessiz, dikkatli koruması, bana farklı bir şey hissettirdi: güvenin, görevle yoğrulmuş, samimi bir hali.
Astsubay hafifçe başını salladı. “O zaman dikkat et,” diye karşılık verdi. “Ve eğer görürseniz, bir köy sakiniyle veya konakla ilgili bir şey, haber ver.” Sözleri bir ricadan öteydi; görev adamının, halkla kurmaya çalıştığı ince köprünün bir parçasıydı bu.
Asi’nin yelesindeki buz zerrecikleri güneşle parıldadı. İçimde bir tuhaflık vardı; merakın, tedirginliğin ve bir tür istemsiz yakınlığın karışımı. Onu daha çok merak ettim; adını, nereden geldiğini, hangi yüklerle yürüdüğünü bilmek istedim. Belki de o, yıllardır içimde büyüttüğüm özgürlük arayışımın, İstanbul’daki hayatımın ilk işaretiydi— ya da sadece dağın o serin sabahında karşılaştığım, kaderimin ön sözüydü.
“Benim adım Asmira,” dedim, sanki ismin ağırlığını ölçercesine. Bu sözler, benim için bir tür teslimiyet ve aynı zamanda bir kimlik beyanıydı. Adamın yüzünde ilk defa, ince ve belirgin bir tebessüm belirdi. “Mert,” dedi kısaca. “Güvende kal.”
Ve sonra, iki yalnız yaşam bir an için aynı vadide, kaderin çizgisi üzerinde birleşip, sonra yollarına devam etti. Ama benim içimde, o kısa karşılaşma ufak bir deprem yaratmıştı; bir gün tekrar karşılaşmak istiyordum— gerekirse o uzak, kuralları farklı şehirde, İstanbul’da bile olsa.
Güneşin İlk Işıkları ve Asi'nin Yemini
Dağların sırtında, Mert’le geçen o kısa karşılaşmanın ardından, Asmira geri dönüyordu. Havanın keskinliği yavaşça yumuşuyor, güneşin ilk cılız ışıkları Hakkâri’nin karlı tepelerinin ardında zorlukla yükseliyordu. Bu ışıklar, konak taşlarına vurduğunda, binanın korkutucu soğukluğu yerini geçici, aldatıcı bir sıcaklığa bırakıyordu.
Asmira, Asi’nin güçlü sırtında ilerlerken, içindeki fırtına dinmiş, yerini keskin bir kararlılığa bırakmıştı. Mert’in sesi, "Güvende kal," diye yankılanıyordu zihninde. "Güvenlik mi?" diye düşündü. Bu konakta güvenlik diye bir şey yoktu; sadece sessiz bir itaat vardı. Güvenlik, zincirlerin bir başka adıydı.
Konak avlusuna girmeden önce, Asi'yi arka taraftaki, sadece birkaç kişinin bildiği ahıra yönlendirdi. Burası, onun sığınağı, yeminlerinin duyulduğu tek mekândı. Konak, bin yıllık törelerin ve babasının otoritesinin baskısıyla uyanırken, Asmira ahırın loş, saman kokan sıcaklığına adım attı.
Asi'nin yularını çözdü, hayvanın terini kuruladı. Atın boynuna sarılırken, yüzünü ipeksi yelesine gömdü. Atının güçlü ve sıcak nefesi, yüzüne çarpıyordu. Bu sessiz varlık, onun tek dostu, tek sırdaşıydı.
"Gördün mü Asi?" diye fısıldadı, sesi ahırın sessizliğinde kayboluyordu. "Bugün bir yabancı gördüm. Bizi uyardı. Mayınlardan, tehlikeden bahsetti. O, kendi zincirlerini taşıyordu; bir görevin, bir yasanın zincirlerini..."
Asmira, Asi’nin koyu kahve, güven dolu gözlerine baktı. Gözlerinde, dağlarda yaşadığı özgürlüğün, Mert'in gözlerindeki o hüzünlü dinginlikle karışımı vardı. "Ama ben, o adamın elindeki dedektörden daha tehlikeli mayınların arasında yaşıyorum, değil mi?"
Asi, başını usulca Asmira’nın omzuna sürttü, sanki onu onaylar gibi.
Asmira, soğuk ahşap duvara yaslandı. Avludan içeriye, konak ahalisinin ilk sesleri, kapıların gıcırtısı ve görevlilerin ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Hapishanesinin kapıları açılıyordu. Artık o, dağlarda koşan Asi ruhlu Asmira değil, konağın gözden ırak, sessiz kızı olmalıydı. Rolünü oynamalıydı.
Asmira, Asi'den ayrılırken, atının yelesini son bir kez okşadı. Eli, çizmesinin içine gizlediği küçük, paslanmaz bıçağın kabzasına dokundu. Bu bıçak, ona çocukluğundan kalma bir hediye değil, bir özgürlük sözüydü.
Gözlerini kapattı, o anki saman kokusunu, atının nefesini ve Mert'in yüzündeki çizgileri zihnine kazıdı. Sonra gözlerini açtı. Bakışları artık ne dağın asi kıvılcımını ne de Mert'e duyduğu merakı taşıyordu. O an, yüzüne taktığı maske, soğuk, duygusuz ve itaatkâr konağın kızı Asmira’nın maskesiydi.
Avlunun ışığı ahıra sızarken, Asmira, alçak bir sesle, kimsenin duymayacağı ama ruhunun ezbere bildiği yemini fısıldadı:
"Ne o adamın görevi, ne bu konağın duvarları, ne de o lanetli berdel... Hiçbiri beni tutamayacak. Bu demir zincirleri kıracağım. Önce kendi özgürlüğümü, sonra kendi yolumu seçeceğim."
Çizmelerinin altındaki toprak sesiyle ahırdan çıktı. Güneşin ilk ışıkları yüzüne vurduğunda, Asmira bir kez daha, taşa dönüşmüş bir kararlılıkla, kendi cehennemine doğru yürüdü.