YÂD 5/3

1567 Kelimeler
Kalbim... Kalbim, tam da o an göğsümün içinde paramparça oldu. İçten içe, sessiz ama acı verici bir şekilde. Sanki göğsüme görünmeyen bir yumruk inmişti de içimdeki tüm havayı çekip almıştı. Soluk alamıyordum. Damarlarımdaki kan durmuştu sanki. Çünkü ekranda—o küçücük, solgun ekranda—Emelie vardı. Gerçekti. Gözlerimi kaç kere kırptığımı, görüntüyü kaç kez ileri geri aldığımı hatırlamıyorum. Ama hep aynı yerde donup kaldım. O tanıdık yüz… bir zamanlar her sabah uyanıp görmek için dua ettiğim, geceleri hayalini sarılarak uyuduğum yüz… oradaydı. Ve o gülümseme… Tanrım, o gülümseme… Bir zamanlar sadece bana özel olan, şimdi zamanın içinden soluk ama zarif bir hatıra gibi gelen o gülümseme... ama gözleri… Gençken böyle düşünürdüm. Lanet olsun ki, düşüncelerim değişmemişti. İçinde suskun bir yorgunluk vardı. Bitkinlik yalnızca fiziksel değildi; bu ruhun, yılların, kayıpların yüküydü. Ama yine de… yine de gözlerinde bir şey vardı. Gizlenmiş, söze dökülmemiş solgun bir umut... Onun içinde sakladığı şey yalnızca bir bebek değildi. Bir zamanlar benimle kurduğu dünyadan arta kalan her şey orada, o bakışlarda saklıydı. Her göz kırpışı, her soluk alışında yılların içinden geçiyor gibiydim. O an, ben bile gülümseyemedim. Çünkü içimdeki çığlık, dışarı çıkacak hâl bulamamıştı. Ve sonra... Emelie ellerini karnına koydu. Kameranın karşısında sessizce oturuyor, içgüdüsel bir sevgiyle, koruyucu bir anne gibi iki elini de karnının üzerinde birleştiriyordu. O an... nefesim gerçekten kesildi. Göğsümde yükselen duygu, bir çığ gibi içimi kapladı. Karnı belirgin bir şekilde kabarmıştı. İçinde bir hayat taşıyordu. Dışarıdan bakan biri sadece bir anne görürdü belki. Ama ben… Ben o hayatın bana ait olduğunu ilk bakışta anlamıştım. Tüm hücrelerimle. Emelie’nin karnında taşıdığı çocuk, yalnızca onun değildi. O hayat, benim de kanımdı. Benim de nefesimdi. Ve hiçbir kelime, o anda içimde çarpan, bilmediğim gerçeği anlatamazdı. O, bizim çocuğumuzdu. Ve sonra… “Merhaba,” diye fısıldadı. Sesi titriyordu, ama yine de gülümsüyordu. Dudaklarındaki o kırık gülümseme, iç dünyasında neler koptuğunu sessizce haykırıyordu. O an sadece sesi değil, kalbini de duyabiliyordum. Onun içinden geçenleri, ruhunun çatlaklarından sızan acıyı hissediyordum. Yüzündeki ifade; yarım bir umutla örülmüş, ama çaresizlikle kenarları kırılmış bir maskeydi. Onu izlerken içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. İçimden sökülüp alınan parçalar gibi… Keşke zamanı geri sarabilseydim. Ne verirdim, bilmiyorum. Ama bilmeden her şeyimi verirdim. Hiç düşünmeden. Bir anlığına bile olsa, o an onun yanında olabilmek, ellerini tutabilmek, sadece nefes alışını dinleyebilmek için her şeyimden vazgeçerdim. Orada, yanı başında olmak isterdim. “Edward,” diye devam etti. Sesi hafifçe kısılmıştı, boğazındaki düğümü yutmaya çalışır gibi bir tını vardı tonunda. “Bu mesajı sana bırakıyorum çünkü… Çünkü senin bilmeni istiyorum. Seninle paylaşmak istediğim bir şey var.” Bu kelimelerle birlikte zamanın donduğunu hissettim. Her şey, onun ağzından çıkacak bir sonraki söze kitlenmişti. İçimde yükselen uğultu, kulaklarımın içini yakıyordu. O ise, tüm bu sessizliğin ortasında ellerini yavaşça karnında gezdirdi. Ardından bir anlık kararsızlıkla cebine uzandı. Parmaklarıyla narince tuttuğu şeyin ne olduğunu gördüğümde, kalbim bir kez daha durdu. Küçük, kırışmış bir kâğıt… bir fotoğraf… bir ultrason. O an dünya bir kez daha başıma yıkıldı. Cehenneme çevrilen cennetim, ikinci kez alevler içinde kalmıştı. Boğazım düğümlendi. Gözlerim ekranın o küçük karesine sabitlenmişti ama artık net göremiyordum. Görüntüler bir perde gibi bulanıklaşıyor, arkasında sadece yıkım kalıyordu. “Rahmimde senden, benden bir parça var.” Oturduğum yere daha da gömüldüm. Vücudum tepkisizdi ama içim çığlıklarla doluydu. Bu cümleyle birlikte nefesim kesildi. Göğsümde yankılanan bir patlama gibi… Kalbim, oracıkta bin parçaya ayrıldı. Bir çocuğum vardı. Bir kızım vardı. Ve ben bunu bile bilmiyordum. Ben hiçbir şey bilmiyordum. Yanlarında değildim. Varlığından haberim yoktu. Ben susarken, bir hayat büyümüştü. Ben uzağındayken, bir kalp atmaya başlamıştı. Ve şimdi o hayat, çoktan elimden alınmıştı. Geriye sadece soğuk bir mezar taşı ve cevapsız kalan binlerce soru kalmıştı. Titreyen ellerimi yumruk yapıp sıktım. Tırnaklarım avuçlarımın içine saplanıyordu ama bu, içimdeki acının yanında hiçti. Kameranın karşısında Emelie, fotoğrafı göğsüne bastırıp öptü. O hareketi öyle içten, öyle kırılgan bir şekilde yaptı ki... sanki o fotoğraf, elinde tuttuğu son hayat parçasıydı. Sonra başını eğdi. Karnına baktı. Ve gözlerinden bir damla süzüldü. “Kurduğumuz en güzel hayal gerçekleşti, Love. Édith Love…” Adını duyduğumda içimde bir şeyler sarsıldı. Derin, taş gibi ağır bir sarsıntıydı bu. Édith Love Shawn. Benim kızım. Benim soyadımın yanında, kızımın adı. Gerçek bir hayat, gerçek bir varlık. Damarlarımda akan kanın ismi konmuş hâli. Baba oluyordum. Baba olmuştum. Ama hiçbir anlarına tanık olamamıştım. Ne ilk tekmesine, ne uykusuz gecelere… Elimi Emelie’nin karnına koyamamıştım. Kalp atışını duyamamış, ultrasonda ilk görüntüsüne eşlik edememiştim. Doğumunu bekleyememiş, ismini fısıldayamamıştım. Ve nedenini… çok geçmeden öğrendim. Babam. Kyle Shawn. Adını duyduğumda midem bulandı. Emelie her şeyi, gözyaşlarıyla, titreyen sesiyle bana itiraf ederken sadece izleyebiliyordum. Dondum. İçimde tarifsiz bir öfke doğdu. Damarlarıma karıştı. O adamın ne kadar ileri gidebileceğini elbette biliyordum ama... ama bu? Bu bile onun için fazla değil miydi? “Ne yapacağımı bilemedim,” dedi Emelie. “Karnıma silahın namlusunu dayadığında ne yapacağımı bilemedim.” Bir an nefesim tamamen durdu. Kelimeler zihnimde yankılandı, sonra teker teker üzerime yıkıldı. Bunlar yan yana gelmemesi gereken kelimelerdi. Ama şimdi, zihnimin en karanlık yerine kazındılar. Ellerin yumruk oldu. Kan beynime sıçradı. Sırtımdan soğuk bir ter indi. Artık hiçbir sesi duymuyordum. Tek gördüğüm şey, babamın o soğuk gözleriyle Emelie’ye, karın bölgesine doğrulttuğu silahın hayaliydi. Bu görüntü öyle gerçekti ki, bastıramadım. Boğazımda öfkeyle karışık mide yanması vardı. İçimdeki sessizlik, çığlıkların yankılandığı bir boşluktu artık. . Hamile olduğunu bile bile…Benim çocuğumu taşıdığını, içinde bana ait bir hayat büyüttüğünü bile bile… öldürebilirdi. Babam… Kyle Shawn… beni yaratmış ama insanlıktan yoksun, içi boş bir kabuktan ibaretmiş meğer. O adam… yalnızca bedenleri değil, ruhları da öldürüyordu. Bizi mahvetti. Her şeyimizi, elimizde ne varsa söküp aldı. Hayatımızı, inancımızı, umutlarımızı… Emelie onun intikamını almış olsa da, Kyle Shawn yine benden bir şeyler çalmayı başarmıştı. En kıymetlimi—benim hâlâ adını yeni öğrenmiş olduğum kızımı. Ama yetmemişti. Bir canı, daha doğmamış bir bebeği gözünü bile kırpmadan öldürebilecek kadar ileri gitmişti. Ona öyle kolay bir ölüm vermemeliydim. Ciğerlerim yanıyordu, öfkem içimde taş gibi ağırlaşmıştı. Taş gibiydi… ama kalbim… kalbim ondan da ağırdı. Kırık, ezilmiş, harap olmuş ama hâlâ atmaya zorlanan bir et parçası gibi… her atışı işkenceydi. Ve sonra duyduğum o kelime… bir fısıltı kadar zayıf ama beni yerle bir etmeye yeterliydi. “Özür dilerim, Edward. Hayır… Hayır, Emelie. Senin özür dilemen gereken biri yok. Tek kelime etmeden öylece seni izlerken içimde büyüyen utancı tarif edecek kelime yoktu. Asıl özür dilemesi gereken kişi bendim. Seni koruyamadığım, yanında olamadığım, seni... kızımı... ailemi savunamadığım için. O cehennem günlerinde beni beklerken içini kemiren korkular, döktüğün gözyaşları, yalnız başına verdiğin o sessiz ama kudretli savaş... hepsi için affedilemezdim. Ben kayıptım. Seni bekletmiştim. Sustuğum her gün, gecikmiş her adım, senden çalınmış bir andı. Ve şimdi… şimdi sen karşımda, tüm bu yükü tek başına taşıdıktan sonra bana bakıp özür diliyordun. İçimde iki ateş yanıyordu. Biri pişmanlıkla tutuşmuştu; kaçırdığım anlar, geri alınamayacak zamanlar, gözlerimde canlanan senin acı dolu bakışların… Hepsi yüreğimi kavuruyordu. Ama diğer yanda… başka bir alev vardı. Karanlık ve yakıcı. Terazinin öbür ucunda, beni olduğum kişiden koparan, içimdeki her insanca duyguyu söküp atan bir öfke. Hayatımızı çalanlara karşı… seni korkuya mahkûm edenlere, kızımın canını hiçe sayanlara karşı... içimde bastıramadığım, kontrol edemediğim bir öfke vardı artık. Kıyıya vuran bir fırtına gibi… her şeyi yerle bir etmeye hazır bir şiddet. Ve tüm bu duyguların arasında sadece tek bir gerçeğe tutunabiliyordum: Emelie, almak istediğim intikamı kendi elleriyle almıştı. Ve belki de bu, onu geri döndüren tek şeydi. Kamera titredi. Hafifçe… ama belli belirsiz bir sarsıntıyla. Ekrandaki görüntüde Emelie, son bir kez ellerini karnına götürdü. Bir anne gibi… bir vedayla, bir hasretle ve sanki hâlâ içinden onun kalp atışını duyabiliyormuş gibi. “Sabırlı ol, sevgilim,” dedi. Sesi çatlak ama kararlıydı. “Küçük misafirimle yakında geleceğim. Seninle olacağız. Biraz sabır…” Gözlerimi kırpmaya cesaret edemiyordum. O cümleyle birlikte içimde yeniden bir yaşam kıpırdandı. O çoktan toprağa ait olduğunu sandığım duyguların yerini, buz gibi gerçeğin içinden süzülen bir umut aldı. Kırık bir gemi misali sarsılarak ama ilerleyerek… bu kez yanımda olmaya söz veriyordu. Gelecekti. Ve ben bekleyecektim. O hayatı, o ikinci şansı, yeniden kuracağımız bir evi… her ne olursa olsun, o umudu bekleyecektim. Ve sonra... “Seni seviyorum, Edward.” Seni seviyorum diye mırıldanmadım. Sadece sustum. Ekran karardı. Geriye sadece o cümle kaldı. Ve ben, o cümleye tutunarak öylece kaldım. Emelie’den nefret ediyordum. Bu histen nefret ediyordum. Bir şey yapmamaktan nefret ediyordum. Emelie’ye dair hiçbir iz bulamıyordum. Sanki dünya onu yutmuştu. Kaybolmuştu… y kendi isteğiyle görünmez olmayı seçmişti. En son görüldüğü yer Fransa’ydı, Paris. İki ay önce. O mezarlıkta onu bıraktığım gün, yüzünü son kez görmüştüm. O an… uğultulu bir sessizliğin içinde, kelimelerin bittiği, sadece bakışların bağırdığı bir andı. O günden sonra tek bir iz, tek bir soluk, tek bir adım bulamadım. Telefon numarası artık çalışmıyordu—arandığında sessizlikten başka hiçbir yanıt vermiyordu. Kendine ait tüm kartlar iptal edilmişti. Bankalarda, ulaşımda… hiçbir sistemde adı geçmiyordu. Emelie Owen sanki hiç var olmamıştı. Gidiş biletlerine baktım, pasaport kontrol noktalarını taradım… hiçbirinde onun adı yoktu. Çünkü sahte isim kullanıyor olmalıydı. Sahte bir kimlik, sahte bir yüz… belki saçlarını kestirmişti, belki rengini değiştirmişti. Yine de onu bulacaktım. Ama onu bulmak istememin sebebi özlem değildi. Artık değil. İçimdeki sevgi, yerini sessiz, keskin ve bitmek bilmeyen bir hırsa bırakmıştı. Onu aramamdaki tek neden, ona acı çektirmek istememdi. Fiziksel işkence değil… bu çok kolay olurdu. Hayır, onun için hazırladığım ceza çok daha derin, çok daha yıkıcıydı. Varlığım. Onun hayatına ansızın girecek, en savunmasız anında karşısına çıkacak, ve tıpkı onun bana yaptığı gibi onu yavaşça, içten içe parçalayacaktım. Sevdiğimde, şefkat gösterdiğimde, inandığımda bana gösterdiği o acımasız yüzü… asla unutmamıştım. O yüz, her gece rüyama girmiş, her sabah boğazımda bir yumruk gibi uyanmama neden olmuştu. O nefretimi tadacaktı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE