Sevkiyat ve Ateş

1988 Kelimeler
Ateş Duru’nun yanından ayrıldıktan sonra içimde tarif edemediğim bir karmaşa vardı; adını koyamadığım, daha önce hiç hissetmediğim duygular. Kendi kendime kızdım: “Bu sen değilsin, topla kendini. Geçmişi, babanı, yaşadıklarını düşün; ailenin nasıl parçalandığını hatırla.” Bunları tekrarladıkça içimdeki öfke kabarmaya başladı. Hiç kimsenin, hiçbir duygunun, intikamımın önüne geçmesine izin vermeyecektim. Yorucu bir uçak yolculuğundan sonra Boğaz’ı gördüğümde derin bir nefes aldım. İstanbul’un karmaşası, gürültüsü ve kaosu bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Ama artık çocuk değildim. Ateş; Karadeniz’in hırçın dalgalarında yoğrulmuş, gölgeler arasında büyümüş bir adamdı. Artık masum Ateş yoktu; elleri kanlı, yüreği kirli bir Ateş vardı. Tan’la birlikte, sahip olduğum gece kulüplerinden birine geçtik. “Hoş geldin abi,” dedi en çok güvendiğim adamlardan biri olan Yavuz. Omuzlarımı gerip gözlerimi kıstım. “Pek hoş bulmadım, Yavuz. Biz yokken ayaklar baş olmaya çalışmış,” dedim. “Abi, sen geldin ya, o başları koparıp ayaklarının altına atarız,” dedi güvenle. “Bütün hazırlıkları yapın; sevkiyattan önce Pars Ataoğlu’na bir iadeyi ziyaret edelim,” diye emrettim. Tan, “Ağabey, sen dinlen; bir saate bütün hazırlıkları yaparız,” deyip kapıdan çıktı. Koltuğuma oturup işleri hızlıca gözden geçirmeden önce Duru’ya mesaj attım; aklımda olduğunu ona unutturmamalıydım. O, bu çirkin oyundaki en temiz şeydi ama yanlış adamın kızı olarak dünyaya gelmişti ve babasına giden yolda sadece bir piyondu benim için çok canı yanacak bir piyon. Bu düşüncelerden sıyrılıp işleri kontrol etmeye başladım. Dışarıdan güçlü, genç bir işadamı imajı çiziyordum; karanlık tarafta gece kulüpleri olan ve silah sevkiyatları organize eden bir mafya babasıydım. İki kimliğimle dev bir imparatorluğu yönetiyordum ve tüm bunları tek bir amaç için yapmıştım: intikam. Kendimden vazgeçmiştim. Duru Kerim giderken sanki bir yarımı da kendiyle götürmüştü; onun benden kilometrelerce uzağa gitmesi beni çok üzmüştü. Bu kadar kısa zamanda hayatımın merkezine oturmuştu. Eve girdikten sonra direkt odama geçtim; kendimi buraya geldiğimden beri ilk defa bu kadar yalnız hissettim. Halbuki çocuk yaşta ailemden ayrılıp buraya gelmiştim, ama hiç bu kadar yoksunluk hissetmemiştim. Üzerimi değiştirip yatağa uzandım. Kerim’in tişörtüne sarılıp uyumaya çalıştım ama bir türlü uyku gözüme girmedi. Eve geleli saatler olmuştu ve aklımda sadece o vardı. O sırada telefonuma gelen mesajla kendime geldim: heyecanla telefonu elime aldım ve beklediğim mesaj nihayet gelmişti. Kerim’den: “Şimdi indim, güzelim; bütün yolculuk boyunca aklımdaydın. Döndüğümde her şey farklı olacak.” Gelen mesajla üzerimdeki bütün kaygı bitmişti; artık huzurla uykuya dalabilirdim. Ateş Ekibimizi hazırlayıp Pars Ataoğlu’nun gece kulübüne doğru yola çıktık. Çok kalabalık sevmezdim; güvendiğim üç beş adam bir orduya bedeldi benim için. Kulübün kapısından içeri girerken bir hareketlenme başladı; kapıdakilerin telaşı ve korkusu yüzlerine yansımıştı çünkü bu piyasadaki herkes beni tanır ve affım olmadığını bilirdi. Pars, babası vefat ettikten sonra ona miras kalanlarla bu piyasada söz sahibi olmaya çalışıyordu; ama yanlış adama kafa tutmuştu. Sevkiyattan önce problem istemesem de bu piyasada yapılan yanlışa karşılık vermemek korkaklık olarak anlaşılırdı ve ben asla korkak bir adam değildim. Adamlarımla içeri girip sahnenin tam karşısındaki masaya kuruldum. Sadece beş kişiydik ama içeride bir ordu vardı; sayımızın azlığı, kendimize olan güvenimizin göstergesiydi. Masayı donatmalarını isteyip sahnedeki sanatçıyı dinlemeye başladık; herkes tetikteydi. “Tan, abi, çok kalabalık burası,” dedi. “Olsun, biz severiz kalabalığı,” dedim tebessüm ederek. Tan da bana ayak uydurarak gülümsedi. “Abi, sen hareket özlemişsin,” dedi. Bir süre hem içki içip hem muhabbet ettik. Beklediğimiz adam hâlâ ortalıkta yoktu; gelecekti, biliyordum; kuzu kuzu gelecekti. Bir süre sonra etrafta kalabalığın arttığını gördüm; korkak adam bir orduyla geliyordu yanıma, sabırla bekledim. Gelip tam karşımda durdu. Alaycı bir ses tonuyla, arkasına aldığı adamlara güvenerek: “Hoş gelmişsiniz, Ateş Bey,” dedi. Boş sandalyeyi gösterdim; oturdu. Gözlerine bakıp dişlerimin arasından, “Hoş bulduk,” dedim. “Sizi buraya hangi rüzgâr attı?” diye sordu hâlâ alaycı tınıyla. Bu adamın yersiz özgüveni canımı sıkmaya başlamıştı; amacım olay çıkarmak değildi, sadece ona küçük bir gözdağı verecektim. Elimdeki içkimi masaya bırakıp dikleşip Pars’ın gözlerinin içine baktım: “Baban iyi bir adamdı, Pars; bu camianın kural ve kaidesini bilirdi, dostunu düşmanını iyi seçerdi. Ama sen daha toysun; yol yordam bilmiyorsun. Biz yokken mekâna gelip taşkınlık yapmayız; mekânın sahibi varken gelir, varsa bir sıkıntımızı bizzat onunla çözeriz. Ama senin bunları öğrenmene çok var daha.” Yüzünde özgüvenli bir gülümseme belirdi: “Benim mekânıma beş adamla gelip bana gözdağı vermeye cesaret etmen çok ilginç. İstesem buradan asla sağ çıkamazsın,” deyip etrafındaki küçük ordusunu gösterdi; gücünü onlardan alıyordu. Sözlerine devam etti: “Ben babam değilim; babam gibi hiç değilim. Artık benim dönemim başladı; bana karşı gelen başları kopararak yolumdan çekerim…” Demesine fırsat vermeden ensesinden tutup onu masaya yapıştırdım. Neye uğradığını şaşırdı; etrafımızdaki adamların hepsi silahlarına davrandı. Etrafımız tamamen kuşatılmıştı ama bu durum bizi zerre korkutmuyordu. Paniğe kapılan müşterilere sessizce, “Dışarı çıkın,” diye bağırdım. Talimatımla birlikte herkes kulüpten çıktı. Pars elimin altında debelense de bir türlü kendini kurtaramadı. “Şimdi sana gelelim, Pars Bey. Benim yokluğumda mekânıma gelip olay çıkaracak cesarete sahip olman takdire şayan ama çok toysun; yol yordam bilmiyorsun. Bu seni ilk ve son bağışlamam olacak. Kime kafa tutacağını, kime bileneceğini iyi düşün; yoksa farkında olmadan kellen başından gider; baş olmaya çalışırken kendi başından olursun,” deyip boynunu bıraktım ve tek hamlede kolunu çevirip kırdım. “Bu sana küçük bir uyarı,” deyip kafasını masaya geçirdim. Burnundan bir kırılma sesi geldi; etrafa kan fışkırdı. Adamlarından hiçbiri tetiği çekmeye cesaret edememişti. İşimiz bittikten sonra Pars’ı bir çöp gibi geri savurup mekândan elimizi kolumuzu sallayarak çıktık. Yolda Yavuza baktım. “Pek bir keyifsizsin, hayırdır?Abi bize iş bırakmadın,” dedi sitem ederek. “Sevkiyattan önce büyük bir sorun çıkmasını istemiyorum; bu küçük bir uyarıydı,” dedim. Ama Pars’ın akıllanacağını hiç sanmıyordum. Bugünkü olanlar onu daha da kışkırtacak gibiydi; ama ben uyarımı yapmış, ona bir şans vermiştim. “Tan, valideye mi abi?” dedi. “Hayır, diğer eve geçelim. Sevkiyattan sonra annemin yanına gideceğim,” dedim. Duru’yla yaşadığım şeylerden dolayı anneme ihanet etmiş gibi hissediyordum; o adamın kızının yanımda mutlu, huzurlu olması anneme haksızlık gibi geliyordu; intikam planımın bir parçası olsa bile. Eve geçip yarınki sevkiyat planının üzerinden bir daha geçtik: çok yüklü bir silah sevkiyatı olacaktı ve sadece benim değil, bu piyasada söz sahibi güçlü mafya babalarının da sevkiyatları yapılacaktı. Bunların içinde, her geçen gün güç kaybeden Esat Bey’in tırları da vardı. İşleri her geçen gün kötüye gidiyordu ve bu sevkiyat onun belini doğrultmasını, işleri toparlamasını sağlayacak tek yoldu. Onu herkesin gözü önünde bitiremezdim; yavaş ve derinden ilerlemeliydim. Bu adamlar arasında güven ve sadakat çok önemliydi; bizden birini doğrudan bitirmeye çalışmak, onların gözünde güven kaybetmeme sebep olabilirdi ve bana karşı birleşmelerine yol açabilirdi. Bu yüzden bu sevkiyatta herkesin tırları, gitmesi gereken ülkelere güvenli şekilde gidecek ama Esat Bey’in tırları teslimat sırasında polis baskınıyla ele geçirilecekti. Bu kusursuz bir plan gerektiriyordu ve çok uzun zamandır bu planın üzerinde çalışıyordum. Her alanda Esat’ın elini kolunu bağlamış, işlerini baltalamıştım. Maddi bir kriz içindeydi ve bu durum her geçen gün onun dikkatini dağıtarak hata üzerine hata yapmasına sebep oluyordu; bu da işlerimi kolaylaştırıyordu. Sona yaklaşırken her anlamda bitişini büyük bir zevkle izleyecektim; ama en büyük darbeyi yüreğine vuracaktım, çünkü insanı en çok yüreğinden aldığı darbeler bitirirdi. Tek tek her şeyi gözden geçirdikten sonra odama çekilip dinlenmek için yatağıma uzandım. Elime telefonumu aldığımda Duru’dan gelen mesajı fark ettim; bir an heyecanlandım. Masum yüzü gözlerimin önüne geldi: “Kendine çok dikkat et ve beklendiğini unutma,” yazmıştı. Bu kızın iki kelimesi bile insanı rahatlatıyor, sanki huzur veriyordu. Kafamı salladım: “Kendine gel, dikkatini toparla; önünde çok önemli bir iş var. Şu an bunların zamanı değil,” diye kendimi ikaz ettim. Salı akşamı sevkiyat tamamen planladığımız gibi gitti. İşler tıkır tıkır işledi. Bütün sevkiyatlar güvenle yerine ulaşırken Esat’ın tırları teslimat sırasında baskına uğramış ve polis tarafından ele geçirilmişti. Kutlama için toplandığımızda haber hepimize aynı anda ulaştı; Esat çılgına dönmüştü ve herkese ateş püskürmüştü. Diğer mafya babaları bunun Esat’ın güvenlik önlemlerinde yetersiz kaldığı için böyle bir sonuçla karşılaştığını düşündü. Başka kimse bu sevkiyatla ilgili problem yaşamamıştı. Esat’ın o gece yıkılışının başladığına gözlerimle şahit olmak bana büyük bir haz verdi. Aynı piyasada olmamıza rağmen Esat bana karşı hep temkinli ve uzak davranmıştı; sanki bir şeyler onu bana yaklaşmaktan alıkoyuyordu. Ama bundan sonra ayaklarıma gelecekti; çünkü müttefikleri tek tek ona sırtını dönmeye başlamıştı ve bu, onun sonunun başlangıcıydı. Sevkiyattan sonraki kutlamanın ardından anneme doğru yola çıktık. Kocaman evde tek başınaydı ve yalnızlığı beni çok üzüyordu. Babama büyük bir aşkla bağlıydı; babamı kaybettikten sonra hayata küstü, herkese kapattı kendini; bana bile… Yıllarca annem var olmasına rağmen anne sevgisinden mahrum büyümüştüm ve bu kinimi kat kat artırmıştı. Ama onun da çektiği acılara yakın zamanda son verecektim; babamın katilini annemin ayaklarının dibine atacaktım. Az kaldı. Beni görünce kollarını açtı; sanki küçük bir çocuk gibi kollarına sığındım, kokusunu uzun uzun içime çektim, sonra ellerinden öptüm. Kırgın kırgın baktı yüzüme: “Nerdesin Ateş, kaç gün oldu gelmedin?” “Anne, ülke dışındaydım; burada olsam gelmez miyim?” diye açıkladım. “Özlüyorum seni; zaten burada da kalmıyorsun.” “Anne, burası şehir merkezine çok uzak. Söz veriyorum, işlerimin bitmesine çok az kaldı; ondan sonra hep yanındayım,” dedim. Annemi kendimden uzak tutmamın sebebi tamamen güvenliğiydi. Bu yeni kimliğimde bir annem olduğu bilinmiyordu; bir süre daha onu saklayacaktım, onun güvenliği için. Sonra Dilem Teyze geldi yanımıza Tan’ın annesi, annemin dert ortağı, yoldaşı. Dilem Teyze anneme iyi gelen tek insandı; yıllardır kader birliği yapmışlardı Tan’la, benim gibi. Yanıma gelip sarıldı, elini öptüm. “Nerdesin hayırsız?” dedi. “Benim hayırsız oğlum da piyasada yok; nerelerdeydiniz bakalım?” diye sordu yüzüme dikkatle bakarak. Dilem Teyze görmüş geçirmiş, hükümet gibi bir kadındı; Tan çok çekinirdi annesinden; gerçi ben de çekiniyordum. Bir süre oturup hep birlikte muhabbet ettik; çok özlemişim onları. Dilem Teyze sürekli Tan’ı çocuk gibi azarlayıp duruyordu. “Tan, abi hep senin yüzünden,” deyip duruyordu. “Hayırsızsınız ikiniz de; yok öyle bir daha ortadan kaybolmak. Düzenli gelinecek; o aramalara hemen dönülecek, anladın mı delibaş?” “Anladım anne. O zaman sen de dedeme cevap ver; sen telefonu her açmadığında beni arıyor koca çınar,” dedi Tan. Dilem Teyze’nin yüzünü bir hüzün kapladı. “Ben daha onu tam affetmedim,” dedi tek solukta. Ne olduğunu üstün körü biliyordum: zamanında Dilem Teyze’nin kız kardeşi çok yanlış bir adama gönül vermiş, onunla bir yola girmiş; sonra adamın evli olduğunu öğrenip evine dönmüş; babasından af dilemiş ama babası onu kovmuş. Kısa bir süre sonra da kız kardeşi ölmüş. Dilem Teyze bundan dolayı babasını hiç affetmemiş, yıllardır kırgın. En son ciddi bir kalp krizi geçirince babasıyla görüşmeye başlamış ama arada bir. Saat epey ilerlemişti; çok yorgundum ama onlar uyumadan uyumak istemedim. Onlar odalarına geçince ben de odamın yolunu tuttum. Çok yorucu bir gündü ama her saniyesine değdi. “Şimdi plana devam etme zamanı,” dedim kendime. Yatağa uzanırken aklıma yine Duru geldi; sanki aklımdan çıkmış gibi. Onu düşünerek uykuya daldım. Esat Her şey mahvolmuştu; işlerim son dönemlerde çok kötüye gidiyordu. Bu sevkiyat benim toparlanmamı sağlayacaktı ama ümitlerim suya düşmüştü. Tek çıkışım bu sevkiyattı; tamamen köşeye sıkışmıştım. Borçlar dağ gibi birikmiş, bankaların son ödeme günleri yaklaşmıştı; tam bir çıkmazdaydım ve ilk defa ne yapacağımı bilemiyordum. Evdeki huzursuzluk hat safhadaydı. Nevin, Duru’nun gelmesinden duyduğu memnuniyetsizliği her gün bir şekilde bana yansıtıyordu. Serdar’ın alkol problemi çok ciddi bir boyuta ulaşmıştı; kumar borcu çok fazlaydı. Aslı bencilce hayatını dilediği gibi yaşamaya devam ediyordu. Furkan kendi hayatını kurmuştu; “akıllı oğlum benim,” diyordum kendime. Masum meleğim bu ortamdan ne kadar uzak tutmaya çalışsam da artık olmuyordu. Küçükken onu ikna etmek çok kolaydı; bana duyduğu karşılıksız sevgi ve beni üzmemek için her istediğimi yapıyordu. Ama bir tarafı eksik ve yalnız büyümüştü; uzak bir ülkede büyümüştü; bunu onun güvenliği ve mutluluğu için yapmıştım. Şimdi kısa bir zaman sonra burada olacaktı ve ben ilk defa onu nasıl koruyacağımı bilemiyordum.Onun masumiyetini ve bana sevgisini asla kaybetmek istemiyordum.Bunun için yıllardır onu bir yalanın içinde yaşamaya mahkum etmiştim. Umuyordum ki bir gün tüm cesaretimi toplayıp ona tüm gerçekleri anlatacaktım; beni affetmeyeceğini bile bile ona bunu borçlu olduğumu düşünüyordum. Yine aklıma düştü; zaten yirmi dört yıldır hep aklımdaydı: “Yaşasaydı her şey nasıl olurdu,” diye düşündüm, ela gözlü güzelim benim, yaşadığım sürece seni koruyamadığım için hep vicdan azabıyla yaşayacaktım; son nefesime kadar bu vicdan azabıyla yaşayacaktım. Dilşah’ım, benim kapanmayan yaram…
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE