Dağların eteklerinde uzanan vadi, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyanıyordu; güneş, sis perdesini yavaşça aralıyor, yeşil otlakları ve serpilmiş kayaları aydınlatıyordu. Roza ve Aram, atlarının sırtında ilerlerken, vadinin derinliklerinde gizlenen bir köyün dumanlarını gördüler – ince, gri bir sütun, gökyüzüne yükseliyordu. Bu, umut verici bir işaret olsa da, Roza'nın zihni tetikteydi. Kaçışları, zekice planlanmış hamlelerle ilerlemişti: Sahte izler bırakmak, kokuları şaşırtmak ve dikkat dağıtıcı çığlıklar. Ancak törelerin gölgesi, her adımda onları takip ediyordu. Roza, kalbinin atışlarını kontrol altında tutarak, etrafı taradı; her çalı, her kaya, potansiyel bir tehlike barındırıyordu.
Atlar, yorgun adımlarla ilerliyordu; nal sesleri, vadinin yumuşak toprağında boğuk bir ritim oluşturuyordu. Roza, Aram'a dönerek, sesini alçak tuttu: "Köyde dikkatli olmalıyız. İnsanlar, aşiret bağları nedeniyle bizi ele verebilir. Önce gözlemleyelim." Aram, başını salladı; genç yüzünde, korku ve hayranlık karışımı bir ifade vardı. Roza'nın liderliği, onu motive ediyordu – bu kadın, sadece kaçmıyordu, stratejik bir savaş veriyordu. İstanbul'un hastanelerinde edindiği disiplin, burada hayatta kalma aracına dönüşmüştü: Her durumu analiz etmek, riskleri hesaplamak, en optimal yolu seçmek.
Vadinin girişine yaklaştıklarında, Roza atını durdurdu. Bir kayanın arkasına gizlenerek, köyü gözlemledi. Köy, küçük taş evlerden oluşuyordu; meydanda birkaç keçi otluyor, kadınlar kuyudan su çekiyordu. Erkekler, tarlalarda çalışıyordu – tüfekler omuzlarında, tetikte. Roza, zihninde bir risk değerlendirmesi yaptı: Köyün nüfusu yaklaşık yirmi hane, muhtemelen Surayn Aşireti'ne bağlı değil, ama haberler hızlı yayılırdı. "Telefon arayacağız," dedi Aram'a. "Ama doğrudan sormayacağız. Bir hikaye uydur: Yolculuk yapan akrabalarız, atımız yaralandı." Bu, zekice bir kılıftı – şüphe uyandırmadan bilgi toplamak.
Köyün kenarına indiler; Roza, atını bir ağaca bağladı, çantasındaki ilaçları kontrol etti. Aram, keçilere bakan yaşlı bir adama yaklaştı. "Selamün aleyküm, amca. Yolumuz uzun, atımız yaralandı. Bir telefon var mı köyde?" diye sordu, sesi masum bir tonda. Yaşlı adam, gözlerini kıstı; sakallı yüzü, yılların izlerini taşıyordu. "Aleyküm selam, evlat. Telefon mu? Muhtarın evinde var, ama aşiret işleri karışık. Kimsiniz siz?" Roza, araya girdi; zeytin rengi gözleri, güven verici bir bakışla parlıyordu. "Biz, uzak akrabalarız. İstanbul'dan geliyoruz, aile ziyareti. Atın yarası için yardım eder misiniz?" Adam, bir an tereddüt etti, ama Roza'nın doktorluk havası – sakin, otoriter – onu ikna etti.
Muhtarın evine yöneldiler; ev, köyün merkezinde, taş bir yapıydı. Muhtar, orta yaşlı bir adam, onları kapıda karşıladı. "Hoş geldiniz," dedi, ama gözlerinde bir şüphe kıvılcımı vardı. Roza, içgüdüsünü dinledi: Bu adam, töre haberlerini duymuş olabilirdi. "Teşekkürler," diye yanıtladı. "Atımız yaralandı, bir telefon kullanabilir miyiz? Aileye haber vereceğiz." Muhtar, başını salladı; onları içeri aldı. Evin odası, sade döşenmişti: Halılar yerde, duvarlarda eski fotoğraflar. Telefon, köşedeki bir masanın üzerindeydi – eski bir model, ama çalışıyordu.
Roza, numarayı çevirirken, zihninde planı tamamladı: İstanbul polisini ara, durumu anlat, koordinatları ver. Ama hat bağlandığında, bir gürültü duyuldu – dışarıdan gelen at sesleri. Aram, pencereden baktı; yüzü soldu. "Abla, Dijvan'ın adamları!" diye fısıldadı. Roza, telefonu bırakmadı; hızlıca konuştu: "Polis mi? Acil durum, Mardin dağlarında kaçırılma..." Ama cümlesini bitiremeden, kapı çalındı. Muhtar, şaşkın bir halde kapıya gitti.
Dışarıda, Dijvan'ın iki adamı duruyordu; tüfekleri hazır, yüzleri sert. "Kaçaklar burada mı?" diye sordular. Roza, anında harekete geçti – zekası, panik yerine strateji üretiyordu. Aram'a fısıldadı: "Arka kapıdan çık, atları hazırla." Kendisi, muhtara döndü: "Lütfen, yardım edin. Töre bizi öldürecek." Muhtar, tereddüt etti; ama Roza'nın gözlerindeki kararlılık, onu etkiledi. "Arka bahçeye gidin," diye mırıldandı. Roza ve Aram, sessizce arka kapıya süzüldü; bahçe, çitlerle çevriliydi.
Dışarı çıktıklarında, atlara bindiler. Ama adamlar, sesleri duymuştu; peşlerine düştüler. Roza, vadinin derinliklerine doğru sürdü; zihninde, bir kaçış rotası çizdi: Dereyi takip et, sarp kayalıklara tırman, izleri suda kaybettir. Atlar, dere kenarına indi; su, soğuk ve hızlı akıyordu. "Dereye gir!" diye emretti Aram'a. Atlar, suya daldı; nal izleri, akıntıyla silinecekti. Bu, klasik bir taktikti – izleri yok etmek, peşindekileri şaşırtmak.
Adamlar, dere kenarına ulaştığında, izleri kaybettiler. Roza ve Aram, karşı kıyıya geçip, kayalıklara tırmandı. Roza, nefes nefese durdu; etrafı taradı. "Şimdi, bir mağara bulalım. Dinlenip, plan yapalım." Aram, "Nasıl bu kadar sakin kalıyorsun?" diye sordu. Roza, gülümsedi – ince, hesaplı bir gülümseme. "Zeka, sakinlik getirir. Panik, hata yaptırır." Mağarayı buldular; girişi dar, içi serin bir oyuk. İçeride, çantalarını açtılar; kalan ekmekleri paylaştılar.
Roza, mağaranın duvarına yaslandı; zihninde, haritayı yeniden çizdi. Köyden sonra, bir sonraki yerleşim, iki günlük mesafedeydi. Ama Dijvan, pes etmezdi – aşiretinin kaynakları fazlaydı. "Bir tuzak kurmalıyız," dedi. "Onları yanlış yöne yönlendirelim." Aram'la birlikte, mağaranın yakınında sahte bir kamp ateş izi bıraktılar: Kırık dallar, yere serpilmiş ekmek kırıntıları. Sonra, doğuya doğru sahte ayak izleri eklediler. Bu, zaman kazandıracaktı.
Öğleden sonra, yola devam ettiler. Dağ yolu, sarp ve dolambaçlıydı; Roza, her virajı hesaplıyordu – olası pusuları öngörmek için. Güneş batarken, bir tepeye ulaştılar; aşağıda, bir nehir vadisi uzanıyordu. Roza, durdu; uzaktan atlılar gördü – Dijvan, önde. Kalbi sıkıştı, ama zihni çalışıyordu. "Aram, sen devam et. Ben onları oyalayayım." Aram, itiraz etti: "Hayır, abla!" Ama Roza, kararlıydı. "Güven bana. Sen, nehri geç, yardım getir."
Roza, tek başına tepeye çıktı; atını bir kayaya bağladı. Dijvan yaklaştığında, onu gördü – yalnız, meydan okuyan bir figür. "Roza," diye seslendi, atından inerek. Adamları, etrafı sardı. Roza, sesini yükseltti: "Buraya kadar, Dijvan. Töre, seni kör ediyor. Ama ben, özgürlüğümü seçtim." Dijvan, yaklaştı; gözlerinde, öfke ve belki bir özlem vardı. "Kaçamazsın. Sen benimsin."
Roza, zekasını son hamle için kullandı. Elini çantasına attı; bıçağı çıkardı, ama tehdit olarak değil. "Bak, Dijvan. Bu töre, bizi yok edecek. Ama eğer bırakırsan, belki bir şansımız olur." Bu, psikolojik bir taktikti – duyguları tetiklemek, zaman kazanmak. Dijvan, duraksadı; adamları, tetikte bekliyordu. O sırada, Aram'ın planı devreye girdi: Genç, nehri geçmiş, bir grup çobana ulaşmıştı. Çobanlar, silah sesleriyle geldiler – yerel bir grup, aşiret çatışmalarından bıkmış.
Kaos patladı; çobanlar, Dijvan'ın adamlarına ateş açtı. Roza, bu fırsatı kullandı; atına bindi, nehre doğru koştu. Dijvan, arkasından bağırdı, ama peşine düşemedi. Roza, nehri geçti; Aram'la buluştu. "Başardık," diye fısıldadı Aram. Roza, nefes nefese: "Henüz değil. Ama zekamız, bizi bir adım öne taşıdı."
Gece, bir çadırda dinlendiler; çobanlar, onlara yardım etti. Roza, polisi aradı – bu kez, bağlantı sağlandı. "Yardım geliyor," dedi. Ama içindeki ses, Dijvan'ı düşünüyordu – o adam, belki değişebilirdi. Yine de, özgürlük öncelikliydi.