Zincirlerin Gölgesi

485 Kelimeler
Günler, Surayn Konağı’nda bir hapishane gibi geçti. Roza, taş duvarların arasında, özgürlüğünden koparılmış bir kuş gibiydi. Gündüzleri, köyün kadınları ona bakıyordu; fısıldaşmalar, töreye boyun eğmiş gözler. Roza, doktorluk bilgisini kullanarak, köydeki yaralıları tedavi etmeye çalışıyordu. Ama her gece, Dijvan’ın dönüşüyle, başka bir savaş başlıyordu – bedenlerin ve arzuların savaşı. Dijvan, aşiret işleriyle uğraşıyor, düşmanlarla pazarlık ediyor, köyü demir yumrukla yönetiyordu. Ama geceleri, Roza’nın odasına geldiğinde, başka bir adam oluyordu. İlk gecenin sertliği yerini, daha derin bir tutkuya bırakmıştı. Roza, bu değişimi hissediyor, ama ona güvenmiyordu. “Beni sadece bir eşya gibi mi görüyorsun?” diye sordu bir akşam, yemek masasında. Dijvan, şarap kadehini bırakıp ona baktı. “Sen, eşya değilsin. Ama töre, seni benim yaptı.” O gece, konak sessizdi. Roza, yatağında yatarken, kapının gıcırtısını duydu. Dijvan, gömleğini çıkarmış, kaslı gövdesi loş ışıkta parlıyordu. “Bu gece, farklı olacak,” dedi, sesi alışılmadık bir yumuşaklıkla. Roza, kaşlarını çattı. “Ne değişti?” Dijvan, yatağa oturdu, elini Roza’nın bacağına koydu. “Belki de sen, beni değiştiriyorsun.” Roza’nın bedeni, bu dokunuşla titredi. Dijvan’ın parmakları, yavaşça bacağında gezinmeye başladı; yukarı, daha yukarı. Roza, nefesini tuttu, direnmekle teslim olmak arasında sıkışmıştı. Dijvan, onu kendine çekti; dudakları, Roza’nın dudaklarına değdi – bu kez, nazik ama yakıcı bir öpücük. Roza, istemeden karşılık verdi; elleri, Dijvan’ın göğsüne kaydı, sert kasları hissetti. Öpücük derinleşti; dilleri, bir dans gibi birbirine dolandı. Dijvan, Roza’yı yatağa yatırdı, gömleğini yırtarcasına çıkardı. Çıplak tenleri buluştuğunda, Roza bir inilti kaçırdı. Dijvan’ın elleri, göğüslerinde, belinde, kalçalarında dolaşıyordu; her dokunuş, bir ateş yakıyordu. “Bana teslim ol,” diye fısıldadı Dijvan, nefesi Roza’nın kulağına çarpıyordu. Roza, “Asla,” diye mırıldandı, ama bedeni başka şeyler söylüyordu. Dijvan, yavaşça içine girdi; bu kez, acele yoktu, sadece ritmik bir uyum. Roza’nın inlemeleri, odada yankılanıyordu; tırnakları, Dijvan’ın sırtında kırmızı izler bırakıyordu. Haz, dalgalar halinde yükseliyor, onları bir uçuruma sürüklüyordu. Zirve, bir patlama gibi geldi. Roza, Dijvan’ın adını fısıldadı, istemeden. Dijvan, ter içinde, ona sarıldı; bir an, töre yoktu, sadece iki beden vardı. Ama sabah, gerçeklik geri döndü. Roza, aynada kendine baktı; gözlerinde bir yabancıyı gördü. “Bu ben miyim?” diye düşündü. Dijvan’a teslim olmak, özgürlüğünü kaybetmek miydi? O gün, köyde bir söylenti yayıldı: Düşman bir aşiret, Surayn’lara saldırmayı planlıyordu. Dijvan, hazırlıklara başladı, ama Roza’nın aklı başka yerdeydi. Babasının telefonda söyledikleri yankılanıyordu: “Töre, kanımızdır.” Ama Roza, kanın değil, özgürlüğün peşindeydi. Geceleri Dijvan’la geçirdiği anlar, onu hem bağlıyor hem de isyan ettiriyordu. O akşam, Dijvan yine geldi. Bu kez, Roza üstteydi. Kontrolü eline aldı, bedeniyle Dijvan’ı yönlendirdi. Hareketleri vahşi, tutkulu; Dijvan’ın altında inlerken, bir an için güç onun ellerindeydi. “Beni böyle mi istiyorsun?” diye fısıldadı, saçları yüzüne düşerken. Dijvan, “Seni her şekilde istiyorum,” diye yanıtladı, elleri Roza’nın kalçalarını sıkıca kavrayarak. Gece, ter ve hazla doluydu; bedenler, bir ritimle dans etti. Ama sabah, bir haber konağı sarstı: Roza’nın babası, geçmişte Dijvan’ın babasını öldürmüştü. Bu, berdelin ardındaki sırdı. Roza, bunu öğrenmeden önce, Dijvan’ın kollarında uyuyordu. Gerçek, bir hançer gibi saplanacaktı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE