Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı. Dağların zirvesinden inen sis, siperlerin üzerinde ağır bir perde gibi dalgalanıyordu. Toprağın kokusu, barutun keskinliğiyle karışmış; havaya öyle bir ağırlık çökmüştü ki nefes almak bile zorlaşıyordu.
Teğmen Cem Erden, dürbünü gözlerine dayamış, karşı yamacı süzüyordu. Sessizdi. Yüzündeki çizgiler, yaşı yirmi yediyi geçmemesine rağmen, yılların yükünü taşıyordu. Omzunda tüfeği, zihninde bin bir hesap… Her saniye, ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide nöbet tutuyordu.
Yanında sessizce sigarasını tüttüren erlerden biri mırıldandı:
“Komutanım… sessizlik fırtınadan beterdir, değil mi?”
Cem, cevap vermedi. Çatışma görmüş bir askerin refleksiyle suskun kalmayı tercih etti. Siperin her taşını, her boşluğunu ezbere bilen gözleri, pusudaki bir kartal gibi etrafı tarıyordu. Çünkü bu sessizliğin ardında daima bir patlama saklıydı.
Tam o sırada telsizden boğuk bir ses yükseldi:
“Teğmen Erden, merkezden bildiriyorum. Basın mensubu bir kadın, bölgeye giriş izni aldı. Kampınıza doğru ilerliyor.”
Cem’in kaşları çatıldı. Sesinde sertlik vardı:
“Ne izni? Burası savaş hattı! Sivillerin işi ne burada?”
Ama emir emirdi. Tartışılmazdı.
Dakikalar sonra, kamyonetin arka kasasından inen genç bir kadın belirdi. Tozlu çantası omzunda, elinde küçük bir not defteri ve boynunda sallanan fotoğraf makinesiyle kararlı adımlar atıyordu. Üzerindeki mont kısmen eskiydi ama bakışları keskin, başı dikti.
Cem, kadının yaklaşmasına izin verdi. Omzundaki tüfeği hafifçe yukarı kaldırarak, gözlerini kısmış halde sordu:
“Burası sizin için uygun bir yer değil. Kim olduğunuzu sorabilir miyim?”
Kadın, hiç çekinmeden gözlerinin içine baktı.
“Elif Yalçın. Savaş muhabiriyim. Gerçeği yazmak için buradayım. İnsanların bilmesi gerekenleri görüp kaleme almak istiyorum.”
Cem’in yüzü daha da kasvetlendi.
“Gerçek mi? Gerçek, buraya adım atanların çoğunun geri dönemediğidir. Kâğıt ve kalem, sizi kurşunlardan korumaz.”
Elif, dudaklarının kenarına alaycı bir tebessüm kondurdu.
“Kurşunlardan kimse korunamaz. Ama yazılmayan hakikat, binlerce kez öldürür.”
İlk karşılaşmaları böyleydi: Çatışma hattında, gerçeğin ve disiplinin çarpışması… Biri kalemiyle, diğeri silahıyla savaşan iki insan.
Cem’in içinden bir ses, bu kadının başına açılacak belaların çoğunu sırtında taşımak zorunda kalacağını söylüyordu. Ama aynı zamanda, göz göze geldiklerinde hissettiği tuhaf bir şey vardı. Sessiz, tanıdık bir yankı… Kalbinin derinliklerinden gelen ama henüz adını koyamadığı bir his.
Elif ise defterine ilk notunu çoktan düşmüştü:
“Bu savaşın ortasında, bana en keskin bakışlarla bakan bir yüz gördüm. Belki de yazmam gereken ilk gerçek oydu.”
Kampın sessizliği aniden bozuldu. Önce uzaklardan bir top sesine benzer patlama duyuldu, ardından yer sarsıldı. Gökyüzünde bir duman yükseldi. Siperlerdeki askerler refleksle mevzilerine koşarken, Elif olduğu yerde kalakaldı.
Cem, keskin bir sesle bağırdı:
“Yat yere! Hemen!”
Ama Elif, elindeki fotoğraf makinesini kaldırmış, dumanı çekmeye çalışıyordu. Cesareti mi, deliliği mi daha baskındı, Cem ayırt edemedi. Birkaç saniye içinde ikinci bir patlama oldu ve toprağa çarpan şarapnel parçaları etrafa saçıldı.
Cem, hiç düşünmeden Elif’in üzerine atladı. Onu yere bastırdı. Kulaklarında uğultu, gözlerinde toz bulutları… Elif nefes nefese, altına siper olduğu askerin sert göğsünü hissediyordu. Cem’in nefesi kısa ve öfkeliydi.
“Senin derdin ne?” dedi Cem, hırıltılı bir sesle.
“Burası oyun alanı değil. Biraz önce hayatını kaybedebilirdin!”
Elif, dudaklarının kenarındaki korkuyu gizlemeye çalışarak fısıldadı:
“Ben gördüklerimi yazmazsam, ölenlerin sesi kim olacak?”
Cem’in gözleri, onun gözlerinde bir anlığına kilitlendi. Korkudan çok dirayet vardı o bakışlarda. İçinde titreyen bir şey hissetti; ama hemen bastırdı. Ayağa kalktı, Elif’in kolundan tutarak sertçe çekti.
“Bir daha emirlerime karşı gelmeyeceksin. Burada söz hakkı olan tek kişi benim. Eğer hayatta kalmak istiyorsan, dediklerimi dinleyeceksin!”
Elif, kolunu kurtardı. Sesi titremiyordu:
“Benim işim de gerçekleri yazmak. Siz nasıl bu toprağı koruyorsanız, ben de gördüklerimi koruyorum. Sen bana emir veremezsin!”
Cem, derin bir nefes aldı. Ona bağırmak istiyordu ama etrafında askerler koşuştururken vakit yoktu. Görev onu çağırıyordu. Bir yandan da aklının bir köşesinde hâlâ Elif vardı: O inatçı, dik duran haliyle öylesine zıt ama öylesine tanıdık…
Telsizden komutanın sesi yükseldi:
“Teğmen Erden, kuzeydoğu hattında hareketlilik var. Timini al, derhal bölgeye intikal et!”
Cem silahını omzuna astı. Gitmeden önce Elif’e sert bir bakış fırlattı.
“Burada kal. Siperden çıkmayacaksın. Eğer canına değer veriyorsan, bu defa dediklerimi dinle.”
Elif cevap vermedi. Ama Cem’in arkasından giderken defterine hızlıca yazdı:
“Bu adamın gözlerinde hem ölümün soğukluğu hem de hayatın sıcaklığı var. En tehlikeli yer belki de onun kalbi.”
Ve o an, Elif farkında değildi ama kaleminden dökülen bu cümle, ileride yaşayacakları aşkın ilk satırı olmuştu.
Cem, timiyle birlikte kuzeydoğu hattına doğru ilerlerken Elif, tek başına kaldığı siperde kalemiyle savaşıyordu. Dışarıda patlayan silah sesleri, içindeki korkuyu kabartsa da kalemi titremiyordu. Her kelime, bu savaşın sessiz çığlıklarıydı.
Defterine yazarken bir an başını kaldırdı. Çukurun hemen karşısında yere serilmiş bir askerin kanlı üniforması gözüne takıldı. İçini burkan bir acıyla kalemi durdu. O an, bu topraklarda ne kadar çok genç hayatın toprağa karıştığını hissetti. Gözleri doldu ama kendine kızarak dudaklarını ısırdı:
“Gazeteci ağlamaz. Sadece yazar.”
Tam o sırada patlayan bir mermi sesiyle irkildi. Kurşun, çok yakınından geçmişti. Elif’in kalbi göğsünden çıkacak gibi atıyordu. Dizleri titredi ama yine de siperden çıkmadı. Onun için asıl tehlike ölüm değil, yazamadığı her gerçekti.
Dakikalar sonra Cem geri döndü. Yüzü ter içinde, üniforması toz ve kan lekeleriyle kaplıydı. Elif’i hâlâ orada görünce şaşırdı.
“Demek dediğimi dinledin,” dedi, sert ama biraz da rahatlamış bir sesle.
Elif gözlerini kaldırmadan cevap verdi:
“Dinlemedim. Sadece sözlerimi yazıyordum.”
Cem onun yanına eğildi, defterini kapattı.
“Bu defterin seni hayatta tutmaz. Kurşunlar sayfalara çarpmaz. Burada gerçek olan tek şey, hayatta kalıp kalmayacağımız.”
Elif defterini geri aldı, gözleri bu kez kararlıydı.
“Yanılıyorsun. Eğer ben yazmazsam, siz sadece rakam olacaksınız. Kaç şehit, kaç yaralı… Ama eğer yazarsam, her biriniz bir isim, bir hikâye olacaksınız. Sen bile.”
Cem bir an sustu. Gözleri Elif’in gözlerinde takılı kaldı. İçindeki öfke, yerini garip bir saygıya bırakıyordu.
“Bana karşı böyle dik durman hoşuna mı gidiyor?” diye sordu.
Elif gülümsedi, dudaklarının kenarında buruk bir ifade vardı.
“Hayır. Ama gerçeğe karşı eğilmeyeceğim. Ölüm bile olsa.”
O anda, gökyüzünden yeni bir patlama sesi geldi. İkisi de irkildi, toprak yeniden sarsıldı. Cem, refleksle Elif’i kolundan tutup kendine çekti. Bu defa sesinde emir değil, içgüdüsel bir koruma vardı.
“Yanımda kal. Eğer ölürsek bile… aynı yerde öleceğiz.”
Elif, bu sözleri duyunca kalbinin ritmi bir an için silah seslerini bastırdı. İçinden sadece tek bir cümle geçti:
“Bu adamın kalbine düşmek, savaştan daha tehlikeli olabilir.”