Gece, sessizdi ama o sessizlikte bir şey vardı. Sanki toprağın altından gelen, görünmeyen bir uğultu… Cem o sesi duymuyordu belki ama hissediyordu. İçinde bir sıkışma, açıklayamadığı bir huzursuzluk vardı.
Kampın etrafı güvenlik ışıklarıyla aydınlatılmıştı. Nöbetçiler mevzilerdeydi, telsizlerden kısa raporlar geçiliyordu. Ama Cem’in bakışları hep aynı noktada takılı kalıyordu — doğu hattındaki çadır. Orada duran bir asker… son günlerde garip davranmaya başlamıştı.
“Bir sorun mu var komutanım?” diye sordu Kerem, onun sessizliğini fark ederek.
Cem başını yavaşça çevirdi. “Bilmiyorum. Bir şeyler yolunda değil gibi hissediyorum.”
Kerem çevresine baktı, sonra hafifçe gülümsedi. “Bu savaşta ne doğru ki, komutanım?”
Cem’in yüzü ciddi kaldı. “Haklısın… ama bazı sessizlikler, fırtınadan daha tehlikelidir.”
O sırada telsizden çatallı bir ses geldi:
> “Tüm birliklere dikkat, devriye dönüşü bir asker kayıp bildirildi.”
Cem’in kalbi hızlandı. “Ne demek kayıp?” diye bağırdı telsize.
> “Kod 73. Doğu hattındaki birlikten biri dönmedi, iz yok.”
Bir anlık sessizlik. Herkes birbirine baktı. Ardından Cem’in sesi geceyi yardı:
“Tim hazır olacak. Arama ekibini oluşturun. Hiç kimse yalnız hareket etmeyecek!”
Elif, siperin arkasında olan biteni izliyordu. Cem’in yüzündeki gerginliği görünce kalbi sıkıştı. Yanına yaklaştı.
“Ne oldu?”
Cem gözlerini kaçırmadan cevap verdi: “Bir asker kayıp. Ya yanlış bir adım attı… ya da biri onu yönlendirdi.”
Bu söz, Elif’in içine buz gibi düştü. Çünkü dün gece, o askeri çadırın arkasında biriyle konuşurken görmüştü. Ama kimdi o kişi? Yüzünü seçememişti, sadece kısa bir fısıltı duymuştu:
> “Yarın gece. Işıklar sönünce.”
Elif, Cem’e bunu söylemek için ağzını açtı ama birden tereddüt etti. Ya yanlış anlamışsa? Ya o kişi masumsa?
Kelimeler boğazında düğümlendi. Sadece fısıldayabildi:
“Dikkatli ol Cem…”
Cem, gözlerini onun gözlerinde bir an tuttu. “Olmazsa olmaz zaten,” dedi kısık bir sesle, sonra hızla birliğin başına geçti.
Dakikalar sonra arama ekibi ormanın kenarına yönelmişti. Ay bulutların arasına gizlenmiş, karanlık gölgeleri uzatıyordu. Adımlar sessiz, nefesler kısa ve temkinliydi.
Kerem telsizle sessizce konuştu: “Komutanım, iz buldum… ayak izleri batıya gidiyor.”
Cem çömeldi, el fenerini yakmadan izleri inceledi.
Toprak yumuşaktı ama belli ki birden fazla kişi geçmişti oradan.
Kaşlarını çattı. “Bu sadece bir asker değil…”
Tam o anda, uzaklardan bir patlama duyuldu.
Siperlerden birinde yangın çıkmıştı. Duman yükseldi, askerler bağırışmaya başladı.
Cem hızla ayağa kalktı. “Bu bir oyalama!” diye bağırdı.
Ama artık çok geçti. Ormanın içinde ilerleyen timin arkasında gölgeler belirmişti. Sessizce, sinsice yaklaşan adımlar… ve ardından bir çığlık.
“Komutanım! Arkamızdan saldırıyorlar!”
Mermiler havayı yırttı, ağaçlar kıvılcımlarla aydınlandı. Cem silahını kaldırdı, ekibine seslendi:
“Yere yat! Ateş serbest!”
Çatışma kısa sürdü ama şiddetliydi. Sessizlik geri döndüğünde, yerde üç düşman askeri ve Cem’in yanındaki timden biri yatıyordu.
Kerem nefes nefese fısıldadı: “Komutanım… o kayıp asker bunların içindeydi…”
Cem dondu kaldı. Gözleri ölü askerin yüzüne kaydı.
Evet, o kayıptı. Ama üniformasının cebinden çıkan küçük cihaz, her şeyi açıklıyordu: bir konum vericisi.
O ana kadar sessiz kalan orman, şimdi daha da boğucu geliyordu. Cem cihazı eline aldı, parmakları titredi.
“Bu, bizim mevzinin koordinatlarını gönderiyordu…”
Kerem başını öne eğdi. “Yani… içimizde biri düşmanla çalışıyor.”
Cem’in gözleri karardı. İçinde bir yer buz kesti.
“Hayır,” dedi sessizce. “Artık içimizde birileri var…”
Kampa döndüklerinde herkes sessizdi. Asım Yüzbaşı onları karşılamaya çıkmıştı ama Cem’in elindeki cihazı görünce yüzü asıldı.
“Bu… ne anlama geliyor Cem?”
Cem gözlerinin içine baktı. “Bir hainimiz var komutanım. Ve büyük ihtimalle, daha önce de bize yanlış bilgi verdi.”
Asım’ın bakışları bir an dondu. Sonra başını eğdi. “Demek o yüzden o gece pusuyu yedik…”
O anda telsizden bir ses patladı.
> “Komutanım! Üst bölgeyle iletişim kesildi! Hat tamamen sustu!”
Asım’ın yüzü bembeyaz kesildi. Cem hemen yanına koştu.
“Ne demek kesildi?!”
> “Sinyal tamamen gitti… Ve—” asker yutkundu, “—komutanım, karargâh bölgesinden duman yükseliyor.”
Asım, Cem’e döndü. “Bu sadece bir sızma değil… bu bir ele geçirme operasyonu.”
Ve o anda, bir kurşun sesi yankılandı.
Elif’in çadırından…
Cem dondu kaldı. İçinde bir şey koptu.
“ELİF!” diye bağırarak koştu.
Çadıra vardığında içerisi darmadağındı. Not defteri yere düşmüştü, sayfalar yırtılmış, kanla lekelenmişti.
Ama Elif yoktu.
Ve defterin açık sayfasında, titrek bir el yazısı duruyordu: “Beni takip etme.”
Cem’in elleri titriyordu. Elif’in defterini kavradığında parmaklarının arasından kan bulaştı. Bu kan, Elif’e mi aitti? Yoksa bir başkasına mı? Kalbi öyle hızlı atıyordu ki, göğsünden dışarı fırlayacak sandı.
“Komutanım…” dedi Kerem, nefes nefese çadıra girerken. “Burada da izler var. Biri onu zorla götürmüş.”
Cem dizlerinin üzerine çöktü, defteri yere bıraktı. Gözleri, çadırın yan tarafından dışarı uzanan ayak izlerine takıldı. Toprakta sürüklenme izleri vardı — Elif direnmişti.
“Kaç kişilerdi?” diye sordu Cem, sesi kısık ama öfke doluydu.
Kerem çömelip izlere baktı. “En az iki kişi. Ama biri çok ağır… ya da yaralı.”
Cem’in dişleri kenetlendi. “Demek o kan onlardan birine ait.”
Bir an durdu. Nefes aldı, etrafına baktı. Çadırın içinde Elif’in defterinden başka bir şey yok gibiydi. Ama sonra, battaniyenin altından küçük bir metal parçası yansıdı.
Cem hemen aldı. Küçük, siyah bir telsiz kulaklığıydı.
“Bu bizim modelimiz değil,” dedi Kerem hemen fark ederek.
Cem başını salladı. “Hayır. Bu düşman biriminden. Ama neden burada bıraktılar?”
Cevap, kısa sürede geldi. Çünkü dışarıda bir silah sesi daha yankılandı. Ardından sirenler çalmaya başladı.
Asım Yüzbaşı çadırın girişinde belirdi, nefesi kesilmişti.
“Cem! Kamp çevresinde hareket var! Onlar buradaydı!”
Cem ayağa fırladı. Gözleri hâlâ Elif’in kanlı defterindeydi ama artık zamanı yoktu. Silahını kavradı, çadırdan çıktı.
Kampın doğu hattında gökyüzüne doğru alevler yükseliyordu. Askerler siperlere koşuyor, emirler havada yankılanıyordu.
“Onlar içerideymiş!”
“Merkez hattı kesildi!”
“Komutanım, mühimmat deposu infilak ediyor!”
Cem tüm bu gürültünün içinde sadece bir sesi duymak istiyordu: Elif’in sesini. Ama her şey duman, çığlık ve kaosun içinde kaybolmuştu.
Tam o sırada, telsizden bir ses geldi.
> “Cem…”
Sesi duyduğunda olduğu yerde dondu. Elif’ti.
Ama sesi garipti — yankılı, boğuk, uzaktan geliyordu.
> “Onlara inanma… her şey göründüğü gibi değil…”
Cem nefesini tuttu. “Elif! Neredesin? Kimsin seninle?”
Sessizlik. Sonra bir hışırtı… ve kesildi.
Cem telsizi sıktı. Öfke damarlarında dolaşıyordu.
Kerem yanına geldi, yüzü endişeliydi. “Komutanım, bu bir tuzak olabilir.”
Cem başını kaldırdı, gözlerinde karanlık bir kararlılık vardı.
“Biliyorum. Ama eğer bu bir tuzaksa… Elif o tuzağın tam ortasında.”
Kamp artık bir savaş alanına dönmüştü. Gökyüzünü kırmızı bir parıltı kaplamış, duman bulutları yükseliyordu. Cem, Kerem ve timinden üç askerle birlikte ormanın içine girdi. Adımlarını sessiz attılar, ama içlerinde yankılanan korku, sessizliği bile boğuyordu.
Yerde, kan izleri hâlâ tazeydi. Ve her birkaç metrede bir, küçük bir işaret vardı — Elif’in yolu bulmaları için bıraktığı, defterinden kopardığı sayfa parçaları.
Kerem birini eline aldı. Üzerinde yazılı tek bir kelime vardı:
> “Kaçmayın.”
Cem sayfayı aldı, avucuna bastı.
“Bu bir mesaj… bizi bir yere yönlendiriyor.”
Ama nereye?
Ormanın derinlerine ilerledikçe hava soğudu, sis bastı. Ağaçların gövdeleri birbirine karışıyor, görüş mesafesi daralıyordu.
Ve sonunda, karşılarına eski bir sığınak çıktı. Beton duvarlarında yosunlar, üzerinde yabancı dilde yazılar vardı.
Kerem fenerini kaldırdı. “Burası bizim haritalarda yok.”
Cem başını salladı. “Çünkü burayı onlar inşa etti.”
Kapının önüne geldiğinde, yerde bir iz daha gördü — Elif’in fularından bir parça. Kanlıydı.
Cem yavaşça kapıya dokundu. Metalin soğukluğu parmak uçlarından kalbine kadar işledi.
“Buraya kadar geldik. Şimdi geri dönmek yok.”
Ve o an… içeriden bir tıkırtı geldi.
Sanki biri içeride hareket ediyordu.
Cem yavaşça silahını kaldırdı.
“Hazır olun,” dedi sessizce.
Kapı gıcırdayarak aralandı.
Ve karanlıktan bir siluet çıktı.
Ama o kişi Elif değildi.
Gözlerinde tanıdık bir ifade, yüzünde yarı yanık bir yara izi vardı.
Kerem şaşkınlıkla fısıldadı:
“Bu… Bu imkânsız… Komutanım, o öldü sanıyorduk…”
Cem’in nefesi kesildi.
“Hayır,” dedi kısık bir sesle. “O hiç ölmedi.”
Ve karanlığın içinden, o kişi kısık bir sesle konuştu:
> “Sizi bekliyordum, Cem.”