Gece çökmüştü. Siperlerin üzerine ağır bir sessizlik oturmuş, ay ışığı çatışmalardan arta kalan molozların arasında ürkekçe süzülüyordu. Nöbet değişimi başlamıştı. Cem, omzundaki tüfeği düzeltip etrafı kolaçan ederken aklından geçen tek şey, günün yorgunluğunu bastırmaya çalışan kalbiydi.
O gece sessizlik yanıltıcıydı. Her an patlayabilecek bir tuzak, uzaktan görülemeyen bir pusunun gölgesi vardı havada. Askerler birbirlerine kısa, sessiz bakışlarla moral vermeye çalışıyorlardı. Bu cephede tek gerçek vardı: Göz kırpacak kadar kısa bir an, hayat ile ölüm arasındaki sınırı belirleyebilirdi.
Elif, kampın biraz uzağında, karargâhın yanına kurulan çadırda notlarını gözden geçiriyordu. Gündüz yaşanan çatışmaların ardından kameraya yansıyan her kareyi incelerken kalemi defterin üzerinde titriyordu. “Dünya bunları bilmeli…” diye mırıldandı. Ama bir yandan da içindeki korku ve suçluluk duygusu büyüyordu: Onların hayatını tehlikeye atıyor muydu?
Gece nöbetinde görevli Burak, uzaktan gelen en ufak hışırtıya bile tetikteydi. Yanına yaklaşan Cem’e kısık sesle,
“Buralar fazla sessiz… Bana hiç normal gelmiyor.” dedi.
Cem, gökyüzüne kısa bir bakış attı. Yıldızlar bu kez bile parıldamıyordu, sanki bulutların ardına gizlenmişti.
“Evet, sessizlik bazen çatışmadan bile tehlikelidir.”
Tam o sırada, nöbetçi kulübesinin üzerinden keskin bir ışık süzüldü. Bir işaret fişeği miydi, yoksa düşmanın dikkat dağıtmak için kullandığı bir hile mi? Askerler anında hazır pozisyon aldı. Kalplerin ritmi hızlanmış, nefesler boğaza düğümlenmişti.
Elif çadırın içinde titreyerek yerinden kalktı. Dışarıdaki gerginlik, en ufak kıpırtısıyla bile içeriyi sarıyordu. Elini kameranın üzerine koydu, ama bu kez kayda girmekten çok uzaktı. İçinden geçen tek şey, “Keşke burada olmasaydım, keşke onları tehlikeye atmasaydım…” cümleleriydi.
Cem’in gözleri karanlığı tararken bir an için uzaklarda hareket eden gölgeler seçti. Parmağını tetikte daha sıkı kavradı. Kalbinin derinliklerinde, bu gecenin sıradan bir nöbet olmayacağına dair güçlü bir his vardı…
Cem, karanlıkta kıpırdayan gölgeleri seçtikçe nefesini kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Savaşın gürültüsü susmuştu ama kalbinin çarpıntısı göğsünü paramparça edecek gibi atıyordu. Yanındaki Burak sessizce eğildi, ikisi de göz işaretleriyle anlaştı. Bu anlarda kelimeler fazlalıktı.
Gölgeler birkaç saniyeliğine kayboldu, ardından tekrar belirdi. Cem’in aklına istemsizce Elif’in öğle vakti söylediği sözler geldi: “Her şeye rağmen, insanlık ölmemeli.” O cümle, zihninin içinde yankılanırken tetiğe basmak kolay değildi. Çünkü karanlıkta gördüğü her siluet, bir düşman olabileceği kadar çaresiz bir köylü de olabilirdi.
“Hazır mısın?” diye fısıldadı Burak.
Cem başıyla onay verdi ama gözleri bir an çadırların bulunduğu tarafa kaydı. Elif’in orada, ince bir örtünün ardında olduğunu bilmek, kalbine bambaşka bir ağırlık yüklüyordu. Onu korumak için yapması gereken şey belliydi: Cesur olmak.
Birden sessizlik bozuldu. Yakınlardan gelen bir patlama sesi gökyüzünü aydınlattı. Askerler mevzilere koştu, bağırışlar duyuldu. Ama bu kez farklı bir şey vardı; düşman saldırısı tam anlamıyla bir baskın değil, daha çok bir deneme gibiydi. Birkaç el ateş açıldı, ardından gölgeler hızla geri çekildi.
Ortalık yeniden sessizliğe gömüldüğünde Cem ve Burak, nefes nefese birbirlerine baktılar. Ellerindeki tüfek hâlâ sıcak, kalpleri ise daha da ateşliydi.
Karargâhta Elif dışarı çıkmış, olup biteni endişeyle takip ediyordu. Yüzüne vuran alevlerin turuncu ışığında gözleri daha da belirginleşmişti. Cem onu o halde görünce içinden geçenleri bastıramadı: “Bu kadın… korkularının üzerine yürüyor. Benim yanımda olması gerekmez ama yine de burada. Bunu görmezden gelemem.”
Elif, Cem’in bakışlarını fark ettiğinde hafifçe başını eğdi. Kendi kendine mırıldandı:
“Sen ateş hattında bile dimdik duruyorsun. Benim korkularım sana yük olmamalı.”
O an, savaşın tüm gürültüsü aralarındaki sessizliği bozamıyordu. Çünkü göz göze geldiklerinde ne kurşunlar vardı ne de gölgeler; sadece birbirine ulaşmaya çalışan iki kalp.
Ama Cem biliyordu: Bu sessizlik uzun sürmeyecekti. Asıl fırtına henüz başlamamıştı.
Siperlerin arasında yeniden sessizlik hâkim olmuştu. Askerler, biraz önceki patlamaların bıraktığı toz bulutunun dağılmasını beklerken sadece nefes alışları duyuluyordu. Herkes tetikteydi ama bir anlığına kalplerine biraz huzur sızmış gibiydi.
Cem sırtını toprağa yasladı, alnından süzülen teri silerken gözlerini gökyüzüne çevirdi. Bulutların arasından kısa süreliğine bir yıldız göründü. O küçücük ışık, karanlığı yaran bir umut gibiydi. “Bizim için de bir yol var mı?” diye düşündü.
Elif, siperin biraz uzağında, yaralı askerlerin yanına gitmişti. Elinden geldiğince yardımcı oluyor, su taşıyor, battaniye örtüyordu. Onu izleyen Cem’in boğazı düğümlendi. Silah seslerinin arasında bile Elif’in elleri şefkat dağıtıyor, gözleri korkudan çok umutla parlıyordu.
Yanına gelen Burak, sessizce oturdu. “Komutan birazdan yeni emir verecek,” dedi. Sesinde yorgunluk vardı ama aynı zamanda güven de. Sonra Cem’in bakışlarını takip edip Elif’i gördü. Hafifçe gülümsedi.
“Biliyor musun, savaşın ortasında böyle birini yanında görmek… insana farklı bir cesaret veriyor.”
Cem başını salladı. Dudaklarının kenarında küçük bir kıpırtı oldu.
“Evet… Bazen en büyük güç, tetiği çekmekte değil, sevdiklerini koruyabilmekte.”
Tam o anda Elif onlara doğru yürüdü. Adımlarında ürkeklik vardı ama gözlerinde kararlılık. Yanlarına geldiğinde Cem’in üzerine eğildi, yumuşak ama titreyen bir sesle fısıldadı:
“Ne olursa olsun… geri dön. Bana söz ver.”
Cem derin bir nefes aldı. İçinde savaşın ağırlığıyla Elif’in isteğinin arasına sıkışmış bir sessizlik vardı. Gözlerini onun gözlerinden ayırmadan sadece şunu diyebildi:
“Döneceğim. Çünkü artık sadece görevim için değil… senin için de savaşacağım.”
Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü, ama dudaklarında küçük bir tebessüm vardı. Belki de ilk kez, korkularının yanında gerçek bir umut taşımaya başlamıştı.
Gece yeniden uğultularla sarsılmaya hazırlanıyordu, ama bu kez kalplerinde daha güçlü bir bağ vardı.
Elif’in gözlerinden süzülen yaşlar henüz kurumamışken, siperin üzerinden bir aydınlatma fişeği gökyüzüne yükseldi. Gece bir anda gündüze dönmüş, düşmanın gölgeleri toprak üzerinde belirginleşmişti. Askerler tetiklere yeniden parmak bastı.
“Hazır olun!” diye bağırdı Asım Yüzbaşı.
Mermiler yeniden yağmaya başladığında, Cem refleksle Elif’i geriye doğru çekti. “Burada fazla kalamazsın, siperin arkasında kal!” diye fısıldadı. Sesi sertti ama içinde endişenin ağırlığı vardı.
Elif başını salladı, ama gözlerinde korkudan çok kararlılık vardı. “Bu insanların yaşadıklarını dünyaya duyurmak için buradayım,” diye düşündü. Yine de Cem’in sözlerini dinledi, geri çekildi ama gözleri hâlâ onun üzerindeydi.
O esnada Kerem’in sesi yükseldi:
“Komutanım, sağ kanat sıkışıyor! Destek lazım!”
Cem dişlerini sıktı. Ellerini tüfeğine daha sıkı kenetledi. Her patlamada kulakları uğulduyor, yüreği sarsılıyordu. Ama içinde bir şey vardı: geri çekilmek değil, daha da ileri atılmak isteyen bir şey.
Bir an için aklına Elif’in az önceki sözü geldi. “Ne olursa olsun… geri dön.”
Bu cümle, kurşun seslerinden daha yüksek çınladı zihninde.
Yanındaki Burak, yüzündeki kanı silerken Cem’e baktı:
“Biliyor musun kardeşim,” dedi zor nefeslerle, “biz bu savaşta yalnız değiliz. Arkada bekleyenler, dua edenler… ve bizi hayatta görmek isteyenler var.”
Cem başını salladı. Bu söz, içindeki yükü biraz hafifletmişti.
Ardından Asım Yüzbaşı, siperin kenarından komut verdi:
“Sağ kanada üç kişi kaydırılacak! Cem, Burak, Ömer — siz gidiyorsunuz. Hızlı olun!”
Cem tüfeğini kavrayarak doğruldu. Elif’e son bir kez baktı. Onun gözlerindeki korku ile umut birbirine karışmıştı. Dudaklarını kıpırdatarak sessizce söyledi:
“Dön…”
Cem’in içinden bir sıcaklık geçti. Başını eğip hızla ileri atıldı.
Kurşunların uğultusu, patlayan el bombalarının sarsıntısı arasında hayat ve ölüm çizgisi incelmişti. Ama o an Cem biliyordu: Sadece asker olduğu için değil, kalbinin en derinindeki bağ için de savaşmaya devam edecekti.