Sabahın ilk ışıkları pencerenin tülünden sızarken, odadaki kasvetli hava hafifçe dağıldı. Elif bütün geceyi uyumadan geçirmişti; gözleri kızarmış, yüzü solgun ama kalbi dimdik ayaktaydı. Cem’in elini hiç bırakmamıştı.
Hemşire içeri girdiğinde onu hâlâ aynı pozisyonda buldu. “Biraz dinlenmelisiniz,” dedi yumuşak bir sesle. Elif, başını iki yana salladı. “Onun yanında olmadan gözlerimi kapatamam.”
O sırada Cem’in parmakları hafifçe kıpırdadı. Elif heyecanla doğruldu.
“Cem? Beni duyuyor musun?”
Göz kapakları ağır ağır aralandı. O an, Elif’in kalbi göğsünden fırlayacak gibi oldu. Günlerdir beklediği mucize karşısında, gözlerinden yaşlar boşandı. Cem’in dudakları kuruydu, sesi kısık çıktı:
“Sen… buradasın.”
Elif hıçkırarak onun ellerini öptü. “Hiç gitmedim, hiç gitmeyeceğim.”
Ama bu sevinç anı uzun sürmedi. Çünkü Cem’in bakışlarında derin bir gölge vardı. Gözleri hastane odasının beyaz tavanına kayarken dudaklarından şu cümle döküldü:
“Bizi bulacaklar… Burada bile güvenli değiliz.”
Elif dondu kaldı. “Ne demek istiyorsun?”
Cem derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. Sesinde hem acı hem kararlılık vardı:
“Elif, benim geçmişim… sandığından daha karanlık. Buraya kadar gelmeleri an meselesi. Eğer sana zarar verirlerse bunu asla affedemem.”
Elif onun sözlerini dinlerken içinde bir savaş başladı. Aklı korkuyordu, ama kalbi vazgeçmeyi reddediyordu. Elini daha sıkı tuttu.
“Bırak gelsinler. Ben senden korkmuyorum, senin geçmişinden de. Sadece senden vazgeçmekten korkuyorum.”
Cem’in gözleri doldu. O an ikisinin de bildiği tek şey vardı: Bu aşk artık sadece bir duygu değil, bir mücadeleydi. Onları birbirine bağlayan şey, kanla yazılmış bir kaderin ortasında filizlenen umuttu.
Cem’in gözleri hâlâ yorgun, nefesi düzensizdi. Ama dudaklarının kenarında beliren hafif gülümseme, Elif’in bütün acısını bir anlığına unutturdu. Onun hâlâ savaşacak gücü vardı ve bu, Elif için her şeyden önemliydi.
“Cem,” dedi Elif titreyen sesiyle, “geçmişinden, düşmanlarından bahsediyorsun. Ama ben hiçbir şey bilmiyorum. Bana anlatmazsan, nasıl yanında dimdik durabilirim?”
Cem gözlerini kapadı, bir süre sustu. O sessizlik, duvarlardan yansıyan ağır bir yankı gibiydi. Sonunda kısık bir sesle konuştu:
“Beni tanıdığını sandın, ama buzdağının sadece görünen kısmını gördün. Asıl olan, altta kalan kısım… işte o, seni korkutabilir.”
Elif gözyaşlarını sildi, başını eğmeden kararlı bir şekilde cevap verdi:
“Ben zaten korkuyorum Cem. Ama senden değil, seni kaybetmekten.”
Cem’in boğazı düğümlendi. Gözleri Elif’in gözlerinde kilitlendiğinde bütün savunmaları yıkılmış gibiydi. Elif’in o gözlerindeki inanç, onun yıllardır kaybettiği güvenin yeniden doğmasına neden oluyordu.
Tam o sırada kapı aniden açıldı. İçeri giren doktor ve iki hemşire o anın ağırlığını dağıttı. Doktor, Cem’in dosyasına göz atarken ciddiyetle konuştu:
“Durumu stabil ama risk hâlâ geçmedi. En ufak bir stres, yeni bir kriz tetikleyebilir. Bu yüzden hastayı sarsacak konuşmalardan uzak durmalısınız.”
Elif başıyla onayladı ama kalbi buna katılmıyordu. Çünkü biliyordu ki Cem’in iyileşmesi için sadece ilaçlar değil, gerçeği konuşmak da gerekiyordu.
Doktor çıktıktan sonra, odada sessizlik çöktü. Sadece monitörün düzenli bip sesleri duyuluyordu. Elif, Cem’in elini yeniden avuçlarının içine aldı.
“Beni dışarıda bırakma Cem. Her ne yaşandıysa, ben bunun bir parçasıyım artık. Sana dokunan her şey bana da dokunuyor.”
Cem derin bir nefes aldı. Dudakları titredi, gözleri bir anlığına uzaklara kaydı.
“Benim soyadım Erden, bunu biliyorsun. Ama belki bilmediğin şey, bu ismin İstanbul’un yeraltı dünyasında çok ağır bir karşılığı olduğudur. Ben sadece bir adam değilim Elif… bir mirasın, bir lanetin taşıyıcısıyım.”
Elif’in içinden geçen ilk şey şoktu. Ama o şok, hızla yerini meraka ve öfkeye bıraktı.
“Demek bana hiçbir şey söylemedin? Bütün bu kan, bu çatışmalar… hepsi senin yüzünden mi?”
Cem gözlerini kapadı, omuzları sarsıldı. “Evet,” dedi neredeyse fısıldar gibi. “Ama inan bana, ben bu yola kendi isteğimle girmedim. Babamın hataları, ailemin günahları beni buna sürükledi. Ben sadece çıkış yolu aradım… ama her yol daha derine çekti.”
Elif gözyaşlarını tutamadı. Ama bu gözyaşları yalnızca korkudan değil, aynı zamanda onun içindeki çatışmadan da doğuyordu. Çünkü Cem’e kızıyordu ama ondan kopamıyordu.
Bir süre hiçbir şey söylemedi. Sonra derin bir nefes alarak kararlı bir sesle konuştu:
“Bana gerçekleri anlatmaya devam et. Kaç kişi düşmanın? Neden peşindeler? Bunu bilmeden ne seni ne de kendimi koruyabilirim.”
Cem, Elif’in yüzüne baktı. Onun bu kararlılığı, içinde uyuyan savaşçıyı uyandırıyordu. Bir kadın, bu kadar korkusuz olamazdı. Ama Elif, işte tam da bu yüzden farklıydı.
“Çok düşmanım var Elif,” dedi Cem yavaşça. “Beni öldürmek isteyen sadece sokak çeteleri değil, ailemin eski ortakları, ihanete uğramış dostlar, kan davası güden insanlar var. Ve hepsi bir şekilde bana ulaşmayı başarır. Hastane bile güvenli değil. Çünkü onlar paranın ve gücün olduğu her yere sızabilir.”
Elif’in kalbine buz gibi bir korku yayıldı ama dudaklarından dökülen cümle yine de güçlüydü:
“O zaman ben de senin düşmanlarınla savaşırım. Kalemimle, kameramla, sözümle. Onların pisliklerini ortaya dökerim. Sen silahınla savaşırken ben de gerçeği yayarım.”
Cem’in yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. O an, Elif’in sadece bir muhabir değil, onun kader ortağı olduğunu anladı.
Fakat ikisi de biliyordu ki sözler artık yeterli değildi. Çünkü dışarıda birileri çoktan hareket geçmişti. Ve bu odanın kapısı, belki de gelecek fırtınanın ilk hedefiydi.
Koridordan gelen ağır bot sesleri, Elif’in kulaklarına çarpınca içi ürperdi. Bu, sıradan hemşire ya da hasta yakınlarının ayak sesine benzemiyordu. Ritmik, kararlı, eğitimli… tıpkı kışlada duyulan türdendi.
Cem, refleksle yatağında doğrulmaya çalıştı ama ağrıyla geri düştü. Elif hızla eğildi, “Ne yapıyorsun, daha yeni iyileşmeye başlıyorsun!” dedi.
Cem’in gözleri sertleşti. “O sesleri tanıyorum Elif. Bu, bizim çocuklardan değil. Bunlar sızmışlar.”
Elif’in boğazı kurudu. “Sızmak mı?”
Cem başını zorla kaldırıp fısıldadı:
“Beni buradan almak istiyorlar. Ya sağ, ya ölü… Ama sen burada olduğun için iş kolay olmayacak. Gazeteci olduğun için seni de hedef alabilirler.”
O sırada kapı aralandı. İçeri giren iki asker görünümlü adam, dosya taşır gibi rol yapıyordu ama Cem’in bakışlarından kaçamadı. “Bunlar Erden ailesine düşman gruplardan,” dedi Cem dişlerinin arasından.
Elif’in kalbi hızla çarptı. Bir karar vermesi gerekiyordu. Ya bağıracak ve dikkat çekecekti ya da sessizce davranacaktı.
Ama o sırada gerçek bir askeri devriye koridorun köşesinden göründü. Üniformalar tertipliydi, omuzlarında ay yıldızlı arma parlıyordu. Askerlerden biri yüksek sesle seslendi:
“Durun! Kimliğinizi gösterin!”
İki sahte asker, bir anlık tereddütten sonra silaha davrandı. Koridor bir anda kurşun sesleriyle yankılandı. Camlar parçalandı, Elif çığlığını zor tuttu. Cem, refleksle Elif’i yere çekti.
Asıl askerlerden biri yaralandı ama diğerleri hızlı refleksle karşılık verdi. Çatışma kısa sürdü. İki saldırgan da yere yığıldı. Kan kokusu, hastane koridoruna karıştı.
Bir yüzbaşı, odaya girip sert ama güven verici bir sesle konuştu:
“Komutanım, durum kontrol altında. Sizi güvenli bölgeye götüreceğiz.”
Elif şaşkınlıkla yüzbaşıya baktı. “Komutanım mı?” diye sordu. Cem gözlerini kaçırdı. O ana kadar sadece bir astsubay olduğunu bilmişti. Oysa bu askerler ona “Komutanım” diye hitap ediyordu.
Elif’in zihni altüst olmuştu. “Sen bana hiçbir şey anlatmadın Cem…” diye fısıldadı.
Cem, yorgun ama kararlı bir ifadeyle cevap verdi:
“Benim kim olduğum, seni korumak içindi. Ama artık saklayamam. Ben sadece bir görevli değilim, özel operasyon birliğinin kara listesinde adı geçen biriyim. Hem hedefim, hem de hedef alanım çok.”
Yüzbaşı araya girdi:
“Konuşmaları sonra bırakın. Bölge güvenli değil. Helikopter birazdan pistte olacak. Hareket etmemiz lazım.”
Elif şaşkınlık içinde Cem’in yatağını sürüklemeye yardım eden askerlere baktı. Onu apar topar güvenlik bölgesine götürüyorlardı.
İçinde bir korku vardı ama aynı zamanda kalbinde derin bir gurur doğuyordu. Çünkü anlıyordu ki Cem, sadece yaralı bir adam değil; ülkesinin en kritik sırlarını taşıyan bir askerdi.
Ve şimdi, bu sırlar yüzünden hem onun hem de kendi hayatı bir savaşın tam ortasındaydı.