BÖLÜM 35- GERÇEĞİN SESİ

1124 Kelimeler
Silah sesinin yankısı vadide uzun süre dolaştı. Herkes donmuş gibiydi; zaman sanki birkaç saniyeliğine duraklamıştı. Cem refleksle Elif’i yere itti, kendisi de hemen siper aldı. Kalp atışları kulaklarında yankılanıyordu. “Herkes mevzi alsın!” diye bağırdı ama sesi çatlamıştı. Elif toprağa kapanmış, kulaklarını kapatmıştı. O an her şey sisliydi; hem çevresi hem de zihni. Gözlerini açtığında Cem’in yüzü birkaç metre ötede, kararlı ama bir o kadar da korkuyla gerilmişti. Onun bu halini ilk kez görüyordu. Savaşın, kayıpların, sessizliğin ve acının onu nasıl şekillendirdiğini fark etti o anda. Cem el işaretiyle iki askeri ileri gönderdi, sonra Elif’e döndü. “Burada kal demiştim.” Sesi yumuşak değildi artık; yorgun ve kırgındı. “Orada birini gördüm,” dedi Elif, sesi titreyerek. “Cem, o Emir’di. Onu gömdüğümüzü biliyorum ama…” Cem sözünü kesti. “Elif, bu savaşta insanlar sadece bedenleriyle değil, anılarıyla da kaybolur. Gördüğün şey gerçek değil.” Elif başını iki yana salladı. “Gerçekti. Gözlerinin içindeki ışığı bile gördüm.” Cem bir an sustu, nefesini tuttu. Çünkü o da az önce sisin ardında bir siluetin kıpırdadığını görmüştü. Ama Elif’in korkusunu büyütmemek için bunu dile getirmedi. Silahını kavrayıp yavaşça ileri çıktı. Her adımı toprağın neminde yankılanıyor, ayak sesleri sisin içinde kayboluyordu. “Cem, dur!” diye fısıldadı Elif, ama Cem arkasına bile bakmadı. O ilerledikçe sis dağılıyor, geride bırakılan gölgeler birer hayale dönüşüyordu. Derken, yerde bir şey parladı. Cem eğilip baktı — çamurun içinden bir kurşun kovanı çıkarıp eline aldı. Üzerinde kazınmış bir harf vardı. “E.” O an Elif’in kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. “Görüyor musun?” dedi, gözleri büyümüş, sesi boğulmuş halde. “E harfi! Emir!” Cem bir süre sessiz kaldı, sonra derin bir nefes alıp başını kaldırdı. “Hayır Elif… Bu, bizim birliğimizin işareti. Bu bölgeye bizden başka kimse ateş açmadı.” Elif’in dudakları aralandı. “Yani… biri bizi yanlışlıkla mı vurdu?” Cem’in bakışları karardı. “Ya da biri bilerek yaptı.” O anda telsizden kesik bir ses geldi: “Komutanım… kuzey hattında bir hareketlilik var! Sanki biri bizim rotamızı biliyor!” Cem’in yüzündeki ifadeyi gören Elif, artık bu savaşın sadece iki cephe arasında olmadığını anlamıştı. Düşman artık dışarıda değil, içeride bir yerdeydi. Cem hızla telsizi kapattı, gözleri etrafı tararken sesi neredeyse fısıltıya dönüşmüştü. “Elif, burada kal demiştim ama artık geri dönemezsin. Eğer biri bizim rotamızı biliyorsa… seni de hedef alabilir.” Elif nefesini tutarak başını salladı. Kalbindeki korku büyüyordu ama içinde başka bir şey daha vardı — gerçeği bulma isteği. “O zaman bu gerçeği birlikte bulacağız,” dedi sessizce ama kararlılıkla. Cem, onun gözlerindeki o ışıltıya baktığında ilk karşılaştıkları günü hatırladı. Şehrin ortasında, kamerayı elinde tutan, korkusuz bir gazeteciydi o. Şimdi ise savaşın tam kalbinde, kurşunların gölgesinde bile kalemini bırakmayan bir yürek olmuştu. “Tamam,” dedi Cem sonunda, kararlı bir sesle. “Ama söz ver — ne olursa olsun, bir emrimi daha çiğnemeyeceksin.” Elif başını salladı, gözlerini Cem’den ayırmadan. “Söz.” Birlik sessizce ilerlerken sis iyice yoğunlaşmıştı. Her adımda çevre daha da belirsizleşiyor, sadece kalp atışları ve nefes sesleri duyuluyordu. Bir noktada Cem durdu, elini kaldırdı. “Herkes mevzi alın!” Elif çevresine baktı ama hiçbir şey göremedi. Derken uzaktan bir ses duyuldu — bir tıkırtı, ardından taşların devrilme sesi. Cem hızla doğruldu, silahını kaldırdı. “Kim var orada?” diye bağırdı ama karşılık gelmedi. Saniyeler sonra bir gölge aniden önlerinden geçti. Cem refleksle ateş etti, kurşun sisin içinde kayboldu. “Elif! Geride kal!” dedi ama Elif zaten Cem’in birkaç adım arkasına geçmişti. Sisin içinden gelen nefes sesleri artıyordu. Sanki birileri onları kuşatmıştı. Cem bir yöne, askerler diğer yöne döndü. Aniden bir el bombası sesi duyuldu. Patlama, toprağı yerinden oynattı, taş ve toz bulutu her yanı sardı. Elif yere düştü, kulakları uğulduyordu. Cem hemen onun yanına koştu, omzundan tutarak “İyi misin?” diye bağırdı. Elif başını salladı ama yüzü bembeyazdı. “Cem…” dedi, sesi kısık bir fısıltıya dönüşmüştü. “O… o sesi duydun mu?” Cem bir şey soramadan ikinci bir patlama daha oldu. Bu kez çok yakındı. Elif, Cem’in önüne atıldı. Toz bulutu her şeyi yuttu. Ve o anda… Cem yalnızca Elif’in ismini haykırabildi: > “Elif!” Sisin içinde yankılanan o çığlık, yalnızca bir ad değil… kalpten kopan bir yakarıştı. Sis dağılırken Cem dizlerinin üzerine çöktü, elleriyle toprağı yokladı. Toz bulutunun arasında Elif’i göremiyordu. Boğazı düğümlendi, kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. “Elif!” diye bir kez daha bağırdı. Cevap yoktu. Kerem koşarak yanına geldi, gözleri korkuyla doluydu. “Komutanım, mevzi dağıldı! Arkadan da ateş açıyorlar!” Cem dişlerini sıktı. “Öncelik Elif!” dedi öfkeyle. “Onu bulmadan geri çekilmek yok!” Kerem bir an tereddüt etti. “Ama—” Cem onu susturdu. “Bu emir.” Sis biraz daha dağıldığında Cem yerde bir iz gördü. Elif’in kalemiydi — üzerinde kan vardı. Cem onu avuçladı, parmaklarının arasına sıkıştırdı. “Buradaydı… çok yakın,” diye mırıldandı. O sırada telsizden boğuk bir ses geldi: > “Komutanım… biri kuzey hattında hareket ediyor. Siluet belirsiz ama… bizden değil!” Cem hemen ayağa kalktı. “Koordinat gönder!” > “Gönderemiyorum… sinyal bozuluyor… sanki…” Telsiz cızırtıyla kesildi. Cem başını kaldırdı, gözlerini sisin içine dikti. O anda, uzakta bir gölge belirdi. Elinde bir şey taşıyordu — sanki birini sürüklüyordu. Cem silahını kaldırdı ama parmağı tetiğe gitmedi. Çünkü yerde sürüklenen kişi, Elif’e benziyordu. Kalbi göğsünde çarparken koşmaya başladı. Kerem arkasından bağırdı ama Cem duymadı bile. Her adımda sis biraz daha yoğunlaştı, nefesi kesiliyordu. Ve sonunda… o gölge bir kayanın arkasına kayboldu. Cem oraya vardığında sadece Elif’in ceketi kalmıştı. Kanlıydı. Ama en korkuncu, ceketin cebine sıkıştırılmış bir nottu. Notun üstünde sadece üç kelime yazıyordu: > “Geçmiş seni bulur.” Cem’in elleri titredi. Bu yazı Elif’in el yazısına benziyordu — ama bir farkla. Harflerin arasında, sanki başka biri yönlendirmiş gibi titrek, bozulmuş bir çizgi vardı. Rüzgâr uğuldadı. Savaşın sesi geride kalmış, yerini tekinsiz bir sessizlik almıştı. Cem o an anladı… Bu artık sadece bir savaş değildi. Bu, birinin onları tek tek yok ettiği bir oyundu. Cem başını kaldırdı, kararan gökyüzüne baktı. Yağmur ince ince yağmaya başlamış, kanla karışarak toprağa sinmişti. Elif’in ceketi hâlâ avuçlarının arasındaydı; parmak uçlarıyla tuttuğu kumaş, sanki onun nabzını arar gibiydi. Arkasından yaklaşan Kerem’in sesi neredeyse fısıltıydı: “Komutanım… burada bir iz daha var.” Cem hemen eğildi. Çamura gömülmüş, küçük bir metal parçası parlıyordu — mermi çekirdeği değil, bir kolye ucu. Elif’in boynunda gördüğü kolye… bir zamanlar ona "Bu bana ilham veriyor," dediği anı hatırladı. Cem’in yüzü kasıldı. O an gözlerinde bir şey yandı: korkuyla karışık öfke. “Bizi kandırıyorlar,” dedi, sesi karanlık bir yankı gibi çıkıyordu. “Ama Elif hâlâ hayatta. Çünkü eğer ölmüş olsaydı, bunu bana göstermek için uğraşmazlardı.” Kerem sessiz kaldı. Cem, kolyeyi cebine koydu ve sisin içine baktı. “Bize bir mesaj veriyorlar, Kerem… ama bu mesajı çözene kadar kimse güvende değil.”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE