Elif’in elinden çıkan tek kurşun, düşmanın ilerleyişini bir anlığına durdurmuştu. Nefesi hâlâ kesik kesikti, parmakları titremeye devam ediyordu. Ama gözleri Cem’in yüzünden ayrılmadı. O tek atış, onu kurtarmış mıydı, yoksa sadece zaman mı kazandırmıştı bilmiyordu.
Askerler mevzilerde ölümüne çarpışıyordu. Kurşunların çarpmasıyla taşlar paramparça oluyor, alevler gökyüzünü yalayıp duruyordu. Her çığlık, her düşen beden, Elif’in içine işliyordu. Artık sadece tanık değildi; bu cehennemin bir parçasıydı.
Ali, bir asker yardımıyla sürüklenerek daha güvenli bir noktaya taşınmıştı. Ama onun gözleri de hep Cem’i arıyordu. Zayıf bir sesle mırıldandı:
“Komutan… bırakma bizi.”
Cem, yarı baygın halde, dudaklarından belli belirsiz bir fısıltı döküldü:
“Buradayım…”
Elif’in kalbine bir umut kıvılcımı düştü. Ama hemen ardından kulakları sağır eden bir patlama daha oldu. Kayalardan biri çöktü, iki askerin üzerine devrildi. Çığlıklar yankılandı. Elif donakaldı, nefesi boğazına düğümlendi.
Teğmen küfürler savurarak ileri atıldı, askerleri yönlendirmeye devam etti. “Onları bırakmayın! Hep birlikte çıkacağız buradan!”
Ama gerçek acımasızdı: Her dakika kayıplar artıyordu. Düşman bitmek bilmiyordu.
Elif, Cem’in yanına daha da kapandı. Ellerini onun kanlı üniformasına bastırırken gözlerinden yaşlar süzüldü. İçinden sessizce haykırıyordu:
“Ne olur ölme… Bu savaş seni benden alamaz.”
Ve o anda, telsizden karargâhın sesi geldi.
“Takviye birlik yolda, ama en az otuz dakika sürecek.”
Otuz dakika… Bu cehennem içinde otuz dakika bir ömür kadar uzundu.
Teğmen, bu haberi duyunca yüzünü buruşturdu. Gözlerini askerlerine çevirdi, sonra kısa bir an için Elif’e baktı. O bakışta sadece bir emir değil, bir gerçeklik vardı:
“Ya dayanacağız… ya da burada biteceğiz.”
Elif’in etrafında zaman sanki ağırlaşmıştı. Her patlama, her kurşun sesi, beyninde yankılanan bir çığlığa dönüşüyordu. Düşen bedenlerin görüntüsü gözünün önünden gitmiyor, kulaklarında yaralıların inlemeleri çınlıyordu. Bu, haberlerde gördüğü ya da satırlara döktüğü savaş değildi; bu, iliklerine kadar işleyen çıplak bir ölüm gerçeğiydi.
Az önce kayaların altında kalan iki askere ulaşmaya çalışan bir grup, çaresizce enkazı kaldırmaya çalışıyordu. Birinin sesi giderek kısılıyordu. Elif’in kalbi parçalandı. Yanına koşmak istedi, ama Cem’in başından ayrılamadı. Ellerine yapışan kan, onun zinciri olmuştu sanki.
Teğmen öfkeyle bağırdı:
“Onları çıkarın! Nefes alıyorlar, bırakmayın!”
Ama birkaç saniye sonra gelen sessizlik, her şeyden daha yıkıcıydı. Elif’in gözleri, askerlerin çöken yüzlerine kaydı. Bir başka kayıp daha verilmişti.
Elif, dişlerini sıktı, gözyaşlarını tutamadı. İçinde bir ses haykırıyordu: “Bu insanlar sadece isimlerden ibaret değil, hepsinin bir hayatı, bir ailesi var. Ve ben onların acısına şahitlik ediyorum.”
Cem, göz kapaklarını zorlukla araladı. Dudakları çatlamış, sesi kısık bir fısıltıydı.
“Elif… korkma…”
Elif başını eğdi, onun yüzüne daha da yaklaştı. “Benim için değil… onlar için korkuyorum,” dedi gözyaşları yanaklarından süzülürken.
O sırada bir mermi, Cem’in başının hemen yanındaki taşa saplandı. Elif irkildi, neredeyse üzerine kapanıyordu. Bu kez korku değil, öfke vardı gözlerinde. Tabancayı eline aldı, titreyerek kayaların arasından doğrulttu.
Parmağı tetiğin üzerinde bekledi. İçinden geçenleri bile sorgulamadan, gözlerini kısıp nefesini tuttu. Ve ateş etti. Düşmanın biri sendeleyip geriye düştü. Elif’in yüreği sıkıştı; ilkini az önce, şimdi de ikinci kez… artık geri dönüşü olmayan bir yola girmişti.
Teğmen, onun yaptığını görüp kısa bir an için başını salladı. “İşte bu! Burada herkes savaşçı!” diye bağırdı.
Ama Elif’in içi yanıyordu. O, savaşçı olmak istememişti. Ama bu cehennemde hayatta kalmanın başka yolu yoktu.
Gece, gittikçe ağırlaşıyor gibiydi. Her saniye daha çok mermi, daha çok patlama, daha çok çığlık… Zaman, kanın ve barutun kokusunda eriyip gidiyordu. Elif, Cem’in solgun yüzünü izlerken içindeki korku ile öfke birbirine karışıyordu. Onu yaşatmak için mücadele ediyordu, ama aynı zamanda etrafında ölenlerin ağırlığı omuzlarına çöküyordu.
Teğmen, kayaların arkasında mevzi almış askerlerin yanına sürünerek geçti. Yorgunluk yüzüne kazınmıştı ama sesi hâlâ güçlüydü:
“Dinleyin beni! Takviye yolda, sadece biraz daha dayanacağız. Bu toprağı onlara bırakmayacağız!”
Bir asker, gözlerini kısmış, dişlerini sıkarak karşılık verdi:
“Komutanım, mühimmat azalıyor…”
Teğmen bir anlık sessizlikten sonra başını salladı. “Mühimmat azalır ama yürek bitmez!” dedi gür bir sesle.
Elif bu sözleri duyduğunda boğazı düğümlendi. Bu adamlar, hayatlarının son dakikalarını bile cesaretle dolduruyorlardı. Kalemiyle yazacağı hiçbir cümle, bu anın ağırlığını anlatamazdı. Artık o, sadece şahit değil, bu hikâyenin yaşayan parçasıydı.
Cem, bayılmak üzereyken Elif’in bileğini yakaladı. Gücü tükenmişti ama bakışları hâlâ sertti.
“Beni bırakma…”
Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü. “Sana söz verdim, bırakmam. Buradan birlikte çıkacağız.”
Tam o sırada düşman, yoğun bir ateşle bir kez daha ilerlemeye başladı. Askerler kurşun yağmuruna karşılık verdi. Mevziler titredi, kayaların parçaları etrafa saçıldı. Bir an için herkesin nefesi tutuldu.
Ve telsizden, umutla beklenen o ses yankılandı:
“Takviye birlik beş dakikaya varacak!”
Beş dakika… Bu cümle, yorgun bedenlere yeniden can verdi. Ama aynı zamanda korkuyu da büyüttü: Ya o beş dakikada dayanamazlarsa?
Elif, tabancayı daha sıkı kavradı. Cem’in yanına kapanarak dişlerinin arasından fısıldadı:
“Dayan Cem… sadece beş dakika…”
Ama kalbinin derinliklerinde, bunun yalnızca beş dakikadan ibaret olmadığını biliyordu. Bu, hayatlarının en uzun beş dakikası olacaktı.
Gecenin karanlığına karışan silah sesleri, yıldırımlar gibi gökyüzünü yırtıyordu. Askerler, son mermilerine kadar savaşırken yüzlerinde yalnızca tek bir ifade vardı: Vazgeçmemek.
Elif’in kulakları uğulduyordu. Her patlama, bedenini yerinden sıçratıyor ama ellerini Cem’in yarasından çekmesine engel olamıyordu. Dudakları kurumuş, nefesi kesilmişti. Yalnızca kalbinin deli gibi çarpışı vardı.
Bir asker, yaralı halde sürünerek yanlarına geldi. Elif onun kanlı yüzüne baktığında kalbi bir kez daha parçalandı. Adam, gözlerini zorla açık tutarak Cem’e baktı.
“Komutan… bizi… bırakma…” dedi, sonra bilincini kaybetti.
Elif’in boğazı düğümlendi. Onun ellerini tuttu ama askerin bedeni soğumaya başlamıştı bile. İçinde bir çığlık yükseldi, ama sesini çıkaramadı.
Telsizden yine çatallı bir ses geldi:
“Takviye yaklaşıyor, konumunuzu koruyun!”
Ama düşman, karanlığın içinden hiç bitmeyecekmiş gibi akıyordu. Elif, tabancayı titreyen elleriyle kavradı. Gözlerini Cem’in solgun yüzünden ayırmadı. İçinden fısıldadı:
“Beni bırakma… ben de seni bırakmayacağım.”
O an, siperin tam önüne bir el bombası düştü. Gözleri büyüdü, nefesi kesildi. Zaman ağır çekime girmiş gibiydi.
Elif’in gözleri bombaya kilitlenmişti, kalbi boğazına tırmanmış gibiydi. Bir saniye bile düşünmeden Cem’in üzerine kapandı, sanki kendi bedeniyle onu koruyabilirmiş gibi. Çevresindeki askerler de refleksle yere atıldı. Sonra gökyüzünü yırtan bir patlama, siperin içine ölümcül bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü yaydı.
Toprak ve taş parçaları üzerlerine yağarken, Elif kulaklarında çınlayan uğultudan başka hiçbir şey duyamadı. Zaman sanki durmuştu; nefes alamıyor, göz gözü görmüyordu. Tek bildiği şey, kollarının altındaki Cem’in varlığıydı. Onun nefesini hissedemediği her an, kalbinin biraz daha paramparça olmasına neden oluyordu.