***
Bakışlarımı "Mavi Kuş Kitabevi" tabelasına diktim. Buraya ilk geldiğim gün gözlerimin önünde film şeridi gibi geçip gidiyordu; akmış siyah göz boyası, yıpranmış siyah elbisem, kalbimdeki sancı ile bu kitabevinin önünde oturmuş kaderimin bana oynadığı bu acımasız oyuna sitem ediyordum. Ta o zamanlar anlamıştım benim hikayemin bitmediğini aksine daha yeni başladığını. O gece işte lanetin üzerime sindiği gece idi. Suskun bakışlarımın arkasında feryat figan eden kız çocuğu var idi. Ben o kız çocuğunu o gece gömsem de, aslında hiç bir zaman ölmeyecektim. Olan bir hadiseyi kendi hatam belleyecek, asla kendimi günahlandırmaktan kaçınmayacaktım.
Gündüz yavaş yavaş yerini geceye bırakırken, kendimi nereye atacağımı bilememiştim. Eve gitmek, onun kokusunu solumak istemiyordum. Eğer ciğerlerime aksa onun kokusu, yapamazdım. Hayatıma devam edemezdim. Aslına bakarsak böyle de devam etmek istemiyordum. Daima hatırımda kalacak bu anı ile yaşamak istemiyordum. Başım önüme düşerken oturduğum beton kaldırıma ellerimi yasladım. Sadece dudaklarımda "Üzgünüm," lafı dolanıp duruyordum.
Üzgündüm, olanlar için ve olacaklar için.
Bir çift sivri uçlu ayakkabı ile bakışlarımı soğuk betondan çektim. Başımı kaldırdığımda yaşlı bir amcanın karşımda durup bana baktığını gördüm. Yaşlı gözlerimle gözlerinin içine baktım. O an sanki kendimi görmüştüm; hafifçe irkildim, bu amcanın gözlerinde ben, benim gözlerim de ise onun acılarını gördüm. Ben aslında onun göz bebeklerinde kendi acımı görmüştüm. Titreyen bedenim ile bir az daha gözlerine odaklandım. Göz kenarları hayatında yaşadığı hüznü, kaybettiklerinin acısını belli etmek istercesine kırışmıştı. Neden burada oturduğumu yada neden üzgün olduğumu sormadan yüzünde beliren içten gülümsemesi ile bana yıllarının eziyetini çekdiği yıpranmış elini uzattı. içten gülümsesi dedim çünkü, bana acıyarak değil de, yardımda ederek bakıyordu ve üstelik gülümsemesi ile kendimi daha rahat hissetmemi sağlamıştı. O an gözlerime takılı kalan tek şey bana uzattığı hafif buruşmuş eliydi
Bir kez daha uzatılan el.
Bir kez daha tereddütsüz tutulan el.
İşte o günden sonra Ali dayı benim hayatımda en değerli insan oldu. Yaşadıkları belkide bir insana göre çok ağırdı fakat Ali dayı yaşadıklarına rağmen şükür ediyordu. Bundan kötü günler görmediği için Rabbime dua ediyor, her gün nefes aldığı bu hayata minnetlerini sunuyordu. Lakin ben onun gözlerinde tükenmişliği görüyordum. Çünkü bir insanın tükenmişliği ne demek biliyordum zira her aynanın karşısında gözlerimin en derininde görüyordum o duyguyu.
Nasıl çaresiz olduğumu, ölmeyi yaşamaktan çok yeğlediğimi görüyordum.
Aslına bakarsan onun şükretmesi bile onun ölümü iple çekmesinden haber veriyordu. Evet, Ali dayı ölümü için bile şükrediyordu. Çünkü çekdiği acıların hepsini bir avuç toprakla örteceğini umuyordu. Zaten böyle değil miydi? Tüm hayatımız boyunca yaptığımız hatalarımız, gülüşlerimiz, mutluluğumuz eninde sonunda bir avuç toprakla son bulacaktı.
Küçük adımlar ile kitabevinin kapısına doğru yürümeye başladım. Avucum kapının tokmağına değdiğinde irkilmeden edememiştim. Buraya gelemeyeli bir kaç gün olsa bile garip hissettiriyordum. Sanki bir az kırılmış ve yıpranmış gibi hissediyordum; bunun sebebi belki de anıların üzerimde bıraktığı etkiydi. Açıldığını belli eden küçük zil sesi ile bana dönen bir çift yaşlı yeşiller bir oldu.
"Melina kızım, hoş geldin. Gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydin?" diyerek dünyaya göğüs gelebilecek kadar güçlü kollarını etrafıma sardı. Bu hissi özlemiştim; bana sarılarak baba şefkatini hissetmeyi özlemiştim.
"Hoş buldum, Ali dayı. Biliyorum 2 gün demiştim ama biliyorsun-"sona doğru kısalan sesimle Ali dayının bakışlarında baba şefkatini tekrar görmüştüm. Sözümü keserek:
"Biliyorum kızım. Sadece bu kadar geç geleceğini tahmin etmemiştim." diyerek sağ elini sol omzuma koyup, hafifçe sıktı. Ali dayının en sevdiğim özelliği de buydu; bana hiç acımaması. Başka insanlardan farkı da budur. Çoğu insan Ali dayıyı çok severdi. Onun bir gülüşü bile senin içini ferahlatır aynı zamanda huzurla doldururdu. Bana yalnız kaldığım zamanlarda çok destek olmuş ve her zaman üzerim hücum eden düşüncelerimden korumuştu. Düşüncelerime son vererek gülümsedim.
"Ben bilirim de ama sen gel de bunu küçük hanıma anlat." diyerek bakışları ile meyve suyunu içen minik Asya'yı gösterdi. Elinde anladığım kadarı ile küçük hikayelerden oluşan kitabı tutmuş okumaya çalışıyordu. Bacak bacak üstüne attığı tek ayağını sallıyor aynı zamanda dudaklarını büzüyordu. Bu onun huyuydu. Sıkıldığında ya da heyecanlı olduğunda ayağını sallar, dudaklarını büzerdi. Bu haline gülümsemeden edemedim. Minik burnu, iri, yeşil gözleri ile çok tatlıydı. Onu olmayan kardeşim gibi çok seviyordum. Gözlerimiz kesiştiğinde içtiği meyve suyunu ve elinde tutduğu kitabı bırakarak, bana doğru koşmaya başladı. Onu koltuka altlarından kaldırarak kucağıma aldım ardından, kendime çekip sıkıca sarıldım. Bebek kokusunu içime çekerek sarı saçlarına öpücükler kondurdum. Minik elleri ile boynuma sıkıca sarılıp,
"Melina abla, nerdeydin? Kaç gündür seni bekliyorum. Ali dayı da benimle oyun oynamıyor. Yalnız kaldım burada." diyerek alt dudağını sarkıttı.
Asya'nın arkasında durmuş bizi sevgi dolu gözleri ile izleyen Ali dayı'ya bakışlarımı çevirdim. Bizi hep böyle gördüğünde duygulanırdı. Ona geçmiş ailesini hatırlattığımızı biliyordum. Onu böyle görünce bende duygulanıyordu; çünkü her zaman gözleri gülen adamın bir parça bulutlar görmek beni üzüyordu.
Ali dayı kızını ve karısını bir yangında kaybetmişti. Onları her hatırladığında gözlerinin önünde beliren kara dumanı çekemiyordu işte. Onları ne kadar özlediğini çok iyi anlıyordum. Çünkü bir insanın ailesini kaybetmesi ne demek en iyi şekilde biliyordum.
Gözlerimin dolduğunu hissettiğimde bir kaç defa kırpıştırarak onları geri göndermeye çalıştım. Bakışlarımı minik Asya'ya çevirdiğimde bana merak dolu olan bakışları ile karşılaştım. Her şeyi fazla merak eder ve fazla soru sorardı. Doğrusu bu huyunu seviyordum fakat bazen beni zor duruma sokuyordu. Ali dayı bize yaklaşarak;
"Asya yavrum, Melina ablan şimdi bir azcık yorgun onu biz rahatsız etmeyelim. Hadi biz lunaparka gidelim. Hem o da yeni gelen kitapları düzenler." Dediğinde Asya'nın mutluluğu gözlerinden bile okunuyordu. Kucağımdan inip Ali dayının karşısında durup, ellerini çırpmaya başladı. Mevzu lunapark olunca Asya'da akan sular dururdu. Bunu çok güzel biliyordum. Onun bu tatlı hareketleri karşısında yüzümde geniş bir gülümseme belirdi.
"Yaşasın! Yehu!" diyerek daha çok bağırmaya, gülmeye başladı. Haberini bile duyunca bu kadar seviniyorsa oraya gidince ne yapacaktı acaba? Yüzümdeki gülümseme ile Asya'ya baktım. Onun da bizden farkı yoktu. Kanatları hayat tarafında kırılmış, yıpranmış ve kanamıştı. Küçük yaşına rağmen ilk tekmesini hayattan yemişti. Ailesi 8 yaşındaki Asya'yı 6 yıl önce bir yetimhaneye bırakmışlardı. O zamanlar Ali dayı ailesini yeni kaybetmişti. Kardeşi yetimhanenin müdürüydü. Gidip gelirken bir küçük kızın hep kenarda bir yerlerde oturduğunu görmüş, suskunluğu ile Ali dayının dikkatini çekmişti. Hiç kimse ile konuşmayan, içine kapanık olan minik Asya sadece Ali dayı'ya her şeyini anlatırmış. O günden sonra Ali dayı Asya'yı evlatlık edinmişti.
Ali dayı ve Asya bana el sallayarak kitabevinden çıktılar. Onların ardından bir kaç dakika kitapların arasında oyalanıp, mutfağa geçtim. Kendime filtre kahve yaparak, yeniden kitapların olduğu raflara geçtim. Gözlerimi kısa süre içerinde bir çok raflarda gezdirerek yeni kitapların geldiğini anlamıştım. Çoğu dünya edebiyatı ve romantik edebiyattı.
Kitapları çok severdim; her satırda can bulan harfler hayattan kalan umutlardı sanki. Düşüncelerini kalın harflerle yazarak sana umudu vaat ediyorlardı. Cümleler senin hislerini, istediklerini, amaçlarını anlatıyor belki de onları hayata geçirmen için sana düzgün yolu gösteriyordu. Ve her satırı okudukça zerren, baharda açmaya başlayan çiçekler gibiler, yeni hayata gülüş gibi doğardı. Bu tıpkı bir çocuğun anne betninden çıkarak, dünyaya göz açması gibiydi. Masum bir o kadar da zararsız.
Parmaklarımı kitapların üzerinde gezdirdim bir süre. Artık çalışmam gerektiğini biliyordum ama içimden gelen tek şey ellerimi bazı pürüzlü ve düzgün kitapların üzerinde gezdirmekti. Bu isteğimi devre dışı bırakarak, bütün kitapları teker teker raflara düzgün şekilde dizmeye başladım. Bir süre sonra bitirdiğim de ise rafların kenarında ve üzerinde tozları almıştım. Etrafa baktığımda havanın yavaşça karardığını zamanın ise su gibi akıp gittiğini anlamıştım. Dışarıya baktığımda bir kaç dalların yavaşça titrediğini ve hafif meltemin estiğini görmüştüm. İçimde oluşan titremeye rağmen dişlerimi birbirine geçirdim. Rüzgarı sevmiyordum; çünkü acı gerçekler yüzümü acımasız şekilde tokatlıyordu.
Geceler... Şehrin bütün kusurlarını kapatır ve aynı zamanda işlenen cinayetleri ört pas ederdi. Aslında gece göründüğü gibi şatafatlı değildi aksine katil ve zararlıydı. Etrafı mavi, masmavi sonrada siyah boyalarla süslese bile bunlar sadece göz yanılması, birer yalandan ibaretti.
Kolumdaki ince bilekli saate baktığımda saatin çoktan dokuz olduğunu görmüştüm. İçimde beliren heyecan hissi ile boğazım düğümlenmişti. Saatin bir az geç olmasında ziyade tek tedirginliğim annemin gelmiş olsaydı. Belli etmesem de, onun isminin geçtiği her cümlede kasılıyor ve titriyordum. Yüzünü zar zor görsem dahi onu özlüyor aynı zamanda ondan kaçıyordum. Eve gitmeyi istesem bile ayaklarım geri geri gidiyordu. En sonunda gitmeye karar verip masanın üzerindeki fincanı alıp, mutfağa götürdüm. Oyalanmam gerektiğini biliyordum, belki dedi iç sesim, belki annem merak ediyor veya tedirgin oluyordu geç geldiğim zamanlarda. Hafifçe yutkundum, oysa beni merak etmesi için nelerimi vermezdim ki!
Üzerime ceketimi geçirip, kitabevinin kapılarını dışarıdan kilitledim. Hafif esen rüzgar yaprakları yavaş yavaş titretiyor aynı zamanda, saçlarımı yüzüme dağıtıyordu. Bu hareketi sanki benden intikam alıyordu. Küçük bıçakların mideme saplandığını hissettim o an. Biliyordum, her kesin ve her şeyin bana garezi vardı. Tıpkı benim kendime olan garezim gibi.
Düşüncelerim beynimde bir birine bıçak çekerken, esen serçe rüzgar ile ceketime sıkıca sarıldım. Evimiz uzakta olmadığı için yürüyerek giderdim hep ve yol kısa gelirdi normal olarak fakat bu kez gittikçe yol daha çok uzanıyordu. Uzanan yol ile beraber düşüncelerim de artıyordu. Her attığım adımda yeni düşünceler beynim istila ediyor, ellerine aldıkları hançeri beynime saplıyordu. Kana bulanan hançerin ucunda düşüncelerim akıp gidiyordu. Bu kan kuğunun kanatlarının arasından fışkırmış gibi öyle asildi ki belki de tek yanlış o kuğunun benim kalbimde olması idi.
Düşüncelerime gecenin temiz havası ne kadar iyi gelse de, bir o kadar ruhuma iyi gelmiyordu. Çünkü benim düşüncelerimin aksine ruhum temiz değildi, o katil ve kurbanın ilişkisini saklıyordu. Kirli ve utanmazdı.
Her bir boşluğu oksijenle dolu olan beynim tekrar bir şeyleri kulaklarıma fısıldıyordu. Babamı... Güçlü kolları, o kolların arasında kayıp giden bedeni öyle sıkı kucaklardı ki tek dileğim beni daha çok sarması idi.
Temiz havayı ciğerlerime çektim bir kez daha. Telefonumu cebimden çıkararak rahat ve ruhumu dinlendiren bir parça dinlemeye başladım. Müziğin ritmi ruhumu temizliyordu sanki. Belki de müzikten nefret eden insanlar vardı fakat onların aksine ben müziğe tutkundum. Belki benim düşüncelerimi ezip geçer diye dinlerdim. Belki...
Bütün kirleri kendi notaları ile yıkıyor; bana benden geriye bir şey bırakmıyordu. Bakışlarımı yere çevirdiğimde benimle birlikte hareket eden gölgeyi görmek beni korkutmuştu. Arkamda benimle ilerleyen bir gölge vardı. Adımlarımı yavaşlattığım da onun da benimle beraber adımlarını yavaşlattığını gördüm. İçimde büyüyen korkuya rağmen sertçe yutkundum. Soğuktan ve korkudan titreyen bedenime rağmen direncimi korumaya çalıştım. Ne kadar çalışsam da aslında her zamanki gibi korkumu yenememiştim.
En sonunda şarkının sesini kısarak adımlarımı duraklattım. Bütün bedenimi hapis eden korku, bütün düşüncelerimi yok ederek yenilerini ekliyordu. Aklımda farklı senaryolar dönüp dolanıyordu; bu senaryolar iyi cinsten değildi. Yumruklarımı etrafımda sıkarak gözlerimi sıkıca yumdum. Bir şeylerin içine çekildiğimi hissediyordum ve bu şeyler iyi değildi. Korkum ateş parçası gibi yavaşça vücudumun her yerine yayılıyordu. Alev alan bedenim ile omzumun üzeri geriye doğru dönmeye çalıştım fakat beynimin içinde beliren bir sinyalin geri dönmememi söylüyordu. Kendimi sakinleştirmeye çalışsam da benimle duran gölge sinirimi geriyor, ellerimin terlemesine sebep oluyor. Soğuyan hava ile derin iç çektim. Yumruklarımı sıkarak cesaretimi topladım akabinde ne olacaksa olsun diyerek arkamı döndüm. Neden takip edildiğimi merak ediyordum ve bunu bilmemin tek yolu gölge ile yüzleşmekti. Tam o anda bir şeyler oldu; arkamı dönmek istediğim anda burkulan ayağım ile başımın dönmesi ve benimle birlikte dönen yıldızlar, gece lambaları, siyah gökyüzü büyük bir sızıyla soğuk betonla buluşmuştu. Başımın sertçe değdiği betonun acısını beynimin içinde yankılanan sesten anlamıştım. Boynumun arkasında beliren acı bütün korkuyu, düşünceleri soğuk suda boğmuştu. O soğuk suyun içinde düşüncelerimle beraber bedenimde boğulmuştu. Nefessiz kalan ciğerlerim oksijen için yalvarırken, bana yaklaşan sert ayak sesleri ile gözlerimi sıkıca yumdum. Kapanan bilincim ile gözlerimi nerede açacağımı merak ediyordum. Merakımdan ziyade korkum bedenimi ve tüm beynimi alt üst etmişti
***
Bedenimin içine sızan, ruhumu delip geçen turuncu iğneler gözlerime yavaş yavaş batıyor, ayak parmaklarımdan göz pınarlarıma kadar tüm sinirimi geriyordu. Güneş ışıkları hiç bir zaman bu kadar acımasız olmamıştı; zararı beni incitiyor, belki de kalkmam için teşvik ediyordu. Karanlığın içinde yolunu bulmaya çalışan, kendini saklayan, gözlerini kapayan renkler dans ediyor; kırmızı noktalar, uçuşan adı bilinmeyen varlıklar gözlerimin siyah perdesinde hareket ediyordu. Göz kapaklarımı süsleyen bunlar beni uyanmaya davet ediyor, ben ise direniyordum. Çünkü beynimin içine saplanan acılar, gözlerimi açtığımda daha çok acı verecekti ve ben artık acı çekmek istemiyordum.
Buna rağmen en sonunda pes ederek yapışan kirpiklerime inat onları aralamaya çalışıyordum. Boynumun arkasındaki sızı kendini belli edercesine zonkladığında inlemeden edememiştim. Yavaş yavaş açılmaya başlayan göz kapaklarım sonunda aydınlığa kavuştuğunda nerede olduğumu görmek için yerimden kıpırdandım. Neler olduğunu düşünmek istedikçe beynimin içine sivri uçlu oklar saplanıyor ve düşünme yetimi elimden alıyordu. Başımı kaldırıp üzerime baktığımda dün giydiğim kıyafetler vardı. Ve pantolonuma bulaşan toprak izleri dün geceyi hatırlatmaya yetti. Evet, hatırlıyordum!
Nasıl düştüğümü, şarkıyı durduğumu, sıktığım yumruklarımı... başımın sertçe betona değdiğini... Hepsini hatırlıyordum. Üzerimde tonlarca yük varmış gibi kaslarım sızlıyor, başım dönüyordu. Ayağa kalkmaya çalıştıkça sanki görünmeyen güç tarafından yatağa itiliyordum tekrar. Yatağın karşısında duran boy aynasında kendimle göz göze geldiğimde bedenimi sıcaklık bastı. Burası benim odamdı. Fakat ben buraya nasıl gelmiştim? En önemlisi kim getirmişti? Ve... lanet olsun! O gölge de kimdi! Benim evimi, odamı bilen gölge kimdi?!
Aynada kendimle göz göze gelen bakışlarım ile hafifçe irkildim. Bu ben miydim? Saçlarım dağılmış, gri tişörtüm kırışmış, pantolonum ise toprak izleri ile kaplıydı. Aynaya biraz daha yaklaştığımda boynumun arkasındaki yaraya elimi bastırdı. Ağzımdan kopan inilti acımı daha da artırmaktan başka bir şey yapmamıştı. Beyaz yara bandının üzerinde izlerini koruyan kırmızı lekeler vardı. Parmaklarımı başıma vurduğum anda elektrik akımı bütün beyin hücrelerimi sarsıtıyor ve yıpranmış hücrelerimi zıplatıyordu. Aynada kendimi süzdüğüm de daha önce fark etmediğim beyaz not dikkatimi çekmişti. Yavaş ve temkinli adımlarla yatağın yanındaki komodine doğru yaklaşmaya başladım. Damarlarımda akan heyecan elimin titremesine, sırtımdan akan soğuk terlere sebep oluyordu. Hafifçe yutkundum. Bu zarfın içinde o gölgeye dair bir şeylerin olduğunu tahmin edebiliyordum. Elime aldığım notu yavaşça çevirerek, kaderimi bekliyordum sanki. Ellerimin arasında titreyen zarfın diğer tarafını çevirdim. Sanki beklediğim büyük bir cevaptı ve bu cevap bana her bir soruma karşılık verecekti. Bu cevap bana tek bir şeyi fısıldıyordu.
O da ürkütücü kaderimi.
Sonunu tahmin edemediğim kaderimi. Gözlerimin irileşmesine sebep olan yazılar beni eskiye uğurlarken ben çoktan o ürkütücü kaderimi okumuştum.
"Yaraları öptüğünde geçtiğine hala inanıyorsan, bundan emin ol... En yakın zamanda geçecektir!"
***