Kemal’in kayboluşundan sonra zaman gerçekten akıyor muydu, Elif emin değildi.
Günler geçiyor gibi görünüyordu ama bazı sabahlar aynı günü ikinci kez yaşıyormuş hissine kapılıyordu. Aynı kahve dökülüyor, aynı cümleler tekrar ediliyordu. Kimse fark etmiyordu. Sadece Elif biliyordu:
Zaman hâlâ yaralıydı.
Bileğindeki iz solmuştu ama kaybolmamıştı. Geceleri uyurken bazen soğuk bir elin parmaklarına dolandığını hissediyor, uyandığında boşlukla karşılaşıyordu.
“Bu bir vedaysa,” diye fısıldıyordu karanlığa,
“neden bu kadar çok acıyor?”Kemal yoktu… ama izleri silinmemişti.
Elif eski defterleri karıştırırken, daha önce görmediği bir sayfa buldu. Defter sanki sonradan yazılmıştı. Mürekkep tazeydi.
“Zaman beni senden kopardı ama seni benden alamaz.
Eğer bunu okuyorsan, ben çoktan parçalanmışımdır.
Ama bil: Parçalarım seni arar.”
Elif’in elleri titredi.
“Parçalanmış… nasıl?”
O gece rüyasında Kemal’i gördü. Ama tek bir Kemal değil…
Birden fazlaydı.
Biri Osmanlı çadırında,
Biri kampüs bahçesinde,
Biri hiç doğmamış bir gelecekte…
Hepsi ona bakıyordu.Mert her zamankinden daha sessizdi. Zaman mühürlendikten sonra tarikat dağılmıştı ama bedeli ağırdı. Zaman kilitlenmişti… fazla kilitlenmişti.
“Elif,” dedi bir gün arşivde, “ben sana yalan söyledim.”
Elif başını kaldırdı.
“Hangisi?”
“Hepsi.”
Mert aslında zaman kilidinin anahtarıydı. Emir Alp’in kanı sadece bilgi değil, bağlayıcı güç taşıyordu. Ama kilidi kapatmak için Elif’in mührü gerekiyordu.
“Yani beni kullandın,” dedi Elif sakince.
Mert gözlerini kaçırdı.
“Seni korumak için.”
Elif acı bir gülümsemeyle fısıldadı:
“Beni korurken, sevdiğim şeyi yok ettin.”