Blog

1336 Kelimeler
Bazı anlar vardır ki insan kendini rahatlatmak ister. İçinin daralmış olması elbette bunun bir sebebidir fakat asıl sebep o an yanında onu anlayabilecek başka kimse olmamasıdır. Kendisinden başka… İnsanlar sizi anlamaz. Samimi olarak söylüyorum bunu. Nutuk çekmek ya da aksi bir şekilde ne kadar yalnız olduğunuzu yüzünüze haykırmak için değil. İşte bu da o anlardan biri. Kendimi rahatlatmak istiyorum ve yazıyorum. Bunu yetersiz görebilirsiniz fakat gerçek şu ki siz de kendinizi rahatlatmak için okuyorsunuz. Komik bir şekilde ne zaman bir şeyler karalasam başıma iş açıyorum. Belki kullandığım alaycı dil yüzünden belki de önemsemeyi aklımın ucuna bile getirmeden, yalnızca yazmak için yazdığımdan. Kelime tekrarını es geçerek cümlenin özünü kavrayın. Yazmak için yazmak. Benim meselem bu. Sırf elimin klavyede gezmesini ve çıkan sesin kulağımı aşındırmasını sevdiğimden bunu yapıyorum. Düşünmeden. Böylesi, inanın bana, çok zevkli oluyor ve rahatlıyorsunuz. Okumanız bittiğinde bir deneyin. Ben kimim? Bunu sona saklamayı planlıyorum. Böylesi daha eğlenceli olacak, sizce de öyle değil mi? Neyse, ana konuya geçecek olursak… Hım… Bildiğiniz gibi bu hikâye benim hikâyem. Kahraman anlatıcı olarak rolümü kimseye kaptırmak istemem. Hem kendimi severim, fazlasıyla. Bugün günlerden pazar... Sıcak, dışarıda kurbağa seslerinin duyulabildiği bir akşam… Şaka yapmıyorum, sesleri duyabiliyorum. Sanırım bulunduğum mekânın etrafında bir bataklık var. Her neyse. Liseyi bitirip üniversiteyi kazanamamış bir eziğim sadece. Herkes benim durumumda olabilir ama ben ezik olanım. Çünkü tembelim. Üşengecim. Ders çalışmaktan nefret ederim ve insanların nasıl ders çalışabildiğini hiç anlamıyorum. Mükemmel bir güzellik ve büyüleyici bir zekâya sahip değilim. Saçlarım ahenkle dans etmiyor, -ki kendileri yerinde durmayı çok seviyor- kafamın üzerinde bir topuz olarak varlığını sürdürüyor. Ayrıca gözlerim ışıltılı bir mavi ya da parıldayan bir su yeşili olmaktan çok uzak. Sivilceli ya da gözlüklü değilim, lensler işimi görüyor. Dişlerim fazlasıyla düzgün ve şişman da sayılmam. Aslında, karakterimi ve hayatımı es geçersek ben sizden daha normal bile olabilirim. En azından ben yazı yazıyorum. Sosyal bile sayılabilirim. Ve yine, tekrar, her neyse… Esas meseleden uzaklaşmayalım. Bu benim hikâyem, çok uzun olmayabilir ama başlıyor. *** Her şey aptal can sıkıntım yüzünden oldu. Gerçekten. Normalde ben aptalca şeyler yapmıyorum demiyorum ama bu seferki tamamen onun suçu. Çok sıkılıyordum. Hava çok sıcaktı. Sınavlar başlamak üzereydi ve ders çalışmamak için en ufak bir eyleme dahi ihtiyaç duyduğum o müthiş anlardan biriydi. Bir şey yaptığım için ders çalışmama fikri beni daima rahatlatır. Boş bir iş bile olsa iş iştir. Haksız mıyım? O gün de öyleydi. Bloglarda geziyor ve böyle işlerin ne kadar gereksiz olduğunu düşünüyordum. Ta ki bir tane açıp da hayalî aşk hikâyemi orada anlatmaya başlayana dek. Kimsenin okuyacağını düşünmedim. Bence kimse bulamazdı da. Hadi ama, öylesine açılmış bir blog! Kimin, ne işi olabilirdi ki? Kim böyle saçma sapan bir şeyi okumak için vakit harcardı? Sadece ben eğlenecektim ve sınavlar da geçip gidecekti işte! Sayfayı açtım. Başına süslü bir alıntı ve güzel bir görsel ekledim. Sonra yazmaya başladım. “Bugün hayatımın değiştiği gün çünkü onunla tanıştım. Çok klasik bir şekilde ama yine de mutluyum. Kantinden çıkıyordum ve sonra çarpıştık. Okulun en popüler çocuğu ve ben... Bir dâhi ve bir üşengeç. Bay mükemmel ve bayan tembel...” Biliyorum, hata yaptığım kısım çok başka. Bu aptallık da direkt bana ait oluyor. Uydurma aşk hikâyemin baş kahramanı aslında gerçek. Evet, yanlış duymadınız, yani okumadınız. Ona âşık değilim ama böyle bir yaratık bizim okulumuzda mevcut. Aksine ondan nefret ediyorum ama var işte. Tüm derslerinde başarılı, futbol takımının kaptanı, kendini Boğaziçi’ne adamaya dünden gönüllü ve şaşırtıcı ama zengin olmaya çok yakın olmasına rağmen çalışmayı tercih eden bir mükemmel. Erdem Arın. Okulumuzun en harika çocuğu, göz bebeği ve geleceğe yatırımımız. Ondan nefret ediyorum. Bunu daha önce söylemiş miydim? Her neyse. Gerçek hayatta böyle insanların olması beni geriyor. Ben bu kadar sıradan, tembel ve boş takılırken nasıl olur da o mükemmel olabilir? Sanki dünyada yapılabilecekler üzerine formüller vardı da o hep eşitliğin diğer tarafına alnı ak bir şekilde geçerken ben denklemi kuramıyordum bile! Ama yaptım işte. O salağın ismini -evet, salak laf olsun diye- günlüğüme ekledim. Bunun ona hissettiğim gizli nefreti aşmama yardımcı olabileceğini düşünmüştüm belki de. Kim bilir? Sadece yazdım işte. Ve… Sonra hayatım değişmeye başladı. “İsmi Erdem. Adını her harfiyle taşıyan ve yaşatan birisi. Beni fark ettiğini bile sanmıyorum ama umut etmekten kendimi alamıyorum. Hayat o kadar güzel ki… Elimde bir sandviçle kantinin kapısında debelenirken birine çarpıyorum ve o, Erdem Arın oluyor. Bu nasıl olabilir? Sandviçimi son anda düşmekten kurtarması bir yana, kolumu hafifçe tutup bembeyaz dişleriyle gülümsediğini nasıl unutabilirim? -Özür dilerim Deniz, iyi misin? Adımı nasıl bilebilir? Nasıl bu kadar güzel gülümseyebilir? Ve nasıl benim sakarlığımı es geçerek özür dileyen o olabilir? -İyiyim, teşekkür ederim. Bunu söyleyebilmem bile mucize. Erdem karşımda öldürücü bir gülümseyişle dikiliyorken konuşmuş olmak… Vay canına, kendimi aşıyor olmalıyım.” Ve hikâye böylece genişlemeye başladı. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Yazmak hoşuma gidiyordu ve ben artık okulda bile kendimi kaptırıp yazmayı sürdürüyordum. Hikâyemiz Erdem’in bana görür görmez âşık olması ama benim öz güvensizliğim yüzünden onu yok saymam üzerineydi. Öyle inanılmaz bir şeydi ki mükemmel çocuğun peşimde oluşu, yaptığı şeyler samimiyetsiz geliyordu. Hatta her şey sanki o bana acıyormuş gibiydi. Bu satır aralarına gözyaşlarınızı ilave ederseniz sevinirim, yazdıklarımın ne kadar etkileyici olduğu ortada. Ama yazıyordum. Kendimi tutamıyordum. Mesela şuna bir bakın: “-Deniz, neden böyle davranıyorsun? Yüzüne bakarken gözlerim doluyor. Karşımda durmuş, bana nedenini mi soruyor yani? Hâlâ anlamıyor mu? -Lütfen… Bana böyle davranma. Her geçen gün… Duraksıyor, gözlerini benden kaçırıyor. Onu böyle görmek istemiyorum ama ne yapabilirim ki? İmkânsız olana mı inanayım? Hem de herkes aksini söylerken? -Her geçen gün… Daha zor oluyor. Derslerime odaklanamıyorum. Maçlardan zevk alamıyorum ve… Ne yapacağımı bilmiyorum! Senden çok hoşlanıyorum ama sana bunu ispatlayamıyorum!” Disney filmi gibi, değil mi? Tamam, ağlamayın. Gözlerim her an yaşarabilir. İğrenç bir şekilde ilerleyen özenti gençlik hikâyem böylece sürüyordu. Ona aşkımı itiraf etmesem ve onu kabul edemesem de birlikte vakit geçiriyorduk ve her an nasıl da uyumlu olduğumuz gerçeğiyle içimizde büyüyen aşkı tazeliyorduk. Her an. Öylesine güzel ve romantikti ki… “Elimi tutup birazdan moraracağından adım emin olduğum noktayı başparmağıyla ovuyor. -Benim yüzümden düştün. -Hayır Erdem, saçmalıyorsun. Tamamen sakar olduğum için böyle oluyor, hem de her seferinde. Yüzüm kızarıyor, utançla dudaklarımı dişliyorum. Ayaklarım çimenleri döverken sırtımı banka yaslıyorum. O ise beni küçük düşürmek yerine sessizce yanımda duruyor.” Tamamen, iğrençtik. Bilmiyorum, belki de yazması bu yüzden çok zevkli geliyordu. Deli gibi, bazen hiç durmadan dakikalarca yazıyordum. Acıktığımda öğün atlıyor, sıkıştığımda erteliyor, geceleri uykumdan keserek klavyemle vakit öldürüyordum. Bu arada sınavlar da berbat bir şekilde ilerliyordu, dip not geçmek istedim. Sonra bir gün, tam da hikâyemde Erdem’in benim yüzümden sinirlendiği ve başka bir kızla sinemaya gitmeye niyetlendiği gün, bir şey oldu. Sıramda oturmuş, Erdem’in beni kıskandırma çabasına karşı hissettiğim depresyonu nasıl kelimelere dökeceğimi düşünürken sınıfın süslü kızlarından biri yanıma oturdu. -Deniz, iyi misin? Adını bile belleğimde barındırmak istemediğim insanlar listesi vardır. Bu listenin ilk yüzünü okul ve sınıf arkadaşlarım oluşturuyordur şüphesiz. İlkokuldan, liseye... Hiç şaşmaz. Ve kızın teki gelmiş, bana ruh hâlimi mi soruyordu? Hem de durduk yere? Hadi ama, bir yerden tiksindiğinizi daha net nasıl belli edersiniz ki? -Pardon, bana mı dedin? İnanamadığım için etrafıma bakınıyorum ama kız bunu bambaşka bir şekilde yorumluyor. O an neler olduğunu algılayamasam da parçalar birleştirildiğinde bana acıdığını fark ettiğim için kendisinden fazlasıyla tiksinmiştim. -Ah, sinirli olman normal tabi… Ben sadece yapabileceğim bir şey olursa yanında olduğumu ve bir şeye ihtiyacın varsa sormaya çekinmemeni söylemek istedim. Ağzımı açıp küfretmek istiyordum. Harfler balyoza dönüşsün ve ben konuşurken suratına saçılsın istiyordum. Neler oluyordu? Gerçekten hiçbir şey anlamıyordum. Bu kızla daha önce konuştuğumuzu bile hatırlamadığım için acıyan gözlerle bana bakışı beni sadece sinirlendiriyordu. -Erdem… Nasıl böyle bir şey yapabilir, anlamıyorum! Şu kısımlarda jeton köşelerde dolaşıyordu. Bu arada beni hiç önemsemeden hâlimi çözmeye çalışan embesil şahıs, monoloğuna devam ediyordu. Sözde bana acıdığı için destek oluyordu ama o gözlerde bundan çok daha fazlası saklıydı. -Onun böyle biri olduğunu hiç bilmiyordum. Blog açıp yaşadıklarını bizimle paylaşabilmen ne güzel. Sakın canını sıkma, olur mu? Erkekler hep aynı, eminim sana geri dönecektir. Kız kalkıp sınıftan çıkarken jetonun bir “trink” sesiyle birlikte indiğine şahit oldum. Ağzım açık kalarak öylece donup kaldım ve arkasından uzun uzun baktım. Bu hayatım boyunca yaşadığım en garip tecrübelerden biriydi. Nasıl bloğumdan haberi olabilirdi? Başka kim biliyordu? Ben şimdi ne halt edecektim?
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE