Serkan’ın Anlatımıyla;
" Seni gördüğümden beri aklımı senden almıyorum ki, evet aylardır hayalinle konuşuyorum, senin bana gelmeni bekledim. Ama artık dayanamıyorum. Lütfen, artık kaçma ve beni uzaklaştırma. İzin ver, seni seveyim.!"
Mesajımı gönderdikten sonra ekrana kilitlendim. Beklemek beni bitiriyordu. Parmaklarım, heyecanla telefonumun kenarlarını sıkarken aklımdaki tek şey oydu: Ondan cevap gelmesi.
Birkaç dakika sonra bildirim geldi. Mesajı açarken kalbim yerinden çıkacak gibiydi:
> "Beni görmesende, Bana bu kadar zaman ilgi göstermen, günlerini saatlerini bana harcaman, benimle herşeyini paylaşman garip bir duygu. Peki Serkan Bey, bir kahve içmeye ne dersiniz?"
İşte bu kadar! Hızla yazmaya başladım:
> "Bir kez söz verdin, Güzellik. Dönemezsin.! 40 dakikaya oradayım."
Telefonu elimde sıkıca tutarken yeni mesajı geldi:
> "Saçmalama, Deli! Yarın hafta sonu, yarın bir yerde buluşuruz. Deli misin?" Bu saatte ya, olmaz.
Hızla cevap yazdım:
> "Bir dakika bile kaybedecek durumda değilim. Aklım, ruhum, dilim, bedenim... her şeyim sen diye çıldırıyor! Bekle beni."
Artık karar verilmişti. Hızla ceketimi alıp kapıyı çarptım. Aklımda tek bir hedef vardı: Onu görmek. Arabaya atladım ve gaza bastım. Yol boyunca kalbim, direksiyon kadar kontrolümde değildi. Onun yüzünü tekrar görmek, sesini duymak istiyordum.
Hele kokusu, Off ne de güzel kokuyorsundur, Güzellik.
Hamza abinin nüfuzu saolsun, hala tüm eskişehir emrimde, birine ulaşmak istersem önce bilgisini, istersem kendini önüme getirirler. Bu tanıdıklarım sayesinde adresini çoktan öğrenmiştim. Bu, uzun zamandır hazırladığım bir andı. Her şey kusursuz olmalıydı.
Evin önüne vardığımda nefesim hızlanmış, ellerim titremeye başlamıştı. Arabadan indim, derin bir nefes aldım, kalbimin sesi tüm mahalleyi dolduruyordu sanki.
Gidip zile basmak istemedim, kendini rahat hissetmeliydi, benden korkmamalıydı artık. Telefonu çıkardım ve mesaj attım.
"Kapıya çık, Güzellik."
_ _ _
Ece'nin anlatımıyla;
Mesaj atmamın artık anlamı yoktu. Evet, geliyordu. Kafasına takmıştı. Bu durum beni hem korkutuyor hem de heyecan içinde kıvrandırıyordu. Kimdi bu adam? Hem bu kadar tanıdık hem de bu kadar yabancı...
Bana olan bu müthiş ilgisi mi çekiyordu beni ona, yoksa zaten etkilenmiş miydim? Peki ya bu gizemli halleri? Telefonumu bulması, ev adresimi bile sormadan "Geliyorum" demesi...
Allah bilir, ev adresimi ezbere biliyordur. Off, ya eve girmek isterse? Ona nasıl güvenirim? Aptal Ece, "Kahve içelim," diyen sen değil miydin?!
Neyse, olan olmuştu. Artık eskiye nazaran Serkan’dan daha az korkuyordum. İnst**m'da ki o mesajlar fazla nazik ve tatlıydı. Ona karşı inanılmaz bir merakla kavruluyordum. Üzerimdeki şoku atmaya çalışır gibi silkelenip saate baktım. Mesajının üzerinden 10 dakika geçmişti. Gerçekten 40 dakikada burada olabilir miydi?
Aceleyle kalktım. Üzerimde bornozum, kafamda havluyla pespaye bir haldeydim. “Cidden kahve içecek miyiz?” diye mırıldandım. Yatak odama geçip üzerime ilk bulduğum siyah dantelli çamaşır takımını giydim. Üstüne gri yumuşak bir eşofman altı, üzerine de beyaz V yaka bir body geçirdim.
Hemen kahve hazırlamam gerekiyordu. Ne içer acaba? Filtre mi, kapsül mü, granül mü? Off, deliriyorum. “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer,” diye iç geçirdim.
Filtre kahve makinamın su haznesini doldurdum, filtre kağıdını koydum. Üç ölçek kahve koydum. Ben kahveyi sert içiyordum; onun da soft içeceğini sanmıyorum. Bay Despot, ne olacak, haha!
Ardından iki fincan çıkardım. Tezgâha bakınca çok boş gözüktü. Tabii ben 365 gün diyette olduğum için yanına ikramlık yoktu. “Off, markete yetişir miyim acaba?” diye düşünüyordum ki gözüm tost makinesinin yanındaki poşete takıldı.
“Ahh, Burcu!” diye kahkaha attım. Dün eşyalar taşınırken bana uğramış, yetmemiş ustalara ayıp olmasın diye pastaneden bir kilo kuru pasta almıştı, deli kız. Herkes tıka basa yemesine rağmen pakette hâlâ 5-6 tane vardı. “Bunlar iş görür,” diye iç geçirdim.
Antep fıstıklı krokanlı iki tane, Hindistan cevizli bir tane, damla çikolatalı da bir tane koydum tabağa. Ciddi ciddi yeni gelin gibi hazırlanmama gülüyordum. En son ne zaman biriyle baş başa böyle duygularla bir şeyler içmiştim? Ah, çok uzun zaman olmuştu...
İçeride, sehpanın üzerinde unuttuğum telefonumdan bir ses geldi. Tanrım, kalbim ağzımda! Yoksa geldi mi? Telefona bile bakmadan camdan dışarı baktım. Sonra kendime dönüp,
“Salak Ece, buradan nasıl görmeyi düşünüyorsun?” dedim. Evim arka cephedeydi. Giriş yapısı ön cephede kalıyordu, dolayısıyla penceremden onu görmek imkânsızdı.
Ellerim titrerken telefonun ekranını açtım. Tanrım, o mesaj atmıştı. Heyecanla mesajı açtım:
“Kapıya çık, güzellik!” yazıyordu.
Kalbim durma evresindeydi resmen. Gelmişti! Heyecandan bildiklerimi unuttum, terliğim neredeydi? Kapıyı aç demek yerine kapıya çıkmak neden? Off, saçlarım hâlâ kurumadı; ıslak kedi yavrusu gibi karşısına çıkmak nedir?!
Elim ayağım birbirine dolaşmış hâlde ev anahtarını aldım, telefonumu da. Kapıdan terliklerimi ayağıma geçirip aşağı indim. Kalbim ağzımda atıyordu. İlk buluşmamız böyle garip mi olacaktı? Kapıdan çıktığımda önce sağa, sonra sola baktım, kimseyi göremedim.
Ardından yüzümü caddeye doğru döndürdüğümde, tam karşımda arabasına yaslanmış hâlde gördüm onu. Ellerini cebine sokmuş, dudağını biraz kıvırmış... Tabiri caizse tam olarak bıyık altından gülüyordu.
Onun o muzur gülüşünü görünce heyecanım gitti, inadım başladı. Paşama bak! Gelmiş, beni pespaye bir hâlde çıkarmış sokağa, bir de gülüyor. Kollarımı göğsümde bağladım ve "Geliyor musun, yoksa gidiyorum!" diye işaret yaptım.
Sonra yerinden kıpırdandı ve bana doğru gelmeye başladı. Off, kalbimin ritmi yine değişmişti. "Sakin ol, Ece, sakin ol... Sadece bir adam," diye mırıldandım.
Yanıma geldiğinde aramızda bir adım mesafe vardı. Elimi kaldırdım, "Selam," dedim. Önce bana, sonra kaldırdığım elime dikkatlice baktı. Birden hızlıca elini belime sarıp beni kendine çekti. Yüzünü boynuma yaklaştırıp önce derin bir nefesle kokumu içine çekti. Kalbim o an cidden tekledi. Bu neydi?! Vücudum karıncalanıyor, kıvranıyordum resmen.
Boynumdaki yüzünü bana doğru çevirip, resmen inadına yapar gibi dudağımın tam köşesinden öptü. Sakince, yumuşak ve sıcak bir şekilde. Gözlerimi deli gibi açmamdan anlamış olmalı ki dönüp bana,
“Şşşt, sakin ol. Dudağından öpmedim, bu bir yunak öpücüğüydü,” dedi.
Yüzüne baka kalmıştım. Duruma mı gülüyordum yoksa hoşuma gitmesine mi, bilmiyorum.
Suratımdaki gülüşe engel olamadan kıkırdayarak cevap verdim:
“Yunak ne, be?”
“Ah, küçük hanım, yunağı nasıl bilmezsiniz? Yunak; yanak ile dudağın birleştiği noktanın adıdır. Yanak desen değil, dudak desen hiç değil. Arada bir şey. Tıpkı bizim gibi,” dedi.
Gülümsedim ve devam ettim:
“Hımm, demek bizim gibi. Neymişiz biz, beyefendi?”
Gözlerime resmen çapkınca bakarak,
“Arkadaş değiliz; yok, olmaz, beni öldürsen de arkadaşın olmam. Sevgili henüz değiliz; çalışmalarım bunun üzerine olacak. En iyisi, biz şu yeni neslin söylediği gibi flört diyelim kendimize. Ne dersin?” dedi.
Kahkahalarıma engel olamadım.
“Sen 30, ben 26’yım. Hâlâ çıtır olduğumu söyleyebilirim. Lütfen beni kendi yaşlı sınıfına sokmayınız, beyefendi,” dedim.
Sonra gözlerine baktım. Hayranlıkla beni izliyordu. İçimden, "Nasıl olabiliyor?" diye geçirdim. Bu kadar temiz, bu kadar içli bakmak...
Duraksadım ve boğazımı temizleyip,
“Ee, kahve?” diye sordum.
Heyecanla yüzünde çocuk gibi bir gülümseme oluştu.
“Olur, hemen içelim. Nerede?” diye sordu.
Biraz çekimser bir bakışla,
“Evde... Yani, şey... Ben sana kahve yaptım ama istemezsen dışarı çıkabiliriz,” diye geveledim.
Arkamı döndüm ve, “Ben montumu alıp geleyim hemen,” dedim.
Hızlı bir şekilde elini belimden yakaladı. “Senin için sorun yoksa evini görmeyi çok isterim. Ayrıca, hiçbir kahve senin ellerinden çıkan kadar lezzetli olamaz,” dedi.
Off, bu adamın elleri nasıl böyle ışık hızında hareket edebiliyor, kalbim duracak!
Tanrım! Adam burnumun dibinde, beni bir sıcaklık bastı.
Kızlar, ölüyorum sanırım!