11. Bölüm
Gölgede Atan Kalp
Gece… sanki askeriye koğuşuna çökmemişti de, doğrudan Ali’nin (Aylin’in) göğsünün içine sızmıştı.
Uyku yoktu.
Yastık sertti.
Battaniye ağır.
Ama asıl yük, kalbinin içindeydi.
Emre’nin sesi, gece boyunca kulaklarında dönüp durdu:
“Yalnız değilsin.”
Bir cümle bu kadar mı büyürdü?
Bir cümle… insanın geçmişini, bugünü ve yarını aynı anda parçalayabilir miydi?
Aylin, karanlıkta gözlerini açtı.
Koğuşta derin, ağır nefesler yankılanıyordu. Horlayanlar, rüyasında inleyenler, gece nöbetine kalkacak olanların huzursuz sağa sola dönmeleri…
Ama o…
Başka bir yerdeydi.
Emre’nin gözlerinde.
Dünkü bakışın içindeydi.
Gördü mü?
Gerçekten gördü mü?
Yoksa yalnızca anlamak mı istedi?
Bir asker… başka bir askeri bu kadar “insan” gibi görebilir miydi?
Ya…
Bir komutan, bir erde böyle bir sessizlik bırakır mıydı?
Aylin, yorganın altından ellerini çıkardı.
Parmakları titriyordu.
Göğsüne bastırdı.
Kalbinin tam üstüne.
Sanki orada bir isim saklıydı.
Ve her atışta… o isim bağırıyordu.
EMRE.
Ama yüksek sesle değil.
Kanla.
Sabah…
Koğuşa sert bir düdük sesi indi.
Ali (Aylin) fırlayarak doğruldu.
Gözleri şiştiğini hissetti ama kimseye belli etmedi.
Yataklar toplanırken, botlar bağlanırken, koğuş eski gürültüsüne kavuşurken…
O hâlâ dünün içindeydi.
Emre’nin yanında.
“Benimle kalacaksın.”
Bu cümle, resmî değildi.
Ama…
Çok daha ağırdı.
Alan her zamanki gibi sertti.
Toprak soğuktu.
Hava kuru.
Komutlar keskin.
Ama bugün…
Her şey farklıydı.
Ali ilk kez bir eğitime gitmiyordu.
Bir yüzleşmeye gidiyordu.
Emre’yi gördü.
Uzaktan.
Komutan üniformasıyla.
Düz duruşuyla.
Ellerinin arkasında birleşmiş kararlı parmaklarıyla.
Ama artık…
Artık Ali (Aylin) onun omuzu değil…
Bakışını arıyordu.
İstemeden.
Utançla.
Ama engelleyemeden.
Emre, kısa bir süre sonra diğer askerleri bir başka eğitime yönlendirdi.
Alan yavaş yavaş boşaldı.
Kalan…
Ali’ydi.
Ve…
Emre.
Artık ikisi yalnızdı.
Ama yalnızlık…
Bazen en kalabalık şeydi.
“Isın,” dedi Emre kısaca.
Ali başıyla onayladı.
Ama vücudu…
Isınmıyordu.
Titriyordu.
Sebebi soğuk değildi.
Emre onu izliyordu.
Ama bir komutan gibi değil.
Sanki…
Bir doktormuş gibi.
Yarayı arayan biri gibi.
“Dün… sınırdaydın,” dedi Emre.
Ali susuyordu.
“Bir insan sınırdaysa… bedeninden önce kalbi alarm verir.”
Ali yutkundu.
“Senin kalbin… bağırıyordu.”
Bu cümle…
Ali’nin dizlerini zayıflattı.
Yine de ayakta kaldı.
“Bunu herkes görmez.”
Emre yaklaştı.
Bir adım.
Sonra bir yarım adım.
Ama yine de…
Mesafe vardı.
Askerî olan.
“Ben görmek zorundayım.”
Ali başını hafifçe kaldırdı.
İlk kez.
Doğrudan baktı.
“Ne gördünüz… komutanım?” dedi.
Sesi…
Titrekti.
Ama kaçmıyordu.
Emre ilk kez suskun kaldı.
Sonra…
Derin bir nefes aldı.
“Birinin… burada olmaması gereken bir acıyla burada durduğunu.”
Ali’nin kalbi…
Bir cam gibi çatladı.
Ama kırılmadı.
“Burada… olmamam mı gerekiyor?” dedi fısıltıyla.
Emre’nin kaşları çatıldı.
Bir an.
Sadece bir an.
“Hayır.”
Bu “hayır”…
Kesindi.
Koruyucuydu.
Ve ağırdı.
“Burada olman…”
Emre cümlesini tamamlamadı.
Alan sessizdi.
Rüzgâr bile durmuştu.
Sonra…
“Tehlikelidir,” dedi.
Ali ürperdi.
Ama geri adım atmadı.
“Ne… tehlikeli?” diye sordu.
Emre uzun uzun baktı.
İlk kez…
Bir komutan gibi değil.
Bir adam gibi.
“Bir insanın… kendini saklayarak var olması.”
Ali’nin boğazı düğümlendi.
Ama yutkundu.
“Bazen…”
dedi titreyerek,
“saklamak… tek yaşama yoludur.”
Emre başını salladı.
Yavaşça.
“Ama sürekli saklanan bir kalp…”
Durdu.
“…kendini öldürür.”
Ali’nin gözleri doldu.
Tutmak istedi.
Ama tutamadı.
Bu bir ağlama değildi.
Bu…
Bir çatlamaydı.
Emre arkasını döndü.
İki adım attı.
Sonra durdu.
Ali’nin kalbi sanki avucunun içindeydi.
“Karaca,” dedi.
Ali irkildi.
Tekrar döndü.
“Bazı insanlar… savaşmak için doğmaz.”
Ali’nin nefesi kesildi.
“Bazıları… hayatta kalmak için doğar.”
Emre yanına geldi.
Ama artık…
Aradaki mesafe…
Resmî değildi.
“Ve hayatta kalmak…”
Bir duraksama.
“…en ağır savaştır.”
Ali’nin dudakları titredi.
Ama konuşmadı.
Emre derin bir nefes aldı.
“Şunu bil.”
Ali onun gözlerinin içine baktı.
İlk kez.
Kaçmadan.
“Bu alan…”
dedi Emre,
“…tek tip olmak için değildir.”
Ali şaşırdı.
“Bu alan…”
“…dayanabilenleri ayırır.”
Bir adım daha.
Artık çok yakındılar.
Ama hâlâ…
Dokunmuyorlardı.
“Ve sen…”
Emre’nin sesi düştü.
“…dayanıyorsun.”
Bu kelime…
Ali’nin göğsüne bir ateş gibi düştü.
Ama yakmadı.
Isıttı.
O an…
Ayak sesleri geldi.
İkisi de aynı anda irkildi.
Alan yeniden dolmaya başlamıştı.
Emre geri çekildi.
Komutan duruşunu aldı.
Ali’de aynı şeyi yaptı.
Ama kalbi…
Artık asker değildi.
O…
Aylin’di.
Ve çok korkuyordu.
Çünkü…
Görülmüştü.
Ama yakalanmamıştı.
Ve bu…
Daha beterdi.
Gün işkence gibi geçti.
Her bakış…
Her emir…
Her adım…
Kalbine değiyordu.
Ali, kendini saklamak için hiç bu kadar yorulmamıştı.
Ve ilk kez…
Saklanmak…
Canını yakıyordu.
Akşam…
Koğuş…
Her zamanki gibi karmaşıktı.
Ama onun içi…
Çok sessizdi.
Bahadır ona baktı.
“Bugün başka bir şey oldu,” dedi.
Ali başını kaldırmadı.
“Yok.”
Bahadır kaşlarını çattı.
“Yalan söylüyorsun.”
Ali gülümsedi.
Ama gülüşü…
Kırık.
“Susmak…”
dedi yavaşça,
“yalan değildir.”
Bahadır daha fazla zorlamadı.
Ama içine kurt düştü.
Gece…
Ali yorganın altında tekrar kalbiyle baş başa kaldı.
Ama bu kez…
Kalbi…
Korkudan değil…
Umuttan atıyordu.
Ve bu…
Daha tehlikeliydi.
Gözlerini kapadı.
Emre’nin sesi…
Bu kez fısıltı gibiydi:
“Yalnız değilsin.”
Ama şimdi…
Bu cümle başka bir anlam taşıyordu.
Bir davet gibi.
Bir işaret gibi.
Bir uçurum gibi.
Ali karanlıkta dudaklarını araladı.
İlk kez…
Sessizce.
Kimsesizce.
Sadece kendine:
“Ya… yalnız değilsen?”
Bu soru…
Bir bomba gibiydi.
Sessiz.
Ama yıkıcı.
O an…
Kapı gıcırdadı.
Herkes uyuyordu.
Ama kapı…
Ağır ağır açıldı.
Ali gözlerini açtı.
Kalbi duracak gibiydi.
Bir gölge…
Kapı aralığındaydı.
Askerî adımlar…
Yoktu.
Yumuşaktı.
Temkinliydi.
Birisi…
Işık yakmadı.
Ama karanlıkta…
Bir fısıltı geldi.
“Karaca…”
Ses…
Emre’ye aitti.
Ali dondu.
“Giyin.”
Emre’nin sesi bu kez…
Emir değildi.
“Gitmemiz gerekiyor.”
Ali yavaşça doğruldu.
Kalbi göğsünü parçalayacak gibiydi.
“Ne oldu?” diye fısıldadı.
Emre bir an sustu.
Sonra…
“Biri… senin hakkında soru sordu.”
Ali’nin dünyası…
Yerinden oynadı.
“N-ne… nasıl?”
Emre karanlıkta ona baktı.
Bu kez…
Saklamadı yüzünü.
“Bu birlik…”
dedi kısık sesle,
“…herkesi tartar.”
Ali nefes alamıyordu.
“Ve sen…”
Emre cümlesini bitirmedi.
Ama gerek de yoktu.
Ali anladı.
Gece…
Bittiği yerden…
Başlıyordu.
Ama bu kez…
Daha tehlikeli.
Daha karanlık.
Ve daha…
Gerçekti.
Ali ayakkabısını sessizce giydi.
Bahadır uyanmadı.
Kimse uyanmadı.
Ama…
Bir sır…
Koğuştan çıktı.
Ali kapının eşiğinde bir an durdu.
Karanlığa baktı.
Ve içinden geçirdi:
“Belki de…
Gerçek kimlik…
Kaçmak değil…
Ortaya çıkmaktır.”
Ama adım attı.
Çünkü…
Korkuyordu.
Ve korkmak…
Artık onun…
İçgüdüsüydü.
Kapı kapandı.
Ve gece…
Onları yuttu.