Zemin çatladığında yükselen ses Averiel’in kulaklarında çınladı. Sanki taşların altından değil de içinden gelmişti. Kalbinin attığı yerden, ruhunun kıvrımlarından… Derin, uğultulu, geçmişten yankılanan bir çağrıydı bu.
Önünde açılan taş merdivenlere ilk adımını attığında, eski dünyanın kokusu çarptı yüzüne. Taş, toprak ve nem... ama bir şey daha vardı bu kokunun altında. Zamanın kokusu. Yüzyıllardır dokunulmamış, unutulmuş bir mekâna iniyordu. Ayak sesleri bile yutuluyordu karanlıkta. Cassian, sessizce ilerliyordu. Yürüyüşü bile farklıydı onun; kararlı, ama derin bir yorgunluğu taşıyordu.
Averiel her adımda sanki içindeki başka bir benliğe yaklaşırken, zihninde binlerce soru dönüyordu. Cassian kimdi gerçekten? Düşmüş bir melek olduğunu söylemişti ama onun düşüşü sadece fiziksel değildi. Onun gözlerinde, bir zamanlar parlayan bir inancın külünü görmüştü.
Merdivenler sona erdiğinde önlerinde geniş, kubbeli bir oda açıldı. Tavanı öyle yüksekti ki zirvesi görünmüyordu. Duvarlar, altın ve gümüşle işlenmiş eski yazıtlarla doluydu. Yerde, iç içe geçmiş yedi büyük halka vardı. Her halkanın merkezinde farklı bir sembol parlıyordu; bir tanesinde kanat, bir tanesinde alev, bir tanesinde göz, bir tanesinde kırık bir taç... Diğerleri ise sessizdi.
Averiel, ayaklarını yere basarken kalbinde bir titreme hissetti. Sanki bu taşlar onun adımlarını tanıyordu.
“Burası nedir” dedi fısıltı gibi.
Cassian, en dıştaki halkaya yaklaştı. Eliyle tozlu yazıtların birini temizledi.
“Burası Mühürlerin Sarayı” dedi. “Yitik Kanatlar'ın ilk uyanış noktası. Burada yazılı olan her şey, meleklerin susturulduğu gecelerde kazındı taşlara. Ve her şey senin gelişinle tamamlanmak üzere.”
Averiel, iç içe geçmiş dairelerin ortasına yürüdü. Yüreği sıkışıyor, elleri terliyordu. Duvara yaklaştığında tanıdık bir harf dizisi dikkatini çekti. Parmaklarını taşın üzerinde gezdirdiğinde teni ürperdi. Kendi adı. Averiel. Kesin ve net bir şekilde kazınmıştı oraya.
“Bu... mümkün değil” dedi titrek bir sesle. “Ben doğmadan yüzyıllar önce...”
“Senin adın doğmadı, Averiel” dedi Cassian, gözlerini duvardan ayırmadan. “Adın hatırlandı. Sen bir başlangıç değil, bir geri çağrılışsın.”
Kız, sessizce geri çekildi. Her hücresi onu oradan uzaklaşmaya zorluyordu ama kalbinin derinliklerinde başka bir şey çağırıyordu. Güçlü, yakıcı bir dürtü. Devam etmeliyim, diyordu. Her şeyin cevabı burada.
Yerdeki ilk halkaya yaklaştığında sembol hafifçe parladı. Bir gözün içine yerleştirilmiş iki çapraz kanat... Averiel'in sol eli yine yanmaya başladı. Aynı mühür, şimdi daha parlaktı. Parmaklarını taşın merkezine yaklaştırdığında, zemin kısa bir süre titreşti. Ardından sessizlik.
Cassian yanına geldi. Elinde eski bir yüzük tutuyordu. Gümüşten yapılmıştı ama iç yüzeyine kazınmış sembol çok daha eskilere aitti. Averiel’in avucunu açtı ve yüzüğü usulca yerleştirdi.
Yüzüğün içinden yükselen soğuk, onun parmaklarına değil, doğrudan kalbine dokundu.
Ve o an geçmiş yeniden konuşmaya başladı.
Averiel'in gözleri kapanmadı ama gördükleri artık buraya ait değildi. Oda yerli yerinde duruyor, taş duvarlar sessizce onları izliyordu ama onun zihni başka bir yere, başka bir zamana çekiliyordu.
Gökyüzü altınla yıkanmıştı. Binlerce kanat, saf ışıkla titreyen havada süzülüyordu. Bu bir savaş değildi. Henüz değil. Bu bir huzur anıydı; Tanrı’nın nefes aldığı, meleklerin hâlâ inandığı zamanlardan biri.
Ve orada, en ön sırada Cassian vardı. Ama farklıydı. Işıktan yapılmış gibiydi. Gözlerinde kibir değil umut vardı. Sırtındaki kanatlar büyük ve kusursuzdu. Etrafında onun gibi onlarca melek dizilmişti. Hepsinin gözleri bir noktaya, yukarıya dönüktü.
Gökte bir boşluk açıldı.
Sözler duyulmadı, ama hissedildi. Derin bir emir, ruhun en karanlık köşesine dokunan bir çağrı. Ve o çağrıdan sonra düşüş başladı. Işık parçalandı. Kanatlar yandı. Gökyüzü çatladı.
Averiel gözlerini açtığında yerdeydi. Ellerini yumruk yapmış, yüzüğü sıkı sıkıya tutuyordu. Nefes alışverişi düzensizdi. Cassian hâlâ yanındaydı, yüzü solgun ve sessiz.
“Gördüm” dedi Averiel boğuk bir sesle. “Sen... sen bir zamanlar ışıktın.”
Cassian’ın gözlerinde bir kıpırtı oldu. Hafifçe başını salladı. “Hepimiz bir zamanlar ışıktık” dedi. “Ama sonra karar vermemiz istendi.”
Averiel, ayağa kalkarken gözleri bir kez daha yüzüğe takıldı. Bu sadece bir parça metal değil, bir zaman mührüydü. Onu taşıyan herkes, yalnızca geçmişi değil, geleceği de omzunda taşıyordu.
O anda sarayın uzak köşesinden bir ses duyuldu. Duvardan sarkan bir zincir yavaşça kıpırdadı. Ardından taş bir levha kendi kendine kaydı. Arkasında bir geçit açıldı. Siyah, dar ve soluk aldırmaz bir tünel...
Cassian derin bir nefes aldı. “İkinci mühür orada. Ama her bir adım seni senden biraz daha uzaklaştıracak.”
Averiel gözlerini geçide dikti. Göz bebekleri büyümüştü. Artık karanlıktan korkmuyordu.
“Sorun değil” dedi. “Zaten kim olduğumu hiç bilmiyordum.”
Ve yürümeye başladı.
Arkasında bıraktığı oda sessizliğe gömüldü. Işığın bile ulaşamadığı o tünelde, artık ne geçmiş kalmıştı ne de şüphe. Sadece cevaplar.
Ve belki de... her cevabın taşıdığı yeni bir yıkım.