Vadiden yükselen duman dağılmış, Nezareth toprağın altına mühürlenmişti. Ama gökyüzü bir türlü durulmuyordu. Averiel, Cassian’la birlikte yeniden yola koyulduğunda, Kanatsızlar Mezarı’ndan geriye sadece çatlamış taşlar ve susturulmuş yankılar kalmıştı. Göğsündeki mühür, diğerleriyle birlikte sessizleşmişti ama bir tanesi... içten içe yanıyordu.
Bu seferki bir çağrı değildi. Daha çok, bir kalp atışıydı. Birini andığında göğsünde hissettiğin o boşluk gibi... Doluluğu olmayan bir çağrı. Averiel bunun altıncı mühür olduğunu biliyordu.
“Nezareth’in varlığı çok eskiydi” dedi Cassian, uzun yürüyüş sırasında. “Ama seninle karşılaşmasını tetikleyen şey senin yükselişindi. Gök seni tanıdı. Ama yerin de tanıdığı var.”
Averiel başını çevirdi. “Ne demek bu?”
Cassian’ın gözleri yolun ilerisindeydi. Ama zihni daha da gerideydi. “Her mühür sadece gökten gelenlerle bağlı değildir. Bazı mühürler yeryüzünün en derininde uyur. Onları uyandıran şey ise hatırlanmak değil, hissedilmektir.”
Averiel suskunlaştı. İçinde bu sözlere cevap verecek bir parça vardı ama hâlâ adını koyamıyordu. Yol, onları dağların arasına sokmuştu. Patika artık topraktan değil, yosun tutmuş taşlardan oluşuyordu. Su sesi geliyordu bir yerlerden. Rüzgâr, uzaklardan gelen eski bir melodiyi taşıyordu gibi… ama tam seçilemiyordu.
Averiel, başını o yöne çevirdi.
“Duyuyor musun?” diye sordu.
Cassian başını eğdi. Dinledi.
“Bu... bir şarkı.”
Adımlarını hızlandırdılar. Yosunlu taşların bittiği yerde bir geçit ortaya çıktı. Doğal bir kemerin altından geçerek, sisle örtülmüş geniş bir düzlükte buldular kendilerini. Ve düzlükte... suyun ortasında yükselen bir ada vardı. Üzerinde sadece tek bir yapı: beyaz mermerden, spiral biçimli bir kule.
Kulenin zirvesinden yukarıya, göğe kadar uzanan ince bir ışık sütunu yükseliyordu. Ama bu ışık, diğer mühürlerin parıltısı gibi değildi. Daha yumuşak, daha sıcak, daha derinden geliyordu.
Cassian, adaya açılan taş köprüye baktı.
“Burası... Aetheris’in Kalbi.”
Averiel şaşkınlıkla gözlerini kıstı. “Burası bir mühür noktası mı?”
Cassian yavaşça başını salladı. “Altıncı mühür burada. Ama diğerlerinden farklı. Onu almak için savaşman gerekmez. Kendini açman gerek.”
Köprüye ilk adımı Averiel attı. Ayaklarını suya değmeden taşıyan taşlar, her adımda hafifçe parlıyordu. Cassian geride kalmıştı. Averiel, bu yolculuğu yalnız tamamlamalıydı.
Adanın merkezine ulaştığında, kuleye açılan dairesel kapı onu sessizce karşıladı. Ne bekçi vardı ne bariyer. Sadece sıcak bir hava, eski bir anının kokusu ve tanıdık bir yalnızlık.
Kuleye girdiğinde sessizlik daha da yoğunlaştı. Mermer zemin ayaklarının altında yankılanıyor, duvarlar eski yazıtlarla süslenmiş gibiydi. Ama bu yazıtlar gözle okunmuyordu. Averiel her adım attığında, yazılar zihnine sızıyordu.
“Sevgi, mühürlenebilen tek şeydir.”
“Kendini inkâr eden, mühürü yok eder.”
“Kalbin hatırlamadığı bir güce ruh dayanamaz.”
Merdivenleri tırmandı. Spiral yükseliyordu ama yorucu değildi. Aksine, her adımda bir ağırlık azalıyordu. Göğsündeki mühürler hafifliyordu. Ve sonunda, kulenin en tepe noktasına ulaştığında... oradaydı.
Bir platform. Ortasında, içinden ışık süzülen bir küre. Küre yerle temas etmiyor, havada süzülüyordu. Ve içinde... Averiel’in tanıdığı bir yüz.
Tharion.
Ama hayır... o değildi. Ya da sadece o değildi. Averiel yaklaşınca yüz şekil değiştirdi. Annesinin silueti. Sonra bir çocukluk hatırası. Ardından Cassian’ın bakışı. Hepsi aynı kürede birleşmişti.
Averiel dizlerinin üzerine çöktü. “Bu... ne?”
Bir ses yankılandı. Ne kulenin içinden ne de gökten. Averiel’in kendi içinden.
“Kalbin mühürü yalnızca senin taşıdıklarınla açılır. Sevdiğin, koruduğun, acı çektiğin her şey bu mühürdür. Onu istemek yeterli değil. Onu kabul etmelisin.”
Averiel’in gözlerinden yaş süzüldü. Kendini ilk kez çıplak hissetti. Güçsüz değil, savunmasız. Ama kaçmak istemedi.
Elleriyle küreye uzandı. Parmak uçları ışığın yüzeyine değdiğinde, içindeki yüzler sabitlendi. Ve birden
...kürenin içinden ışık fışkırdı. Platformu, duvarları ve Averiel’in bedenini sararak onu ayağa kaldırdı. Ama bu ışık bir yanma ya da patlama değildi. Sanki bedeninden bir gölgeyi sıyıran, içini şeffaflaştıran bir akıntıydı. Averiel gözlerini kapattı. Kalbinin en derinine dokunan bir şey vardı bu ışığın içinde: unutulmuş bir ses.
Bir çocuk sesi.
“Gitme... lütfen.”
Averiel’in dizleri yeniden çözüldü. O sesi tanıyordu. Ama hatırlayamıyordu. Görüntü yoktu. Yalnızca ses. Sonra bir his geldi: elinden kaçırılmış bir parmak, gözyaşları içinde bakılmış bir yüz ve tutulmamış bir söz.
"Ben söz vermiştim."
İçinden bu kelime döküldü. Ama neye söz verdiğini bilmiyordu. Yalnızca o sözün tutulmadığını biliyordu. Kalbin mühürü, Averiel’in göğsüne bir ağırlık gibi indi.
Küre o anda değişti. Artık bir yüz taşımıyordu. Onun yerine bir mühür belirdi: iç içe geçmiş iki daire, ortasında nabız gibi atan bir kalp sembolü.
Cassian’ın sesi uzaktan yankılandı.
“Averiel! Kalbin mühürü sana geçmişini değil, yükünü verir. Kabul etmeye hazır mısın?”
Averiel elini kaldırdı. Ama küreye değil. Göğsünün üzerine, kalbinin tam üstüne bastı.
“Ben kimin için acı çektiğimi bilmiyorum. Ama çektiğim acı gerçekti. O zaman bu benim mühürümdür.”
O kelimeyle birlikte mühür, göğsünden içeriye aktı. Altıncı mühür yerini bulmuştu. Averiel’in kalbine.
Ve o an, kulenin içi değişti.
Zemin çökmeye başladı. Duvarlar şeffaflaştı. Averiel bir anda gökyüzünde süzüldüğünü fark etti. Kulenin yıkılması değil, başka bir boyuta geçişiydi bu.
Etrafında yıldızlar vardı. Ama yıldız gibi parlayan şeyler, aslında mühürlerdi. Averiel bu boşlukta yalnız değildi.
Bir siluet ona doğru yaklaştı. Kanatları beyaz ama ışıkla dokunmuştu. Yüzü görünmüyordu ama sesi tanıdıktı.
"Sen artık sadece mühür taşıyan biri değilsin. Mührün kendisisin."
Averiel fısıldadı. "Sen kimsin?"
Siluet durdu. Ellerini iki yana açtı. Göğsünde Averiel’inkiyle aynı mühür parladı.
"Ben, kalbini bıraktığın ilk yankıyım. Ben... seni bekleyenim."
Ve sonra siluet geri çekildi. Averiel, karanlıktan ışığa bir adım attı. Gözlerini açtığında kulenin dışında, taş köprünün başlangıcındaydı.
Cassian ona doğru koştu.
“Ne oldu? Mühür... sen iyi misin?”
Averiel yavaşça başını kaldırdı. Gözlerinde yaş vardı ama yüzü sakindi.
“İyiyim. Ama şimdi biliyorum. Bu mühürler sadece güç değil. Kayıplar, sözler, sevgi... hepsi mühürlenmiş.”
Cassian’ın gözleri parladı. "Altıncı mühür seni değiştirmiş."
Averiel başını eğdi. "Hayır. Sadece hatırlattı. Kalbin içindeki boşluğu kimse dolduramaz. Ama onunla yaşamayı öğrenebilirim."
Gökyüzünde yeniden bir çizgi belirdi. Bu sefer yarık değil, bir geçit.
Cassian başını çevirdi. "Yedinci mühür... bekliyor."
Averiel, gözlerini o geçide dikti. Sırtındaki kanatlar bir kez daha belirdi. Ama bu kez içinde kalbin ağırlığıyla güçlenmişti.
Mühürlerin yolculuğu devam edecekti. Ama artık yalnızca güç için değil. Kimin için savaştığını, neyi koruduğunu bilen biri olarak.