Dünyanın bir ucundan bir ucuna geliyordu artık. Londra’nın sisli, nemli ve her köşesi bir anısıyla dolu sokaklarından, taşların güneşte ısındığı, sıcak ve kadim bir diyara, Mardin’e dönüyordu Ateş Sarrafoğlu. Bu, basit bir yer değiştirme değildi; bir hayatı sırtlanıp diğerini terk etmekti. Oradaki, her sabah uyanmakla lanetlediği, para, güç ve kirli hesaplar üzerine kurulu karanlık hayatını, bir ceset gibi orada, o soğuk topraklara gömüp geliyordu. Yılların özlemi değil, omuzlarında bir çuval taş gibi ağırlaşan, biriken hesaplaşmalarla geliyordu. Geçmiş, peşini bırakmıyordu; onu en güçsüz anında yakalamak için pusuda bekleyen bir düşman gibiydi.
Kız kardeşi Asmin, kalbinin en yumuşak, en korunaklı köşesiydi. Onu, dün gece, hayatı boyunca yanında duran tek insana, kaderdaşına, en yakın arkadaşı Atakan Özgüven’e teslim etmişti. Bu teslim ediş, bir vazgeçiş değil, en büyük güvenin ifadesiydi. Vedalaşırken uzun uzun, her detayı konuşmuştu Atakan’la. Saatlerce süren o konuşmada, söylenen her kelime, verilen her söz, Asmin’in hayatının sigortası gibiydi. Ateş’in içi, aklından daha emindi: Onu, dünyanın tüm karanlığından en iyi koruyacak, saklayacak olan oydu. Atakan, sadece bir arkadaş değil, bir sığınaktı.
Özel uçağın parlak gümüş merdivenlerinin dibinde, bir an durdu. Uçağa binerken ciğerlerinin derinliklerine çektiği nefes, sadece hava değil, son bir kez içine çektiği özgürlüktü adeta. İngiltere’nin o bildik, insanın içine işleyen soğuk, gökyüzünü dolduran karanlık ve havayı ağırlaştıran basık atmosferine, bir daha asla dönmemek üzere son bir kez baktı. Gökyüzü, sanki bu vedayı protesto edercesine, inatla ve hüzünle yağmur yağdırıyordu. Damlalar, yüzünde soğuk bir dokunuş gibi eriyordu.
“Efendim, her şey hazır,” dedi arkasında bekleyen, sadık adamı Mete. Sesi, yağmurun monoton şıpırtılarına karışıp gidiyordu.
Ateş, gözlerini o sonsuz grilikten, ufuk çizgisinden ayırmadan, sesini en soğuk ve en keskin tonunda kullanarak sordu: “İyi. Buradaki işleri tamamen hallettiniz mi? Her kapı kilitlenmeli, her kayıt silinmeli. Kimse izimizi, en ufak bir tozumuza bile ulaşmamalı.”
Mete, hiç tereddüt etmeden, yılların verdiği soğukkanlılıkla cevap verdi: “Hayır efendim, bulmazlar. Her bağ koptu. Sessizlik ve karanlık, bizden sonra burayı saracak.”
Ateş, bir baş hareketiyle cevabı onayladı. Fazla söze gerek yoktu. “Tamam,” diye mırıldandı, tek kelimeyle her şeyi özetleyerek. Paltosunun yakasını biraz daha kaldırıp, ince ince, iğne uçları gibi tenine batan yağmurun altına adım attı. Her adımı, geride bıraktığı hayata vurulan bir çekiç darbesi gibi ağırdı. Uçağın kapısından içeri girdi, dünyayı dışarda bıraktı.
Ateş Sarrafoğlu, o an için sadece Londra’dan Mardin’e giden bir yolcu olduğunu sanıyordu. Bilmiyordu ki, aslında bilmeden, körü körüne, kendi yazgısının tam kalbine doğru yürüyordu. Kardeşini kurtarmak, geçmişin hayaletlerini defetmek için döndüğü memlekette, en yakın arkadaşının, emanet ettiği hazinesine, Asmin’e, bir koruyucu değil de bir eş olacağından habersizdi. Bu bile yetmezmiş gibi, o sarsılmaz dostunun, hayatının hiçbir anında karşısına çıkmamış, belki de bilinçli olarak uzak tutulmuş bir parçası, bir sırrı olduğunu da bilmiyordu: bir kız kardeşi.
Elvin Özgüven.
Abisi Atakan’ın tek göz bebeğiydi.Onun savaşlarındaki tek barışı, dünyadaki tek ve gerçek ailesiydi. Mardin’de, Midyat’ın tarih kokan taş sokaklarında, geçmişi bugüne taşıyan bir tarih öğretmeniydi. Kızıl saçları, Mezopotamya güneşi altında yanan bir ateş topu gibiydi; geçtiği her yeri aydınlatır, insanların dönüp bakmasına neden olurdu. Ve o masmavi gözleri… Derin, dingin bir göl kadar berrak, aynı zamanda bir okyanus kadar esrarengizdi. İnsanları sadece büyülemiyor, içine çekiyor, kaybolmalarına neden oluyordu bakışlarında.
Ve Ateş, daha adını bile duymadığı, varlığından habersiz olduğu bu kadınla, çok yakında aynı kaderin ağlarına düşeceğinden, aynı tehlikeli oyunun piyonları olacaklarından tamamen habersiz, uçağın lüks koltuğuna gömülmüş, motorların güçlü uğultusu eşliğinde, bulutların arasına doğru yol alıyordu.
Not : 2026 yılında başlayacaktır